Yükselen Çin ve ortakları
Haberin Eklenme Tarihi: 5.09.2025 12:49:00 - Güncelleme Tarihi: 5.09.2025 12:53:00Ve Çin beklenen hamlelerini, daha cesurca, daha net ve son dönem iyiden iyiye derinleşen ‘Batı-Doğu’ veya ‘Küresel Kuzey-Küresel Güney’ ayrımında tarafını daha güçlü belli ederek ortaya koydu. 30 Ağustos-1 Eylül tarihleri arasında Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesini Tianjin şehrinde ve iki gün sonra, 2. Dünya Savaşı’nın bitiş törenlerini, 3 Eylül’de Pekin’de, görkemli törenlerle ve önemli bir katılımla gerçekleştirerek tüm dünyaya kayda değer bir mesaj verdi.
Bu yıl geleneksel “9 Mayıs Moskova törenleri”nin daha sönük geçtiğinin değerlendirildiği bir ortamda, bu defa savaşın diğer cephesinde Nazi Almanya’sının bir numaralı müttefiki Japonya’nın yenilişinin ve savaşın bitişinin 80. yılı şerefine, Pekin’de düzenlenen etkinlikler belki de daha ilgi çekici, büyük çaplı ve uluslararası basında yansımaları oldukça dikkat çekecek şekilde gerçekleşti. Usta bir diplomatik organizasyonla, ŞİÖ toplantısına katılan pek çok lider, Çin’in doğusunda büyük bir liman ve sanayi şehri olan Tianjin’in hemen ardından başkent Pekin’de, bir nevi Çin’in askeri gövde gösterisine de dönüşen devasa organizasyonuna katılmak için hazır bulundu.
Bu yazımızda, günümüzde modern ve insancıl taraflarından ziyade, yakın geçmişte Doğu Asya’da daha saldırgan ve yıkıcı taraflarıyla bilinen Japonya’nın gölgesinde, son 80 yılda dünya gücü haline gelen Çin’e; Batı’nın ve özellikle ABD’nin, son günlerde başta Filistin’deki soykırım nedeniyle olmak üzere, yaşamaya devam ettiği meşruiyet krizi altında Doğu’dan yükselmeye devam eden birlikteliğe verdiği tepkilere ve ülkemizin, Batı paktı üyesiyken, Doğu ve Küresel Güney’in de mücadelesine en üst düzeyde sunduğu destekle, izlediği dengeli, çok-taraflı ve insani diplomasinin önemine özlü surette değinmeyi hedefliyoruz.
Tianjin’den Pekin’e, Çin’den sembolik ancak etkili hamleler
Rusya’da geçtiğimiz sonbahar, BRICS’in Kazan Zirvesi’nden bu yana ilk defa bu kadar geniş bir katılım ve organizasyonda, hemen hemen aynı liderlerin samimi görüntülerini dünya bir kez daha, bu defa Çin’den merakla izledi. En çok dikkat çekenlerse şüphesiz Ukrayna Savaşı’nın başından bu yana yurtdışı seyahatlerinin pek çoğunu kısıtladığı bilinen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, pek çok farklı kesimle artan diplomatik teması basına yansıyan Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve her daim ilgi odağında olan Kuzey Kore lideri Kim Jong Un oldu.
Kısa süre önce yıkıcı ABD-İsrail ortaklığındaki saldırıların hedefindeki İran lideri Mesud Pezeşkiyan, diplomasi ve barış yönünde kayda değer mesajlarını her gün uluslar arası kamuoyuyla paylaşan BM Genel Sekreteri Guterres ve Kafkasya’nın yeni müttefikleri Azerbaycan lideri Aliyev ve Ermenistan lideri Paşinyan’ın da katılımları önemliydi. Daha birçok Asya, Afrika ve Latin Amerika liderinin yanı sıra gözlemci ülkeler de hazır bulunurken, ülkemizden en üst düzeyde, Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde bir heyet de, ŞİÖ toplantısına katılım sağladı.
