Ömer Lütfi Akad: Türk sinemasının koca çınarı

Haberin Eklenme Tarihi: 18.11.2025 17:26:00 - Güncelleme Tarihi: 19.11.2025 10:01:00

Sinema tarihine baktığınızda bazı isimler vardır; filmlerinden çok bir dünya görüşü, bir çalışma ahlakı ve ardından gelenlere bıraktığı yöntemle hatırlanırlar. Ömer Lütfi Akad da işte böyle bir figür: 20. yüzyıl Türk sinemasının kurucu kuşağından, üretken, disiplinli ve öğretici bir ustaydı Lütfi Akad. 1916’da İstanbul’da başlayan ve 2011’de son bulan yaşamı boyunca; Türk sinemasının gelişiminin doğrudan aktörü, yaratıcısı, yön vereni oldu. Kendine özgü sinema dilini inşa etmiş, Cumhuriyet’in erken döneminden itibaren yaşadığı süreci beyaz perdeye sanatın toplumsal perspektifiyle yansıtmış, üretimiyle “auteur” olarak adlandırılan nadir yönetmenlerden biriydi. Öyle ki açtığı bu yeni pencere; Türk sinemasındaki birçok yönetmenin bakışını, görüsünü, üslubunu etkilemiş, uzun yıllar takip edilen bir sinema geleneğini üretmişti. Burçak Evren’in de belirttiği üzere “Akad, çınardan da öte bir şeydi Türk sineması için. Belki de o çınar ağacının köklerinden biriydi.”

Böylesine dallanıp budaklanan, zenginleşen ve yeşeren bir geleneğin yaratıcısı, “ustasız usta” olan bu duayeni peki ne kadar iyi tanıyoruz, hangi filmlerini izliyoruz? Gelin biraz daha yakından takip edelim; perdeye bu sefer üstadın hayatı yansısın.

Cumhuriyet ile birlikte bir auteur doğuyor!

2 Eylül 1916’da Birinci Dünya Savaşı’nın ağırlığını ve yıkımını taşımaya çalışan Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde doğmuştu Ömer Lütfi. Her ne kadar savaş atmosferinde doğsa da kültürel açıdan büyük bir dirilişin temelinin atıldığı bir dönemde büyümüştü. Millî Mücadele ruhuna ve Cumhuriyet’in kuruluş heyecanına şahit olarak geçirmişti çocukluk yıllarını. Önce Fransız Sainte Jeanne d’Arc Okulu’nda, ardından da Galatasaray Lisesi’nde eğitim gördükten sonra İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu Maliye Bölümü’nden mezun olmuştu. Daha o yıllarda Cumhuriyet’in zengin sanatsal üretimlerinden etkilenmeye, tiyatro ve sinema yazıları yazmaya başlamıştı bile. Yazı yazma tecrübesi, ilerleyen dönemlerde onu auteur yönetmenliğine taşıyacak önemli adımların sadece ilkiydi elbette. Bu adımlar biraz tesadüfle biraz da kalbinin yönlendirmesiyle sinemaya doğru hızlıca atılmaya devam etti.

Askerliğinin ardından önce Osmanlı Bankası’nın açtığı sınavla kısa süreliğine memurluk yaptı, ardındansa Sema Film’de yapım müdürlüğüne başladı. Ardından da Lale Film ve Erman Film… Sinema serüveni de böylelikle bu müdürlüğün ardından geldi. Yardımcı asistanlıktan yapım yönetmenliğine; yarım filmleri tamamlama deneyiminden tek başına yönetmenliğe doğru uzanan bir yolculuktu bu. 1947’de Hürrem Erman’ın yapımcılığı, Seyfi Havaeri’nin yönetmenliğini yaptığı “Damga” filmi onun ilk yönetmenlik deneyimiydi. Seyfi Havaeri’nin filmi bitirmeden ayrılmasıyla kalan son iki sahneyi çekmişti. Buradaki başarısı, tek başına yönetmenliği devraldığı 1949 yapımı Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarlanan “Vurun Kahpeye” isimli filmini getirdi. Daha filmin rejisör koltuğuna oturacağını bilmeden önce Hürrem Erman’ın isteğiyle “Vurun Kahpeye” romanının film uyarlaması için sinopsisini yazmış; yoğun ısrarla yönetmenliğini üstlendiğinde ise senaryoyu yazarak plan plan resimli olarak sahneleri tasarlamıştı. Millî Mücadele dönemini idealist bir öğretmen olan Aliye Hanım üzerinden anlatan bu hikâye, izleyici tarafından da büyük bir beğeni ve coşkuyla izlenmişti.

