“Türkiye'nin hiçbir dönemde suları kesme politikası olmadı”

Haberin Eklenme Tarihi: 10.09.2025 16:11:00 - Güncelleme Tarihi: 10.09.2025 16:25:00
Sayın Kılıç, Chatham House’ta yayımlanan makalede Irak'ın su krizini "varlığından çok, yokluğuyla" tanımlanan bir ülke olarak betimliyor. Sizce bu krizin ulaştığı boyutu en iyi anlatan ifade nedir? Irak artık “su fakiri” ülke statüsünde mi?

Evet, Irak su fakiri bir ülke. Ama bu Irak'ı diğer komşularından ayıran bir özellik değil. Türkiye de su zengini bir ülke değil, İran da değil, Suriye de değil. Fakat makalede belirtildiği gibi Irak’ın bu probleminin bizimle pek bir ilgisi yok. Hatta hiç ilgisi yok diyebilirim. Bilakis Türkiye'nin sınır aşırı sular politikası, aslında Irak'ın lehine olan bir politika. Şöyle tarif edeyim: Fırat ve Dicle nehirleri, esasında diğer tüm kurak ve yarı kurak iklim nehirleri gibi yıl boyunca sabit miktarda su taşımıyorlar. Mesela Fırat Nehri'nin en yüksek akımı 10.000 m³/saniye olarak ölçülmüş tarihsel süreç içerisinde. En düşüğü de 100 m³/saniye civarında. Bu kadar büyük akım dalgalanmalarının olduğu yerde doğal olarak suyun bol olduğu zamanlarda depolama yapması gerekiyor insanoğlunun. Biz bunu ne zaman öğrendik? Beton teknolojisinin gelişmesi, daha sonra 1930'lu yıllarda Amerika'daki Keynesçi politikalar, büyük yatırımların devlet tarafından yapılması vs. gibi gelişmelerin -özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra- bizim gibi az gelişmiş ülkelere doğru yayılmasıyla birlikte biz de -yani az gelişmiş ülkeler de- suları depolamayı ve bunları gerektiği zaman gerektiği yere nakletmeyi öğrendik.

Bu genel tarifimin arkasından şunu söyleyeyim: Türkiye 1960'lı yıllarda Güneydoğu Anadolu Projesi’ni planlamaya başladıktan sonra, zaten hem Suriye'den hem de Irak'tan itiraz gelmeye başladı. “Türkiye sularımızı kesecek” gibi… Fakat tüm bu süreç içerisinde aslında Irak'ın ve Suriye'nin anlayamadığı konu tam olarak buydu. Çünkü Türkiye barajlar yapmak suretiyle akımı düzenli hâle getiriyordu.

Akım 100 m³’e ne zaman düşüyor? Sulamaya en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda, yani yaz aylarında. Yaz aylarında 100 m³ gibi normal doğal akımı olan bir nehirden kim nereyi nasıl sulayacak, ne kadar sulayabilecek? Bunu sağlayacak olan şey, işte o depolanan sudur. Yani Fırat Nehri üzerinde Keban, Karakaya, Atatürk, Bilecik ve Karkamış; Dicle Nehri üzerinde Dicle, Kral Kızı, en son yapılan Ilısu Barajı ve sonra Cizre Barajı… Bunların bazılar zaten su tüketen barajlar değil. Yani su tüketmekten kastımız nedir? Sulama amacı olan barajlar değillerdir, kimisi elektrik üretme amacıyla kullanılır. Mesela Keban ve Karakaya böyledir. Ama Atatürk Barajı'nda sulama yapılır. Ilısu Barajı aynı şekilde elektrik üretme amaçlıdır, yani sulama çok sınırlıdır. Onlarda büyük çaplı sulamalar yoktur. Ama mesela Dicle'de tam sınırda inşa edilecek olan Cizre Barajı’nda su tüketim faaliyeti olacaktır, sulama için su verilecektir o barajdan.

“Irak su alt yapısı konusundaki sorumluluklarını yerine getirmedi”
Irak’ın Fırat ve Dicle'yi ayrı havzalar olarak değerlendirmesi hakkında neler söylersiniz hocam?

