Sanding Dreams: Kuma gömülen hayaller

Haberin Eklenme Tarihi: 13.11.2025 14:02:00 - Güncelleme Tarihi: 13.11.2025 14:04:00

Rus yönetmen Anton Mamykin, ilk uzun metrajı “Sanding Dreams” ile çağdaş Rus sinemasında giderek az rastlanan bir şeyin peşine düşüyor: Sessizce büyüyen bir iç çatışmanın, coğrafyanın ruhuyla birleştiği bir kişisel hikâye. Hikâyenin yüzeyinde bir “eve dönüş” anlatısı duruyor olabilir ama derinlerde “bir gencin kimliğini ve hayallerini, toz ve kumla kaplı bir gerçekliğin içinde yeniden tanımlama çabası” var.

Filmin merkezinde “Paşa” adlı (Mark Eydelshteyn) genç bir karakter yer alıyor: Uzay hayalleriyle yanıp tutuşan bir füze bilimi öğrencisi. St. Petersburg’da okurken yeteneği ve çabasıyla gerek hocalarından gerekse arkadaşları tarafından takdir edilen bir öğrenci Paşa. Ailesi Rusya’nın Şoyna köyünde yaşıyor; kumla örtülü bu küçük köyün tek geçim kaynağı turna yemişi ve balıkçılık. Zar zor geçinen bu insanların köyün dışına çıkması da oldukça zor; kum fırtınası yoksa belki haftada bir gün, o da on kişinin ancak sığabileceği bir küçük bir uçakla mümkün. Doktor bile ancak böyle gidip gelebiliyor köye. Bu içe kapalı köyden dışarı çıkabilmiş tek kişi Paşa. Kardeşiyle, annesi ve babasıyla Rusya’nın uzaya fırlattığı füzeleri ve ardından düşen parçaları izleyerek büyütüyor uzay tutkusunu. Öyle ki bu tutku onu uluslararası bir uzay akademisinden burs almaya kadar götürüyor.

Ancak ailesiyle ilgili acil bir durum haberi aldığında St. Petersburg’un umut dolu dünyasından çıkıp, ülkenin uçsuz bucaksız kuzeyindeki küçük köyüne dönmek zorunda kalıyor. Bu dönüş çağrısı sadece babasının vefatını değil, dağılan bir ailenin toparlanma sorumluluğunu da omuzlarına yüklüyor. Bu yüzden bu yolculuk Paşa için fiziksel bir geri dönüşten de öte hayal ile sorumluluk arasındaki çatışmanın sembolü oluyor. Film boyunca Paşa, kendi geleceğiyle geçmişi arasında sıkışıyor; tıpkı uzaya fırlatılmayı bekleyen ama yerçekiminden kopamayan bir roket gibi.

Anneyi ve hayatı geri getirmek

Paşa’nın annesi rolünde Darya Ekamasova, sessiz bir gücün temsilcisi. Mamykin’in ifadesiyle, bu rol özel olarak Ekamasova için yazılmış gibi. Karakteriyle film, yalnızca bireysel bir hikâyeden çıkıp, aile bağlarının evrensel yükünü taşımaya başlıyor. Onun mektuplarıyla başlıyoruz filme; onun ailesine, çocuklarına olan bağlılığı ve umuduyla muhatap oluyoruz önce, daha Paşa’nın hikâyesini dahi bilmeden. Zor bir coğrafyada ailesine can olmaya çalışan bir karakterin, kayıpla yaşadığı yıkım biz seyirciyi de derinden etkiliyor o yüzden. Depresyonun sessiz çığlığını ve kaldırması güç ağırlığını Darya Ekamasova usta oyunculuğuyla doğrudan perdeden kalbimize yansıtıyor.

Bir yandan kendi gerçekliğini unutan, öte yandan iki oğlunun da yaşamına dokunamayan bir anne, bir kadın olmak, pek çok içsel mücadele alanını daha açıyor. O yüzden biz sadece Paşa’nın vazgeçişlerini ve fedakârlıklarını izlemiyoruz. Bir kadının kendisine biçilen rollerde nasıl bocaladığına da şahit oluyoruz. Depresyonun bireysel çırpınışları, kıvranışları; anne bilincini ve sorumluluklarını da geride bıraktırıyor elbette. Paşa ve kardeşi; bu depresyonu ikinci bir kaybın korkusuyla ancak kavrayabildiğinde ve bu mücadelenin bir parçası olabiliyorlar, büyümeyi başarabiliyorlar. Evet, film “Aile mi, yoksa hayaller mi?” gibi bir ayrımdan soru sorduruyor ama asıl yaptığı şey bu sorunun işaret ettiği zıtlığı yok etmek oluyor. Annenin buradaki rol değişimi, bu yok edişin temel faktörü oluyor.