Bu ilk deneyime rağmen sinemasal anlatımı ve sahneleri ile “Vurun Kahpeye” dikkat çekince ikinci teklif daha büyük oldu: Türk beşleri olarak bilinen ve ulusal müziğin üretiminde önemli figürler olan Ekrem Reşit Rey ve Cemal Reşit Rey’in yazıp besteledikleri “Lüküs Hayat.” Tiyatro sahnelerini coşkuyla dolduran bu operet, 1950’de filme çekilirken yönetmenliği Ömer Lütfi Akad’ın üstlenmesi istenmişti. Yine Erman Film’den çıkan bu yapımda Sezer Sezin, Halide Pişkin, Settar Körmükçü, Muzaffer Hepgüler gibi döneminin ünlü oyuncuları yer alırken; görüntü yönetmenliğini Yuvakim Filmerides, sanat yönetmenliğini ise Sohban Koloğlu üstlenmişti. Akad, bu filmde yenilikçi teknikler kullanmış, ilk defa playback üzerinden düzenleme yaparak müzik ve şarkılar için filme ayrıca ses kaydı almıştı. Operetin popülerliği ile ilgi çekse de film, tiyatro sahnesindeki deneyimin ötesine geçmediği için “Vurun Kahpeye” kadar öne çıkmamıştı. Erman Film’den çıkan “Tahir ile Zühre” ve “Arzu ile Kamber” de öyle… Akad için bu filmler “pazar"ın ifade ettiği gibi bir başarısızlık değildi. İstenilen gişe hasılatı sağlanamasa da Akad’ın bu filmler için çıktığı Bağdat ve Suriye yolculuğu ona pek çok şey katmıştı.

Yol Erman Film’den Kemal Film’e evrildiğinde ise önemli bir eşiği atlamış olacaktı. 1952’de yönettiği “Kanun Namına” adlı filmiyle Türk sinemasındaki tiyatro kökenli yönetmenler dönemini kapatmış, yerleşik üslubu yıkmıştı. Senaryosunu Osman F. Seden’in yazdığı; başrolleri Ayhan Işık, Gülistan Güzey ve Muzaffer Tema’nın paylaştığı bu film; bir şehir polisiyesi olarak izleyicisinin karşısına çıkmış, kamerayı sokağa taşıyarak toplumsal gerçekçi eğilimleri güçlendirecek teknik gelişmelere kapı aralamıştı. Zira hikâyesi, 1946 yılında İstanbul’da gazetelere yansıyan gerçek bir cinayet haberinden esinlenerek oluşturulmuştu. Çekim de ancak kendi mekânında yapılabilirdi. “Ben kamerayı aldım, seyircinin gözünün… sokaktaki insanın gözünün içine soktum. İstanbul’un günlük yaşayışı içine girdik. Arefe günü Kapalıçarşı’nın karşısında bir sahnenin dört kere çekimini yaptık. Köprü üstünde çekimler yaptık” diyordu Akad. Bu her yönden bir ilkti.

