Ağrıyan yerleri bandajlayanlar: Mumyalar
Haberin Eklenme Tarihi: 28.04.2025 20:51:00 - Güncelleme Tarihi: 29.04.2025 12:41:00Unutmak ve hatırlamak eylemleri, varoluşsal bir hikâyenin bitmek bilmeyen döngüsünü oluşturur. İnsanların, toplumların, ülkelerin, savaşların, kuruluşların ve yıkılışların hikâyesinde bu eylemler rol oynar. Yaratımlar da bir unutuş ve hatırlayış sunarlar. Yeni bir toplum yaratırken, yeni bir yönetime hazırlanırken geçmiş yeniden tasarlanır; travmalar ve zaferler inşa edilir. Hakikat, bu örgüler içerisinde ya unutturulur ya da hatırlanmasına müsaade edilmez veya belli ölçüde, belli sınırlarla hatırlanması istenir. Bu bir savaş, kıyım da olabilir, bir rejim de… Zira demokrasiler monarşiyi, liberaller komünizmi, faşistler ise her şeyi geçmişin ötekisi hâline getirir ve yeni bir gerçeklik/hakikat var ederler.
Ulus devletler inşa edilirken de örneğin yeni bir geçmiş için unutma, hayali bir hatırlanma yaşanmamış mıydı? Benedict Anderson, Hayali Cemaatler’inde bu iki eylemle beraber bir yaratıma işaret etmiyor muydu? Ya da Vladimir Jankelevitch, toplama kampında yaşananlara kimse sesini çıkarmazken “Bizden affetmemiz ve unutmamız istendi mi?” sorusunu bu iki eylemin düalitesinde ve birlikteliğinde sormamış mıydı? Geçmişi bağışlamak ya da bugünü rıza ile yaşamak, zamansal bir iktidar kontrolü değil mi? Şimdi, bu sorular etrafımızda dolaşırken “unutuş” ve “hatırlayış”ın beraberliğinde yeni bir inşayı, tiyatral bir sorguyu “hatırımızda” tutalım. Her hatırlayışta yara alanların, yara aldıkça kendilerini bandajlayan mumyaların hikâyesine bakalım birlikte…
Kimliği çöplükte aramak: Geçmişin hurdaları arasında
Mumyalar adlı oyun, Ali Cüneyd Kılcıoğlu tarafından yazılmış. Mitos Boyut tarafından 2012 yılında yayımlanmış. Tek perdelik bu oyun, şimdi İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Ali Atilla Şendil rejisörlüğünde sahneleniyor. Geçimlerini çöp toplayarak sağlamaya çalışan, iki kardeşin hikâyesini anlatıyor: geçmişlerini unutan, hatırlamanın acı verici hâliyle yüzleşmeye çalışan iki kardeşin hikâyesi…
Rıza, muhtemelen iki kardeşten büyüğü. Yaşama unutarak tutunmaya çalışan; şehirdeki çöplerden, kıyı bucaktan teneke toplayan; kardeşine göre toplumun ondan beklediği realist düzleme daha yakın, sisteme daha adapte olmuş biri. Sorumlulukları atlatmıyor; her gün çöpleri karıştırıyor, ağır teneke materyallerini “Keramet” denilen yere getiriyor, en az dört kere bu görevi ifa edip para kazanıyor ve olur da kendisi daha önce ölürse kardeşi aç ve çaresiz kalmasın diye para biriktiriyor. Aldığı sorumluluklar, yaşadığı zorluklar onu kardeşine nazaran daha ciddi bir yapıya büründürmüş. Rıza’nın tutunuşunu, kardeşine kol kanat gerişini, kollayışını, yine de umutla çabalayışını Nişan Şirinyan’ın oyunculuğu ile izliyoruz.
Hasan ise daha heyecanlı, hayatın renklerinde kendini arayan biri. Öyle ki geçmişi film ve fotoğraf karelerinde buluyor; çok da ağır olmayan plastikleri Keramet’e götürmekten ziyade, eline geçen film afişlerini hayali dostuna anlatmayı, nereden karşısına çıktığını bilmediği fotoğrafları evin her yerine tek tek asmayı hayatının merkezine koyuyor. Hayalleri, umutları rengarenk olmasına rağmen gördüğü ve tanık olduğu her şey onun kalbini, ruhunu acıtıyor, hatırlamadığı ama “mutlu” olarak resmettiği geçmişin bir yerine gölge düşürüyor. Her şey eskiden de böyle miydi? Eskiden de hayat bu kadar kötü müydü? İnsanlar öldürülüyor, çocuklar terk ediliyor, doğa katlediliyor muydu, fakirlik hep mi vardı? Hasan’ın geçmiş tahayyülünde yoktu bunlar; anılarında yazlık sinemanın tadı vardı. Onu korkutan hayatın bu karmaşık ve acımasız yanıydı. Sahnede onun bu heyecanını, paniğini, çocuksu temizliğini Ali Ersin Yenar’ın oyunculuğunda buluyoruz.