Hayal ile sadakat arasında, teknik dünya

Film, Mamykin’in kendi biyografisinden ilham alıyor, büyük şehirlerin vaat ettiği hayaller ile doğup büyüdüğün yerin çağrısı arasındaki çatışmadan besleniyor. Ural Dağları’nın küçük kasabasında doğup St. Petersburg’a taşınan Mamykin, belli ki Paşa’da kendi gençliğini yeniden yaratmış. Gerçekliğin izlerini de taşıyan Mamykin’in anlatısı; yalnızca diyaloglarla ya da senaryodaki hikâyeyle değil, mekânın kendisiyle de konuşuyor.

Filmin önemli bir kısmı, Arktik’teki efsanevi Şoyna köyünde geçiyor; yani kumlar tarafından yutulmuş, âdeta doğanın unutulmuş bir sayfası. Görüntü yönetmeni Vladimir Borisov, bu köyü öyle bir çerçeveye alıyor ki kumun her hareketi, rüzgârın her dokunuşu, sanki Paşa’nın iç dünyasının bir yankısı gibi hissediliyor. Görüntüler elbette olağanüstü. Bir anda deniz kıyısında, bir anda çöl benzeri bir boşlukta hissediyoruz bir izleyici olarak kendimizi. Bu coğrafi belirsizlik, kahramanın ruhsal belirsizliğiyle kusursuz biçimde örtüşüyor. Bazen kum fırtınaları büyüyüp her şeyi yutmaya hazırlanırken, bazen de denizin dinginliği bizi alıveriyor. Gösterilenler; karakterlerin içinde, zihninde, ruhunda cebelleştiği duygularla devleşiyor; bizim de ruhumuza çarpıveriyor.

Şoyna’da yapılan yerinde çekimler ise filme ayrıca “belgesel gerçekçiliği” de kazandırıyor. Her şey hissedilir derecede dokusal: rüzgârın sesi, eski bir evin çıtırtısı, kumun ahşap duvarlara vurduğu an… Borisov’un kamerası izleyiciyi sadece izlettirmiyor; çölün hissi soğuğunu, denizin taşıdığı nemi, kimsenin kalmak istemediği bir mahallede çöken yalnızlığı da hissettiriyor. Elizaveta Krikunova’nın düzenlemeleriyle ortaya çıkan kurgu da hızlı bir tempoyu değil, düşünsel bir akışı tercih ediyor. Film ilerlerken, olaylar kadar duraklamalar da önem kazanıyor. Evin penceresinden yansıyan manzara, bir anlık çocukluk hatırası ya da kumun içine gömülüp gitme arzusunu taşıyan bir sürü sahne… Hepsi Paşa’nın zihninde yankılanan evrenin parçaları gibi. Bu ritim, izleyiciyi düşünmeye davet ediyor; film bitse bile duygu yüklü o sahneler zihne kazınıyor.

Denizi, umudu aile için yeniden çağırmak

“Sanding Dreams”, kolay hazmedilen bir film değil. Büyük dramatik patlamalar yerine, duygusal katmanları kum gibi yavaş yavaş biriktiren bir yapıya sahip. Paşa’nın hikâyesi, beklenilenin aksine uzay hayalleriyle değil; toprağın, kumun ve aile bağlarının ağırlığıyla şekilleniyor. Bu yönüyle film, son dönem Rus sinemasının içe dönük, şiirsel damarını; Zvyagintsev’in “Leviathan”ını ya da Balagov’un “Tesnota”sını hatırlatıyor.

Anton Mamykin, ilk filmiyle büyük laflar etmiyor, ama küçük bir hikâyeden “evrensel bir yankı” çıkarıyor: “Hayaller bazen uzaklarda değil, tam da ayağımızın altındaki kumların içinde gömülü olabilir.”