Bu ilk tohum sinemaya atıldıktan hemen sonra meyveleri hızlıca toplanmaya başlandı: “Katil” (1953), “Çalsın Sazlar, Oynasın Kızlar” (1953), “Öldüren Şehir” (1953), “Bulgar Sadık” (1954), “Vahşi Bir Kız Sevdim” (1954), “Kardeş Kurşunu” (1955), “Görünmez Adam İstanbul’da” (1955) … Kemal Film ile birlikteliği 1955’te son bulmasının ardından ise filmografisi bambaşka boyutta çeşitlenmeye başlayacaktı. Zira Yaşar Kemal’in hikâyesinden çıkan “Beyaz Mendil” (1956), Atilla İlhan’ın senaryosunu yazdığı, Sadri Alışık ve Çolpan İlhan’ın rol oynadığı “Yalnızlar Rıhtımı” (1959) onu ustaların arasına katan filmler olmuştu. Zira büyük kalemlerin anlatımlarını şairane şekilde beyaz perdeye aktarabilen nadir yönetmenlerdendi.

1959’da çektiği “Zümrüt” filmine kadar ise farklı birçok yapım için bir sürü film çekmeye devam etti; “Meçhul Kadın”, “Kalbimin Şarkısı”, “Ak Altın”, “Kara Talih”, “Dağları Delen Ferhat”, “Meyhanecinin Kızı”… Bu filmler diğerleri kadar ses getirmedi. Fakat “Zümrüt”; kamera üslubunu da denediği film olarak kilit bir role sahipti. Artık asgari düzeyde kamerayı oynatıyor, hatta neredeyse sabit bırakıyordu. Bu hem çekim hem de izleme edimi açısından farklı bir deneyimi perdeye yansıtıyordu. “Kamerayı zorda kalmadıkça sabit tutuyorum, bu da beni oyuncularla, sağa, sola, daha önemlisi derinliğine bir hareket yaratmak zorunda bırakıyor. Böylece kesme yapmadan oyunculardan sırasına göre tek tek değişik değerde çekim ölçekleri, ikili üçlü toplu çekimler, dutumun gerginliğini sağlayacak uzun sahneler sağlayabileceğim” diyordu bu tekniğini açıklarken.

“Zümrüt”ün ardından “Ana Kucağı” adlı film, peşine de “Cilalı İbo’nun Çilesi”, “Yangın Var-Eski İstanbul Kabadayıları”, “Dişi Kurt”, “Sessiz Harp” gibi filmler geldi… Ardından da 1962 yılında Vedat Türkali’nin “Hüsamettin Gönenli” takma adıyla senaryosunu yazdığı “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmini çekti. Fakat Ayhan Işık’ın ve Sezin Sezin’in başrollerde oynadığı bu filmi, çeşitli nedenlerle Lütfi Akad değil, Memduh Ün tamamlamıştı. Bu yarım bıraktığı filmi çekerken; aslında başka bir alan üzerine de çalıyordu: Belgesel. Bu çalışmanın neticesinde “Unilever”, “Bir Gazetenin Hikâyesi”, “Tanrının Bağışı: Orman” isimli üç belgesel ortaya çıktı ve özellikle “Tanrının Bağışı: Orman” gerek izleyiciler gerekse eleştirmenler tarafından çok beğenildi. Öyle ki 1964’te Antalya Film Şenliği’nde “En İyi Belgesel Film” ödülünü aldı. Şimdi Akad için yeni bir dönem daha açılacaktı. Belgeselin gerçek dünyası onun filmlerine yeniden dokunacaktı.