İki kardeşin çatışmaları, birlikteliği, yaşama tutunmalarındaki ayrım da bu unutuşla şekillenmiş gibi. Biri hatırlamayı istiyor, diğeri ise unutmanın onlar için daha iyi olacağını düşünüyor. Nasıl bu eve geldiklerini, eşyaların nasıl yerleştirildiğini, duvarlardaki fotoğrafların kimlere ait olduklarını bilmiyorlar. Ele geçen bir parça sıcak poğaça, birkaç adet gül lokumu, şanslılarsa bir adet sigara onları yarına bağlayan yaşam kırıntıları oluyor. Yaşam sadece birbirileri için var olan bir olgu hatta onlar için. Kimlik, yaşamın iki kuruşluk nesnelere emanet ettiği bugünde sınırlı ancak. Bunun dışına çıkmaları, hatırlamaları, yani gün ışığına çıkmaları yasak, hatta karşılığı ölüm olan bir suç…
Siren seslerine sarılan bandajlar
Unutmayı en çok acı çektiğimiz anlarda isteriz; sancıyı yaratan kaynağın yok olacağını umarak. Fakat hayat, farklı zamanlarda farklı noktalardan yakalar yaralarımızı. Rıza ile Hasan’ın da şahit oldukları gündelik gündemlere dönüşen olaylar, ritüelleşen kontrol araçları, şiddetin karanlık yüzü geçmişin birer hatırlatıcısı olarak deşer içlerini. Çöpe atılan çocuklar, eşleri tarafından bıçaklanan kadınlar, intihar eden gençler, ölen kuşlar, … Her acı kaynağı, geçmişin hatırlatıcısı. Rıza “Hatırlamak acı verecek, o yüzden hatırlamıyorum” diyor, öyle de oluyor, yara alıyorlar bunlarla yüzleştikleri her anda.
Yaralar içte gerçekleşiyor, ağır çalışma koşulları bedene yansıyor, şiddeti ve kontrolü elinde tutan erkin yarattığı korku ise her yere yayılıyor; zamanı aşıyor. Siren sesleriyle kendini belli ediyor, bulmak için ışığı kullanıyor, gözlüksüz bakanı öldürecek bir ışığı; hakikatin ışığını…. Kardeşler kalplerinde, vücutlarında, zihinlerinde yaşadıkları her acıyı dindirmek için bandajlıyorlar kendilerini; kimi zaman kollarını, kimi zaman bacaklarını, kimi zaman bellerini… “Mumya gibiyiz… Suya kapılmışız, batmamaya çalışıyoruz” diyorlar. Hayat, yüzmeyi böyle öğretiyor onlara, istediği an unutturup istediği an hatırlatarak. Unutmak onları hem koruyan hem de sistemin çarklarına uyumu sağlayan bir olgu onlar için. Hatırlamak ise mücadele gerektiren, özgürlük umudu bir suç. Hatırlarlarsa meleklik unvanlarını kaybedecek, sürgün edildikleri dünyada kanatları kırılmışken üstelik.
Unutup sistemin içinde erimeye, çarkların meyvesini yemeye karar verdiklerinde ise sermayedarların arasına asla giremeyecekleri anlamaları çok sürmüyor. Sistem, onlara kim olduklarını sınıfsal bir dille hatırlatıyor. Hatırlamalarını istediği tek şey; rıza. Baz istasyonuna dönüşen evlerinden isyan bayrakları bu sınırla çekiliyor, siren sesi çalıyor ve erkin yaydığı ışık teslim olmayanları ayan etmek üzere doğuyor. Fakat artık gözlükler takılmıyor. Hakikat, geçmişin beraberinde aydınlanıyor. Hatırlama, ölümle birlikte gerçekleşiyor.
Psikiyatrist Judith Herman, Travma ve İyileşme adlı eserinde “Sosyal anlaşmanın belli ihlalleri, yüksek sesle söylenmek için fazlasıyla korkunçtur; bunun kelime karşılığı ‘dile getirilemez’dir” der ve her ne ise bu olayın hatırlanması ve anlatılmasına vurgu yapar. Herman’a göre hatırlama sadece kurbanın iyileşmesi için değil, aynı zamanda toplumsal düzenin onarılması ve yeniden inşa edilmesi için de önemlidir. Bu sebeple Rıza ile Hasan’ın hatırlama edimi, “dile getirilemez” acılarına sebep olan erke yönelik bir başkaldırıdır. İyileşme için tek yol, onarılması gerekeni dile getiren tek araçtır.
Kaynakça
Judith Herman, Travma ve İyileşme, Literatür: 2017.