Irak, çok uzun yıllar boyunca müzakerelerde Fırat ve Dicle'yi ayrı havzalar, ayrı nehirler olarak alma görüşünü ısrarla sürdürdü. Çünkü aslında onlar da doğal olarak farkındalar ki Dicle Nehri, Fırat Nehri’nden daha fazla su taşıyor ve Dicle Nehri üzerinde su geliştirme faaliyetlerine hemen başlanamayacağı görüşündelerdi. Bu yüzden sadece Fırat üzerinden bir müzakere süreci yürütmek istiyorlardı. Suriye de daha sonraki yıllarda Irak’ın bu görüşüne katılmıştı. Fakat Türkiye'nin ısrarı şudur: Fırat ve Dicle aslında tek bir havzadır. Tek havza, iki nehir. Hem yapay hem de doğal yollarla aynı yere, Basra Körfezi'ne dökülüyorlar, yani Şattülarap’ta birleşiyorlar. Ayrıca Irak'ta Tartar Çukurluğu'nda Dicle'nin fazla sularını saptırarak Bağdat'ı korumak amacıyla yapılmış bir kanal var; su oradan Fırat'a aktarılıyor. Böylelikle hem yapay hem doğal olarak da birleşik iki nehir Fırat ve Dicle. Türkiye’nin görüşü de o yüzden bu iki nehri beraber değerlendirelim şeklindeydi. Fakat hem uzun yıllar boyunca hem günümüzde, Suriye ve Irak bu fikre yaklaşmış değiller.

Irak’ta su kaynağı olarak Dicle Nehri’nin akımına veriler üzerinden bakmadığımızda konuyu anlayamayabiliyoruz. Türkiye'den çıktığında Dicle Nehri’nin yıllık ortalama akımı 16 milyar m³. Ama Irak'ın başkenti Bağdat'ın güneyinde Kut'taki ölçüm istasyonu uzun yıllar ortalaması 52 milyar m³ olarak ölçülmüştür, 50 milyar m³ diyelim. 50-16 olarak hesapladığımızda 34 milyar m³ Irak’tan (İran’dan kaynağını alan Zağros Dağlarından alan sular) ve Türkiye’den çıkan Büyük Zap vb. diğer su kaynaklarından oluşan miktar bu. Yani bu demek oluyor ki Türkiye'nin Dicle Nehri’ne katkısı 50 milyar m3’ün sadece 16 milyar m3’ü, yani yaklaşık %32'si… Geri kalan sular zaten ya Irak'tan ya İran'dan ya da Türkiye'den kaynaklanan sular. Iraklılar için veya coğrafyadaki diğer ülke yönetimleri için herhangi bir sorunu dış güce havale etmek en kolayı. Çünkü yıllar yılı hep bunun üzerinden propaganda yaptılar ve böylece kendi sorumluluklarını aslında ortadan kaldırmaya çalıştılar. Nedir sorumlulukları? Öncelikle su altyapısı dediğimiz şey -hem şehirde kullanılacak sular hem kırsalda tarımda kullanılacak sular hem de sanayide kullanılacak sular açısından düşündüğümüzde- çok hassas yapılardır. Yani öyle bir kere yapılıp bırakılacak yapılar değillerdir. Bunların daimî olarak yenilenmesi, kontrol edilmesi, bakımının yapılması gerekir.

“Irak’ın bir altyapı yatırımını yapmaya mecali de niyeti de yok”
Irak’ın su alt yapısının geçmiş 50 yılda gördüğü zarara dikkat çekiyorsunuz anladığım kadarıyla…

Şimdi 1980 yılından itibaren bir Irak'ın hâlini bir düşünelim. 45 yıl önce… İran-Irak Savaşı, arkasından Irak'ın Kuveyt’i işgali; 1991'de Amerika'nın öncülüğündeki koalisyon kuvvetlerinin Irak'a müdahalesi ve Irak'ın doğrudan 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyi olarak 3'e bölünmesi; 2003'te Irak'ın tamamen Amerikan öncülüğündeki kuvvetler tarafından işgal edilmesi, devamında iç savaş, hâlâ devam eden bir daimî kaos durumu... Şimdi bütün bu süreç içerisinde herkes takdir eder ki bu tür altyapıların bakımı vs. yapılması mümkün değil. Yani o sulama altyapısının yenilenmesi, geliştirilmesi oldukça güç. Özellikle de Irak’ın 2003'teki Amerikan işgalinden sonra ortaya çıkan hükûmetlerin ne kadar yolsuzluğa bulaştığını dikkate alırsak, böyle bir altyapı yatırımını yapmaya mecalleri yok, niyetleri de yok. Petrolden elde edilen gelirler hükûmetteki bakanlıklar arasında dağıtılmakta, çünkü rantın pay edildiği bir hükûmet sistemi var. Böyle olunca da tabii ki su kaynaklarının yönetimi, su altyapısının yenilenmesi vs. gibi şeyler mümkün olmuyor. Çok uzun yıllar boyunca Türkiye'den akaryakıt aldı Irak. Yani petrol üreticisi bir ülke olarak Türkiye'den benzin aldı, mazot aldı. Aynı şekilde İran'dan aldı. Bunu dahi başaramayan bir yönetimden biz su altyapısını vs. geliştirmesini bekleyemeyiz.

