“Beni duyabiliyor musunuz?”: On İkinci Ev
Haberin Eklenme Tarihi: 16.09.2025 17:02:00 - Güncelleme Tarihi: 16.09.2025 17:05:00Sahne açılıyor. Beyaz bir elbise, çıplak ayaklar, tahta bir bavul. Cam ile perde arasındaki daracık alanda bir kadın konuşuyor. Önce hiçbir şey duymuyoruz. Aramızda bir camekân var zira. Sonra bir türkünün sesi geliyor, ardından bir çağrı yükseliyor: “Beni duyabiliyor musunuz?” İşte o an, camekânın yalnızca bir dekor değil, oyunun derdiyle doğrudan bağlantılı olduğunu anlıyoruz. Sesini bastıran, “sesini yut” diyen tüm seslere karşı, bir camın ardında kendi sesini duyurmaya çalışan bir kadının hikâyesiyle karşılaşıyoruz.
Melek, hikâyesini anlatabilmek için konuşuyor, yazıyor, çiziyor, dinliyor, dans ediyor, isyan ediyor, itiraf ediyor: “Ellerim var, gözlerim var, saçlarım var… Bir de hiç geçmeyen siyatiğim var. Ama düzenli bir gelirim yok, sigortam yok. Evlenmedim, çocuğum yok. Yaşım geçiyor! Yaşım!”
İlk bakışta kişisel bir itiraf gibi duyulan bu sözler, kısa sürede başka hikâyelerin kapısını aralıyor. Bireysel olan, toplumsal olana karışıyor; Melek’in yaşamı ile sahnedeki kurmaca birbirine geçiyor.
1984 Mersin, Afetevler’de başlayan yolculuk böylece sahneye taşınıyor: Kürt-Alevi bir baba, Türk-Sünni bir anne, Arap-Sünni bir sevgili. Yasak aşklar, gözetleyen akrabalar, kasetlerden taşan şarkılar, intihar girişimleri, kesilen saçlar, içilen ilaçlar, taciz… Mersin’den Adana’ya, oradan İstanbul’a uzanan bu hat, yalnızca bir kadının değil, toplumun hafızasına dokunuyor.
Hayat hikâyelerinden etnotiyatro
Bu anlatı, bir otobiyografi olmaktan çıkıp kadınların, çocukların, mezhep ayrılıklarının ve yalnızlıkların ortak deneyimine açılıyor. İşte tam da bu noktada aklıma etnotiyatro kavramı geliyor. Amerikalı tiyatro eğitimcisi Johnny Saldaña insanların hayat hikâyelerinden ve gözlemlerden yola çıkarak sahne metinleri yazmayı “ethnodrama”, bu metinlerin sahnelenmesini ise “ethnotiyatro” olarak adlandırıyor. Bugün bu yaklaşım yalnızca akademide değil; topluluk temelli tiyatrolarda da karşılık buluyor. Özellikle yerli toplulukların kayıplarını ya da göçmenlerin ve kadınların deneyimlerini sahneye taşıyan projelerde önemli bir araç haline gelmiş durumda. Kişisel olanla toplumsal olanı bir araya getirerek bastırılmış hikâyeleri görünür kılıyor.
On İkinci Ev de böyle bir yerde duruyor. Melek Ceylan’ın kendi yaşamından çıkardığı parçalar, bireysel bir otobiyografinin ötesine geçip kolektif bir deneyime dönüşüyor: hem kişisel hem politik hem şifa verici hem de hesap sorucu bir performans. Ve seyirci de bu yükün dışında kalmıyor. Camekânın ardında sıkışan bedeni izlerken biz de sıkışıyor, anlamaya çalışırken yoruluyoruz. Yalnızca tanık olmuyoruz; kendi bedenimizde de bir ağırlık hissediyoruz. Sahne, izleyiciyi rahat koltuğundan kaldırıp anlatının içine, sorumluluğuna ve yüküne ortak ediyor. “Beni duyabiliyor musunuz?” artık yalnızca sahnedeki kadının değil, seyircinin de kendi kendine yönelttiği bir soruya dönüşüyor.
Salih Usta’nın yönetmenliğinde, Dilan Yoğun’un hareket tasarımıyla sahnelenen bu tek kişilik oyun, son dönemde izlediğim en ilham verici işlerden biri. Otantik, yaşayan, dokunan bir performans. Bir kadının sesiyle başlayan ama hepimize ulaşan bir çağrı: “Beni duyabiliyor musunuz?”