Üçlemeler çağı: Anadolu, kent ve göç

1966 yılına gelindiğinde artık Akad için film yapma dönemi kapanmış, sinema yapma dönemi açılmıştı. Bu deyim ona aitti ve belli ki artık “pazar" için sarılmayacaktı artık makaralar. Bu yeni dönemin ilk filmi de Yılmaz Güney ile birlikte çalıştıkları “Hudutların Kanunu” olmuştu. Şanlıurfa ve Mardin’de çekilen film, sınırda kaçakçılık yapan köylüleri sömüren toprak ağalarını, toplumsal yozlaşma ve bozuk düzeni konu alıyordu. Anadolu’daki toplumsal sorunlara doğrudan değindiği diğer filmler de 1967’de ardı sıra geldi. Kan davası gibi kanayan bir yaraya dikkat çeken “Ana” ile iki düşman aşiretten gelen gençlerin aşkını anlatan “Kızılırmak-Karakoyun.” Bu üç film, “Anadolu Üçlemesi” olarak tanımlanarak toplumsal gerçekçi sinemanın Türkiye’deki önemli örneklerini oluşturmuştu.

Toplumsal gerçekçilik yaklaşımı Akad’ı aynı zamanda “ulusal sinema” tartışmalarının da içine çekiyordu. Keza halk masallarından ve destanlarından izler taşıyan olay örgülerini sade ve öz bir biçimde beyaz perdeye taşıyan bir ustaydı. Bu ustalığı her ne kadar bu tartışmalara örnek oluşturacak sahneler doğursa da o bu konularda bir kutbun temsilcisi olmadı; istediği tek şey, kamerayı doğrudan toplumsal problemlerin burnuna sokmak; geçmişte sokağa çıkarmayı başardığı merceği Anadolu’ya taşımaktı.

Kentten, özellikle de İstanbul’dan vazgeçmedi. Anadolu Üçlemesi’nden sonra yeniden kente, İstanbul’a döndürdü kamerasını. Kent insanının hikâyesine odaklandı bu sefer. Hikâyesi Sait Faik Abasıyanık’ın “Menekşeli Vadi” öyküsünden Safa Önal tarafından uyarlanan 1968 yapımı “Vesikalı Yârim” bu üçlemenin ilkiydi. Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın başrollerini paylaştığı bu film; kendi hâlinde yaşayan evli bir manavın, pavyonda tanıştığı bir kadınla olan imkânsız aşkını konu alıyordu. Film kent yaşamını gerçekçi bir üslupla yansıtırken; duyguları da başarılı bir şekilde izleyiciye aktarmıştı. Öyle ki Şükran Ay’ın seslendirdiği “Kalbimi Kıra Kıra” şarkısı hâlâ o duygusal sahne ile akla geliyor.

Üçlemenin ikincisi ise “Kader Böyle İstedi” filmidir. Nilüfer Koçyiğit’in ve İzzet Günay’ın oynadığı bu film ise zengin bir iş insanının kızı ile bir taksicinin aşkını konu ederek, sınıf farklılıklarına ve çatışmalarına dikkat çekmişti. Şehrin keşmekeşli ruh hâlini bir bakıma yansıtan “Seninle Ölmek İstiyorum” adlı 1969 yapımı film de üçlemenin son filmi olarak filmografisinde yer almıştı Akad’ın. Yine Türkan Şoray’ın ve İzzet Günay’ın birlikte rol oynadıkları bu film, aşkından akıl hastanesine düşen ve kendi mutsuzluğunda eriyen bir kadının aşkını ele alıyordu. Film karelerinden sadece şehir değil, şehrin taşıdığı bin bir çeşit hayat hikâyesi aktarılıyordu.