“Türkiye’nin sınır aşan sular politikası tutarlı”
Peki, hocam dediklerinizden yola çıkacak olursak Türkiye Irak’taki su problemiyle ilgisi, alakası hiç yok… O zaman Chatham House’daki makalenin yazılış maksadı ne?

Chatham House’da çıkan yazıyı okudum. Herhâlde yazarın kendisi de Iraklı. Yalan söylemenin bir sistemi vardır ya araya bir iki doğruyu da katarak söylenir. Bu yazı da o şekilde bir işleve sahip. Türkiye baraj yaptı mı, yaptı. İran baraj yaptı mı, yaptı. Sular kesiliyor mu, kesiliyor. Öncelikle İran'ın kestiği muhakkak, çünkü İran'da çok ciddi bir su krizi var. Zağros Dağlarından Dicle’ye akan suları bundan en az 7-8 yıl önceden itibaren kesmeye ve kendi su fakiri olan bölgelerine, özellikle Huzistan bölgesine güneye aktarmaya başladı. Bu zaten İran'ın kendisi kabul ediyor. Bu nedenle de Irak'a giren sular ve Dicle enerjisine karışacak olan sular yaz aylarında kesiliyor. Bu kesin. Ama Türkiye'nin böyle bir şey yapma durumu zaten söz konusu değil. Birincisi, Türkiye bu sulardan elektrik üretiyor. Sonuçta türbinden geçtikten sonra yatağa bırakıyorsun tekrar suyu ve o doğal olarak akımına gidiyor. İkincisi, Türkiye'nin hiçbir zaman, hiçbir dönemde suları kesme vs. diye bir politikası da olmadı. “Suyu bir silah olarak kullanıyor Türkiye” gibi ifadelerde bulunanlar genelde ya konuya vakıf değillerdir ya da kötü niyetle yorum yapanlardır. Bunu bir kere kesin olarak ortaya koymamız gerekiyor. Türkiye'nin herhangi bir politikasında, herhangi bir döneme ait eleştirilecek birçok şey bulabiliriz. Ama 1960’lardan şu ana kadar Türkiye sınır aşan sular politikası oldukça tutarlı. Bu nedenle de Türkiye'nin sınır aşan sular politikasında komşuları susuz bırakması söz konusu değil, hiçbir zaman da olmadı.

Bu makaleyi yazan da muhtemelen Iraklı. Genellikle bu tür yazılar her yaz çıkar ya Suriye’den ya Irak’tan. Daima “Türkiye baraj yaptı, bizi susuz bıraktı” derler ama hiçbir zaman ne kadar su var, ne kadarı kesildi, Türkiye suların ne kadarını kullanıyor, bunlara dair bir şey demezler. Mesela Dicle Nehri örneğini verelim. Dicle Nehri'nin tam sınırında Türkiye Cizre Barajı'nı yapacak ve sulama için kullanacak. Az önce bahsettiğimiz 16 km³’ün sadece 6'sını kullanmayı Türkiye planlamış durumda. O da 1989’daki GAP Master planıyla. Ama o günden bugüne teknoloji de gelişti. Bu sefer hektar başına yıllık 15.000 m³ su planlandı. Şimdi o düştü 8'e, 9'a, hatta bazı bölgelerde 6'ya, 7'ye düştüğü de oluyor. O kalan su zaten tekrar yatağına verilecek. Çok büyük miktarlarda sulardan bahsediyoruz. Bunları öyle daimî olarak tutmak zaten teknik olarak da mümkün değil. Bunlar ara ara çıkar ya da pazarlık konusu Irak hükûmeti için. Aynı zamanda onu bir ara PKK meselesiyle ilişkilendirmeye de çalışıyorlardı. Suriye bu minvalde Baba Esed döneminde 1980'li yıllarda özellikle su ve güvenlik ilişkisi de kurmaya çalışmıştı. Ama değişmeyen tek şey şu, hangi rejim gelirse gelsin, baba Esad, oğul Esad, şimdiki Suriye devlet başkanının yeni yönetimi, hiç fark etmiyor. Veya Irak'ta Saddam yönetim olsun, sonra Amerikalıların getirdiği yönetim hepsi hep aynı şeyi tekrarlıyorlar. Çünkü üzerlerinden çok kolaylıkla o sorumluluğu atmış oluyorlar. Yani meseleyi Türkiye'nin üzerine yıkarak, dış güçlere yıkarak aslında sorumluluklarından kurtulmuş oluyorlar. Irak ve Suriye vatandaşlarından bunun farkında olmasını bekleyemeyiz. Öyle bir şey mümkün değil. Yöneticiler öyle deyince, onlar da öyle inanıyorlar.

