Eğlen ama gösterme, yap ama söyleme, iç ama belli etme…
Haberin Eklenme Tarihi: 19.12.2025 20:28:00 - Güncelleme Tarihi: 19.12.2025 20:31:00Türkiye'de futbolcular gol sevinci sırasında cinsel organlarını tutarak milyonlarca kişinin izlediği kameralara poz veriyor; herhangi bir yasal yaptırım uygulanmıyor. Aynı ülkede, Manifest grubu üyeleri +18 olarak belirtilmiş bir konser sırasında birbirlerinin cinsel organına dokunduğu gerekçesiyle hapis cezası alıyor. Hükmün açıklanması geri bırakılsa da ceza kayıtlara geçiyor.
Bu iki olay yan yana getirildiğinde ortaya çıkan manzara, sadece hukuki bir çelişki mi, yoksa ahlaki bir çifte standart mı? Verilen tepkilere ve uygulanan cezalara bakılırsa, burada işleyen mekanizma, toplumun ve iktidarların hangi bedenleri, hangi koşullarda, nasıl kontrol edeceğine dair bir seçim sürecidir. Fransız düşünür Michel Foucault bu süreci "biyoiktidar" kavramı ile tanımlar. Ona göre modern devletler, vatandaşlarını sadece yasalarla değil, bedenleri üzerinden de yönetir. Biyoiktidar, kimin nasıl hareket edebileceğini, hangi davranışların "normal" ve hangilerinin "sapkın" sayılacağını belirleyerek toplumu dizayn eder. Bu iktidar biçimi, açıkça yasak koymaz; bunun yerine normlar belirler ve onları normalleştirir. Yani bazı davranışları o kadar "doğal" ve "kabul edilebilir" kılar ki kimse sorgulamaz. Diğer davranışları ise o kadar "uygunsuz" ve "tehlikeli" olarak kodlar ki ceza mekanizmaları otomatik devreye girer.
Türkiye'deki bu iki örnek, biyoiktidarın seçici mantığını açıkça gösteriyor. Futbolcunun hareketi "erkeksi coşku" olarak normalleştirilmiş, dolayısıyla görünmez hâle gelmiş. Sanatçının hareketi ise "ahlaka aykırı" olarak kodlanmış, dolayısıyla cezalandırılması gereken bir sapma sayılmış. İkisi de benzer hareketi yapıyor; fakat biri "normal beden" kategorisinde, diğeri "kontrol edilmesi gereken beden" kategorisinde.
Peki bu kategorizasyonu kim yapıyor? Diyelim ki toplum yapıyor. O zaman şunu kabul etmemiz gerekir: Türkiye toplumu, stadyumda milyonlarca çocuğun gözü önünde yapılan cinsel içerikli hareketi "sorun değil" olarak görürken, yaş sınırlı bir konser alanında yetişkinler arasında gerçekleşeni "kabul edilemez" buluyor. Eğer durum buysa, sorun daha da derindir. Çünkü bu, toplumun kendi içinde tutarsız bir ahlak pusulası taşıdığı anlamına gelir. Aynı hareket, kim tarafından, nerede yapılırsa yapılsın, aynı ahlaki değerlendirmeyi almalıdır. Eğer toplum futbolcuya "erkekliğini gösteriyor" derken sanatçıya "ahlaksızlık yapıyor" diyorsa, burada işleyen ahlak değil, kimlik politikasıdır. Futbolcu kimliği koruma altındadır, sanatçı kimliği değil. Ya da daha vahim olanı, kadın bedeni kontrol altındadır, erkek bedeni iktidar sahibidir.
Diyelim ki bu kategorizasyonu iktidar yapıyor. O zaman karşımızda bilinçli bir toplum mühendisliği projesi var demektir. İktidar, hangi bedenlerin nasıl davranacağını, hangi alanlarda hangi kuralların geçerli olacağını stratejik olarak belirliyor. Futbol stadyumu, erkeksi milliyetçiliğin, ulusal coşkunun, maço kültürün serbestçe akabileceği bir alan olarak tasarlanıyor. Sanat sahnesiyse tam tersi: Burada eleştirel düşünce, alternatif yaşam biçimleri, normlara meydan okuma potansiyeli var. Dolayısıyla iktidar burayı sıkı denetim altında tutuyor. Sanatçıya verilen ceza, sadece o kişiye değil, tüm sanat camiasına bir mesaja dönüşüyor: "Sınırlarınızı bilin, fazla ileri gitmeyin."