Toplumsal gerçekçilik eğilimlerinin en temel sorunsallarından biri bu sefer ele alınıyordu Lütfi Akad tarafından: Göç. Hem kenti hem kırsalı etkileyen önemli bir hikâyeydi göç. Akad’ın 1973 ve 1974’te Erman Film adına çektiği “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet” filmleri kırdan göç edip kentte tutunmaya çalışan insanların hayatlarına odaklanıyor; bu yeni üçlemeyle önemli bir soruna parmak basıyordu. “Gelin” Yozgat’tan İstanbul’a gelen Hacı İlyas ve ailesinin hikâyesine odaklanıyor; “Düğün” ise Güneydoğu Anadolu’dan İstanbul’a gelen bir ailenin seyyar satıcılık yaparak ayakta kalma mücadelesini konu alıyor, son film olan “Diyet” de yine İstanbul’a göç eden bir ailenin fabrikada çalışmasıyla yaşadıkları soruna dikkat çekiyordu.  Akad, bu üç filmde sadece göç sorununu değil; göçle Anadolu’dan taşınan başlık parası, yoksulluk, tutuculuk gibi yaralara parmak basıyor, gecekondulaşmadan sınıf bilincine kadar kentte oluşan yeni olguları da irdeliyordu. Bu ilkesel çalışma ona ayrıca “Düğün” ile birlikte 1974 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” ödüllerini kazandırmıştı.

Sinemadan televizyona doğru giden yol

Üçlemelerin arasında ve sonrasında elbette pek çok film daha çekti Ömer Lütfi Akad. “Yaralı Kurt” (1972), “Esir Hayat” (1974), “Gökçe Çiçek” (1973) bunlardan sadece birkaçıydı. Fakat çağ, artık televizyonundu. 1974’te İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olarak atanması sonrası TRT’nin kapıları, sinemanın önemli yönetmenlerine açılmıştı. Halit Refiğ, Metin Erksan ve Ömer Lütfi Akad gibi yönetmenler TRT için mini seriler yapıyorlardı. Akad bu serilere Ömer Seyfettin’in hikâyelerini uyarlayarak başladı: “Diyet”, “Pembe İncili Kaftan”, “Ferman” ve “Topuz” bunlardan bazılarıydı.

Filmleştirdiği bu hikâyelerin yanı sıra yine televizyon için 1979’da Faruk Erem’in anılarından senaryolaştırdığı dört bölümlük “Bir Ceza Avukatının Anıları” film serisini de yönetmişti. Fakat 12 Eylül 1980 Askerî Darbe’nin ardından filme yeni yönetim tarafından yasak gelmiş, ancak 1989’da gösterime girebilmişti. Televizyona yaptığı işler dolayısıyla 1990 yılında tek yapımla devam etti; dört bölümden oluşan “Dört Mevsim İstanbul” adlı yarı belgesel yapımdı bu. Son çektiği film serisi…

Ama sinemaya katkıları asla bitmedi. 1974’ten 2003’e kadar İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı Sinema-TV Enstitüsü’nde dersler verdi, 1999’da anılarını “Işıkla Karanlık Arasında” adlı kitabında topladı, yazdığı hikâyeleri Milliyet Sanat’ta yayımladı. 19 Kasım 2011’de hayata gözlerini yumuncaya kadar sinemaya ve sanata olan tutkusu ve katkısı devam etti. Bedenen burada olmasa da ürettiği, yarattığı her kare, her hikâye hâlâ sinemaya dair, ülkemize dair, insanımıza ve toplumumuza dair bir şeyler öğretiyor. Hakikaten “Akad, çınardan da öte bir şeydi Türk sineması için. Belki de o çınar ağacının köklerinden biriydi.”

Kaynaklar

Ömer Lütfi Akad. Işıkla Karanlık Arasında. İletişim: 2016.

Prof. Dr. Oğuz Makal. “Türk Sinemasının Usta Yönetmeni Ömer Lütfü Akad Üzerine”. “Sosyal Bilimler Dergisi (2011): 83-88.

Dr. Atacan Şimşek. “Türk Sinemasında Bir Yönetmen Biyografisi”. Abant Journal of Cultural Studies 8/16 (2023): 126-137.

Dr. Tülay Çelik. “Batı’ya Açılan Pencereden Akad’ın Kadrajına: Avrupa Sinema Geleneği ve Kültürel Yatkınlıklar Bağlamında Lütfi Akad’ın Auteur Kimliğinin Analizi”. Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi (2023): 113-137.