“Bölge ülkeleri bu sorunu kendi aralarında çözmekle mükelleftir”
Yazıdaki “uluslararası güçler duruma müdahale etmeli” yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Uluslararası güçler deyince bunun içine Dünya Bankası da girer, Avrupa Birliği de girer. Onlar altyapıları, Irak devleti ile uzun yıllara yayılacak şekilde bir kredi anlaşması yoluyla yapabilirler. Bunda bir şey yok. Ama doğrudan doğruya, eğer havzanın tamamının yönetiminden bahsediliyorsa o başka bir konu. Orada artık devletlerin egemenliği meselesi gündeme gelir. Zaten Türkiye'nin 1960'lı yıllardan beri tutarlı olan politikasının içerisinde “konuyu üçüncü tarafların müdahalesinden uzak tutmak” ilkesi de vardır. Yani bu havza devletlerinin sorunudur. Havza devletleri bu sorunu kendi aralarında çözmekle mükelleftirler. Bu üç ülkenin egemenliğine halel gelmemesi gerektiği fikrindedir Türkiye. 80'li, 90'lı, 2000'li ve 2010'lu yıllarda her zaman hem Irak hem Suriye yönetimi (2011'den sonra Suriye-Şam yönetimi, Arap Birliği'nden atılmıştı iç savaş sebebiyle, onlar için 2010'a kadarki dönemde diyelim) Arap Birliği'nden böyle bir destek almaya her zaman çalıştılar.

Arap Birliği'nin klasik bir sözüdür, onlar “Arap suları” derler. Bu Arap sularının içerisine Dicle, Fırat, Asi de vardır; Ürdün Nehri de Nil Nehri de vardır. Bunların hepsine “Arap suları” diyorlar. Arap suları konusunda Arapların ortak bir tavır alması fikri vardır. Ama bu çok da mümkün olan bir şey değil. Yani 22 tane ülkenin farklı farklı çıkarları ve amaçları var. 22 tane ayrı başkentin çıkar grupları, grupların da ayrı ayrı farklı amaçları var. Onların ortak bir şey yapmaları beklenemez. Yine de dış destek bağlamında Arap Birliği'nden destek alma çabaları vardır. Ama Arap Birliği'nin Türkiye'yi bu anlamda sıkıştıracak veya herhangi bir konuda, herhangi bir ülkeyi sıkıştıracak ne takati vardır ne gücü vardır. Onu da söyleyelim. Avrupa Birliği yoluyla ya da başka bir donör kurumun, Irak’taki su altyapısını geliştirme faaliyetinin dışında su yönetiminin ortak hâle getirilmesi politikası gütmesini Türkiye kabul etmeyecektir. Türkiye 1980'li yıllarda ortaya koymuş olduğu üç aşamalı planla zaten neredeyse Suriye, Türkiye ve Irak'ın beraberce bu suların miktarını tespit etmesini, toprakların miktarını tespit etmesini ve ona göre tahsis edecek bir yapının kurulmasını istemişti, onlar derhâl reddetmişlerdi. Ne Suriye ne Irak hâlen bu üç aşamalı plan dediğimiz planı duymak dahi istemiyorlar. Böyle bir sorunumuz var. Ne olursa olsun, rejimler ne kadar değişirse değişsin, aynı hikâye şu anda da devam ediyor.