Bu durumda iktidar, Foucault'nun dediği gibi, "neyin normal olduğunu" belirleyerek toplumu yönetiyor. Stadyumu muafiyet alanı yaparak "erkek böyle olur" mesajı veriyor. Sanat sahnesini gözetim alanı yaparak "sanatın da bir haddi var" diyor. Ve toplum zamanla bu ayrımı içselleştiriyor, doğal kabul ediyor.
Gerçek ise muhtemelen ikisinin iç içe geçtiği bir süreçtir. İktidarlar bu kategorizasyonu yapıyor ve toplum da onu normalleştirirken, tekrar tekrar yeniden üretiyor. İş bu çifte standardı görüp, anlam vermeye çalışan annelere, babalara, çocuklara, gençlere kalıyor.
Anne olarak verdiğim öğüt…
Bu tartışma benim için sadece teorik bir mesele değil. Ben bir oğlan annesiyim. İki erkek ve bir kız yeğenim var. Oğlanlara aynı temel öğüdü veriyorum: Toplum içinde cinsel organlarınıza dokunmayın. Ne aleni ne de elinizi cebinize sokarak! Bu, ne dinî bir emir ne de kültürel bir tabu; temel bir nezaket ve kamusal alan davranış kuralı.
Şimdi düşünün: Ben oğluma ve yeğenlerime bunu öğretirken, ekranlardan milyonlarca kişinin izlediği bir maçta futbolcular aynı hareketi yapıyor ve hiçbir yaptırım görmüyor. Şikâyet yok, ceza yok. Çocuk bana soruyor: "Anne, neden futbolcu yapabiliyor da ben yapamıyorum?"
Bu soru, teorik tartışmaların ötesinde, gündelik hayatta anne-babaları çıkmaza sokuyor. Eğer futbolcunun yaptığı "normal" ise benim çocuğuma öğrettiğim nezaket kuralı neden geçerli olsun ki? Eğer toplum içinde böyle bir davranış kabul edilemez ise neden milyonlarca çocuğun gözü önünde yapan futbolcuya bir yaptırım uygulanmıyor?
Bu iki olayda uygulanan çifte standart doğrudan ebeveynlik pratiğine müdahale ediyor. Bir yanda aileler, çocuklarına kamusal alanda nasıl davranacaklarını öğretmeye çalışıyor; öte yanda hukuk ya da ahlak komiserleri, popüler kültürün görünür isimlerine aynı kuralları uygulamayarak ailelerin otoritesini zayıflatıyor. Daha da önemlisi, çocuklara şu mesajı veriyor: Kurallar herkese eşit uygulanmaz. Eğer "doğru" alanda, "doğru" kimliğe sahipsen, kurallar senin için geçerli değildir.
Bu, sadece bir nezaket meselesi değil; toplumsal sözleşmenin temellerini derinden sarsan bir sorun. Çocuklara öğrettiğimiz değerlerle toplumun görmezden geldiği ya da cezalandırdığı davranışlar arasındaki bu uçurum, gelecek neslin ahlaki pusulasını nasıl etkileyecek?
Hukukun seçici hafızası
Öyle görünüyor ki Türkiye’de futbol sahaları, normal toplumsal kuralların askıya alındığı, farklı bir mantığın işlediği mekânlar. Foucault bu tür mekânları "heterotopya" kavramıyla açıklıyor. Ona göre heterotopyalar, toplumun genel kurallarının geçici olarak askıya alındığı, farklı davranış kodlarının işlediği alanlardır.
Bir hastane düşünün: İçeride çıplak olmak, yabancıların size dokunması, bedeninizin en mahrem yerlerinin muayene edilmesi "normal"dir. Aynı davranışlar sokakta yapılsa suç olur. Ya da bir gemi: Denizin ortasında, karaya ait yasalar farklı işler, hiyerarşi farklı kurulur. Heterotopyalar böyle işler; kendi iç mantığına göre "normal" olanı yeniden tanımlar.
Peki futbol stadyumu neden böyle bir muafiyet alanına dönüşebiliyor da konser alanı dönüşemiyor? Cevap, Pierre Bourdieu'nün "sembolik sermaye" kavramında saklı.
Bourdieu'ye göre toplumda farklı sermaye türleri vardır: Ekonomik sermaye (para), kültürel sermaye (eğitim, bilgi), sosyal sermaye (ilişkiler) ve sembolik sermaye (prestij, itibar). Bu sermayeler, toplumsal hiyerarşiyi belirler ve kimin ne kadar "dokunulmazlığı" olacağını gösterir.