“Su sorunu, savaşla çözülemez”
Son yıllarda gündeme gelen “su savaşları çıkacak” meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suyun ciddi bir problem olduğu açık. Fakat “su savaşı” gibi ifadeler, 90'lı yıllarda Sovyetler çöktükten sonra yeni sorun alanı yaratmaya çalışan Batılıların uydurması biraz da. Çünkü savaş dediğimiz şey gerçekten hem maddi hem de manevi olarak çok maliyetli. Ortalama bir savaş uçağının, bir tankın ya da en küçük askerî birliği bir yerden bir yere yürütmenin, askerlere silah cephane sağlamanın, günlük iaşelerini vermenin ne kadar pahalı olduğundan bihaber insanlar. Fakat o bahsettiğim maliyetler eğer su kaynaklarının gelişimine, daha tasarruflu kullanılmasına ayrılırsa, zaten çok daha rahat bir komşuluk ilişkisi de ortaya çıkar. Savaş kesinlikle olmaz demiyorum. Su konusu savaş için güzel bir bahane olur, savaşmak istiyorsanız biriyle. Ama su savaşları olup da ne olacak? Irak ile Suriye, Fırat ve Dicle'nin kaynaklarını mı işgal edecek? Nehirlerin kaynaklandığı bölgeyi mi işgal edecek? Bunlar mümkün şeyler değil. Uluslararası ilişkilerde devletlerin akılcı davrandığına dair genel bir yargı vardır ama çok da kabul edilebilir bir şey değildir bu. Akılcı olmayan birçok davranışı var her devletin. Akılcı davranırlarsa ülkeler, savaşmaya gerek kalmayacaktır. Savaşla zaten sorunu çözemezler. İklim krizinin boyutlarını dikkate almadan söylemiyorum bu sorunda. Tabii ki iklim krizinin de etkisi var, olacaktır da. Ama kısa ve orta vadede en azından su savaşı bir olasılığı ben öngörmüyorum.

Peki hocam, daha düşük maliyetlerle suyun daha verimli kullanılması için birtakım önlemler alınabilir dediniz. Hem Türkiye hem Orta Doğu ülkelerinde neler yapılabilir?

Bir F-16 savaş uçağının ortalama maliyeti, 80-100 milyon dolar arasında. 80 milyon doları ortalama kabul edelim. 10 tane savaş uçağı 800 milyon dolar eder. Bu sadece kendi maliyeti. Onun idamesi, pilotunun eğitimi, silahları vs. gibi masrafları da var. Yani bir filonun 24 uçaktan teşekkül ettiğini düşünürsek, 24 uçaklık bir filonun maliyetiyle Irak'ın bütün sulama kanallarını betonla kaplayabiliriz. Hatta kapalı sisteme geçirebiliriz. Bu da zaten en büyük mesele olan kaynaktan aldığımız suyun son kullanıcıya, yani tarlaya ulaşmasındaki kaybı engelleyecek temel şey. Yani mesela şimdi Irak'a gitmiş olanlar görmüşlerdir veya videolarda vs. görüntülerde görebiliriz bunu. Kaynaktan su alınıyor ve tarlaya ulaşacak sular toprak kanallardan geçiyor. Yani kaynaktan 100 birim alıyorsunuz, 10 birim ancak ulaşıyor tarlaya. Hem birinci hem de ikinci kanalları betonla kapladığınız zaman su kaybını engellemiş oluyorsunuz. Bu da bahsettiğim bir filo uçaktan çok daha ucuza var olacak bir şey. Bunu demek istiyorum ben aslında. İstenirse yapılabilecek şeyler.

“Dünya değişiyor, dönüşüyor, hiçbir şey sabit değil”
Vahşi sulama ve buğday gibi su yoğun ürünlerdeki ısrar, su kaynaklarını tüketen en büyük iç etkenlerden biri olarak gösteriliyor. Irak'ın tarım politikalarını acilen ve köklü bir şekilde değiştirmesi mümkün mü? Bu konuda nasıl bir dirençle karşılaşılır?

Birçok sistem kullanılıyor sulamada öncelikle: Salma sistemli sulama, basınçlı sistemli sulama, bilgisayarlı basınçlı sulama var vs. Bunların sosyoekonomik dönüşüm gerektiren noktaları bulunuyor. Biz Güneydoğu Anadolu Projesi’ni yaparken sadece baraj ve kanal yapmadık. Projede çiftçinin de eğitilmesi, sosyoekonomik yapının değiştirilmesi de amaçlandı. Şimdi Irak'ta da bu tür bir projeye gidilebilir, suyun daha verimli kullanılması için. Ama kolay şeyler değil. Sulama sistemlerinin, gerekirse o kanalların kapalı olması, buharlaşma kayıplarının bile ortadan kaldırılması, basınçlı sistemlerin kullanılması gerekli. Suyu az tüketen ürünlerin yetiştirilmesi önemli. Mesela biz Irak'a gidip orada bu konuları konuştuğumuzda bazıları şöyle diyordu: “Biz Basra'da eskiden pirinç yetiştiriyorduk. Ama şimdi yetiştiremiyoruz.” Yani Basra'da da pirinç yetiştirmeyiver, o kadar sıcak yerde. Dünya değişiyor, dönüşüyor, hiçbir şey sabit değil. Yani onu da yapmayıver, başka bir şey yetiştir.