Türkiye'de futbol, muazzam bir sembolik sermaye alanıdır. Futbolcular sadece sporcu değil, ulusal kahramanlardır. Milyonlarca insanın duygusal bağ kurduğu, kimliklerinin bir parçası hâline geldiği figürlerdir. Futbol, Türkiye'de siyasetten daha fazla insanı harekete geçirebilir, ekonomiden daha fazla tutkuyla konuşulabilir. Bu sembolik güç, futbolculara ve futbol kültürüne görünmez bir zırh giydirir.
Futbolun sembolik sermayesi o kadar yüksektir ki futbolcuların davranışları "millî coşku", "erkeklik gösterisi", "galibiyet sevinci" olarak yeniden adlandırılır ve normalleştirilir. Sanatçıların sembolik sermayesi ise yeterince güçlü değildir; onların davranışları "provokasyon", "ahlaksızlık", "topluma meydan okuma" olarak kodlanır.
Futbol, kolektif coşkuyu kontrol edilebilir kanallara akıtır; milliyetçiliği besler, erkekliği kodlar, kitle psikolojisini yönetir. Sanat ise eleştirel düşünceyi besler, normları sorgular, bireyi özgürleştirir. İktidar, futbolu korur; çünkü kendine hizmet eder, sanatı denetler, çünkü kendine meydan okur.
Sonuç: "Mahalle dindarlığı" mı, gerçek ahlak mı?
Foucault'nun en rahatsız edici sorularından biri şudur: "Hangi hayatlar yaşanmaya değer sayılıyor, hangileri değil?" Bu soruyu Türkiye bağlamına uyarlarsak: Hangi bedenler özgür davranabilir, hangi bedenler sürekli gözetim altında?
Stadyum, Türkiye'de Foucault'nun heterotopyası hâline gelmiş durumda: Burası, erkeksi coşkunun, ulusal duyguların, hatta şiddetin bile "anlaşılabilir" kabul edildiği bir muafiyet bölgesi.
Enis Doko, “Mahalle Dindarlığı: Mehmet Akif Ersoy Olayına Kierkegaardçı Bir Bakış?” başlıklı yazısında, Kierkegaard'ın "Hristiyanlık âlemi" ile "Hristiyan olmak" ayrımına atıfta bulunuyor. Doko'ya göre, bir sosyolojik grubun üyesi olmak (muhafazakâr bir ailede doğmak, o mahallede yaşamak) gerçek dindarlık değil, sadece bir "mahalle kimliği"dir. Asıl önemli olan, değerlerin içselleştirilip bireysel bir seçim hâline getirilmesidir.
Bu ayrım, bizim tartışmamızı da aydınlatıyor. Futbolcuya tepki gösterilmemesi, onun "mahalle kahramanı" olmasından kaynaklanıyor. O, kolektif kimliğin, "bizim çocuğun" temsilcisi. Dolayısıyla yaptığı her şey "anlaşılabilir" hâle gelir.
İşte stadyumda cinsel organını tutan futbolcu ile konser salonunda dans eden sanatçı arasındaki fark da tam burada: Biri "mahalle kültürü"nün içinde, kolektif kimliğin koruyucu zırhında; diğeri dışında.
Bu çifte standart sadece hukuki bir tutarsızlık değil, aynı zamanda toplumsal bir tercih meselesidir. Ne yazık ki bu tür olaylar turnusol kâğıdı gibi işlev görüyor. Türkiye, hangi bedenlere, hangi davranışlara, hangi ifade biçimlerine alan açacağını bu tür olaylar sayesinde ortaya koyuyor. Bu iki örnekteki sorun, aynı davranışın birine göz yumulup diğerine ceza verilmesidir. Eğer hukuk ve ahlak gerçekten evrensel ise ya ikisine de müdahale edilmeli ya da ikisi de göz ardı edilmelidir. Çünkü savunulacak tek husus, "ahlaki" olanı mahalle kimliği üzerinden ya da “değer yargıları” üzerinden değil, “değer bilgisi” üzerinden tanımlamak ve buna uygun hareket etmektir.
Yani toplumun geniş kitlelerini rahatsız edecek bir davranışı “+18” başlığı atarak perdelemek mümkün değildir, “yeşil sahada” diyerek normalleştirmek de… Bu genç nesle kendini ifade etmenin ancak belirli kalıplara uyarak mümkün olduğunu göstermekten ileri gitmez. Ve bu kalıp da onu "maskelemeye" götürür: Eğlen ama gösterme, yap ama söyleme, iç ama belli etme…