Yazıda şu da vardı mesela, bataklık Araplarından bahsediyordu. Orada ilginç bir şey söylüyor yazar. Dediğim gibi, arasına birkaç doğru bilgi sıkıştırıp genel kanıyı bozmak diye bir yöntem var, onu yapıyor. Bataklık Arapları var, evet. Ama söz konusu bataklıklar kurudu. Fırat Nehri ve Dicle Nehri'nin iyice deniz seviyesine doğru geldiği yerlerde, daha doğrusu yavaş aktığı, menderes yaptığı yerlerde bataklık oluşuyor tabii ki. Bunlar ne zaman kurutuldu? 1991'de Irak’ın Kuveyt’i işgali sebebiyle Birleşmiş Milletler Irak'a müdahale etti. Çatışmaların sona ermeye başladığı dönemde Bağdat yönetimine karşı ayaklanan Şii Arapları yaşam alanlarından ve geçim alanlarından mahrum bırakmak için Saddam Hüseyin döneminde bu alanlar kurutuldu. Ama o yazıda hiç bundan bahsedilmiyor. Sanki barajlar yapıldı da bu alanlar kurumuş gibi bir algı oluşturuyorlar. Hâlbuki ilgisi yok. O alanlar o dönemde kurutuldu ki o bataklıktaki Araplara, bataklık Arapları dediğimiz Araplara daha rahat ulaşabilsin, herhangi bir ayaklanmanın daha rahat bastırılabilmesi amacıyla. Bölgedeki Arapların geçim kaynaklarını yok edip onları dağıtmak, o bölgeyi insansızlaştırmak için Saddam yönetiminin uyguladığı bir yöntemdi. Bundan hiç bahsetmiyor yazar. Sadece bataklıklar kurudu diyor. Bilakis 2011'de bataklıklara rehabilitasyon için çalışmalar da yapılmıştı. Tabii ki tamamını kurtarmaları mümkün mü, değil mi, onu teknik olarak ben bilemiyorum veya ne aşamaya geldi şu an bilmiyorum ama bataklık bölgesini tekrar canlandırmaya çalıştıklarını biliyoruz. Çünkü orası çölleşiyor, Erbil'e kadar çöl kumları rüzgârla tüm Irak’a yayılıyor. Bu da tabii ki insan sağlığı, hayvan sağlığı ve çevre için oldukça zararlı bir şey, onu engellemek için onlara tekrar rehabilite etmeye çalışıyorlardı. Ne hâle geldi, şu an bilgim yok. Veya ne kadar bölümü yapıldı, bakmak lazım yani şu an için. Böyle bir durum var.

 “Güneydoğu Anadolu Projesi’nin hayata geçirilmesi ile Türkiye bu bölgelerin en azından su anlamında bir şekilde güvenliğini teminat altına aldı” diyebiliyor muyuz, Irak ile kıyas yaptığımızda?

Irak'la karşılaştırmak mümkün değil tabii ki. Ama bu su kaynaklarını değerlendirmemek gibi bir şansımız zaten olamazdı Türkiye olarak. Çünkü çok büyük bir potansiyel var hem toprak olarak hem su olarak ve insan kaynağı olarak; bunu değerlendirmememiz mümkün değildi. Biz elektriğe muhtacız, yani enerji açığı olan, enerjiyi dışarıdan alan bir ülkeyiz. O nedenle de ihtiyaç duyduğumuz bir şeydi. Bir yandan da tarımsal sanayiyi de geliştirmek amaçlanmıştı GAP ile. 1960'larda bu planlanan şeydi. GAP için yapılan harcamaların enflasyona yol açtığına ilişkin birtakım şeyler tabii ki hep söylendi ama ne kadar etkisi vardır gerçekte bilemiyorum. En büyük yatırımcı kuruluş DSİ’ydi o dönemlerde. Ama tabii ki ne kadar buna neden oldu bilmiyorum, bir iktisatçının en azından o dönemdeki GAP’a dair harcamaların enflasyon üzerindeki etkisine ilişkin bir çalışma yapmasında fayda var. Ancak o zaman kesin bir şey söyleyebiliriz. Onun dışındaki değerlendirmeler biraz havada kalıyor gibi geliyor bana.