Pekin’deki ihtişamlı gösteriler öncesi, ŞİÖ nezdinde sürdürülen görüşmelerde, üyeler arası Kalkınma Bankası önerisi ve enerji diplomasisinde alınan kararlar özellikle dikkat çekti. Bilhassa artık Avrupa pazarlarına iyiden iyiye uzaklaşan Rusya’nın, Çin’le bu konuda ilişkilerini zirveye çıkarmak istediği, aradaki stratejik ülke Moğolistan’ı da hesaplara katarak, önemli bir enerji ve boru hatları işbirliği platformu oluşturduğu söylenebilir. Batı dünyasını görmezden gelecek ve tabi ekonomik süreçte zarara sokacak bu yeni boru hatlarının yanında, Çin’in de diğer ülkelere özellikle finans-alt yapı-teknoloji yatırım sözleri, ‘Küresel Güney’ ve Asya ile Afrika ekonomileri için bu yılki toplantıların en önemli gündemini meydana getirmiş oldu.
Yükselen Çin’in arka planı: Yakın tarih boyu süren Japon saldırganlığı
Nazi zulmü ve Avrupa’daki yıkıcı savaşın gölgesinde, 2. Dünya Savaşı’nın (1939-1945) Asya ülkeleri için Japon askeri gücüyle yarattığı dehşet ortamı, en azından dünyanın belli bir kesiminde, bazen unutulur veya ikincil sırada zikredilir. Ancak, Çin’de 1949’da gerçekleşen Mao liderliğindeki Komünist devrimi ve günümüze kadar ideolojik ama kalkınmacı bir tabanda ilerleyen hikâyeyi tam olarak anlamak adına, tarihsel perspektife ve bu manada, Japon İmparatorluğu’nun bilhassa, 1930’lardan 1945’e kadar süren Çin işgaline ve ortaya çıkan büyük yıkımlara da ayrı bir bölüm açmak gerekir.
Bu bağlamda, 2. Dünya Savaşı sonrası hep ‘saygın ve insancıl’ yönleriyle bildiğimiz Japonya’nın, özellikle Çin’i de kapsayan Asya topraklarında bir dönem işgal, tecavüz ve haksız kıyımlar üzerine kurulu, bir diğer ifadeyle ‘Doğu’nun Nazileri’ edasıyla, devam ettikleri siyaset, bugün doğrudan olmasa da dolaylı surette yükselen Çin gerçeği tarafından daha sık gündeme getirilmektedir.
Hitler’in en yakın müteffiklerinden Japon İmparatorluğu, 19. yüzyıl modernizmiyle ve temel olarak Meiji Restorasyonu eliyle (1868) hızla kalkınmaya başlamış, Batı tarzı ordu kurmuş ve bugüne kadar hızla süren sanayileşme macerasına girişmiştir. Ancak bu süreç aynı zamanda emperyalist bir genişleme stratejisini beraberinde getirmiştir. Batılı güçlere benzer şekilde 19. yüzyıl sonlarından itibaren Asya’da yayılmacı ve saldırgan bir politika izleyen Japonya, 1894–1895 Birinci Çin-Japon Savaşı’nda Çin’i yenmiş, günümüze kadar devam eden sorunlara da etki eden, Tayvan ve Kore toprakları üzerinde nüfuz kazanmış; 1904–1905 Rus-Japon Savaşı’nda ise, ilk defa büyük bir Avrupalı/Batılı standartlarda gelişen bir orduyu (Rusya İmparatorluğu) yenen ilk Asyalı güç olmuştur.
1931’de Çin’deki yıkıcı hamlelerine hız veren Japonlar, Mançurya’yı işgalle başlayan bu dönemde, kısa sürede Şangay, Nanjing (Nanking), Wuhan, Kanton gibi büyük kentleri işgal etmiş, bu esnada sadece askeri değil sivil anlamda da Çin’de çok büyük zayiatlara yol açmıştır. Bunlardan en bilineni olan, Nanjing Katliamı (1937–1938) esnasında, 6 hafta boyunca, tam tespiti zor olsa da 200.000–300.000 arasında Çinli sivil ve savaş esiri öldürülmüş; on binlerce kadına toplu tecavüz edilmiş; kimyasal ve biyolojik silah denemeleri (bakteri yayma vb.) kasabalar ve kentlerde Çinli sivil halk üzerinde denenmiştir. Çin kaynakları ve tarihçiler, bu dönemde 14–20 milyon arasında sivil ve asker kaybından söz ederken, ortak görüş 10 milyona yakın sivilin doğrudan Japon şiddetinden hayatını yitirdiği yönündedir.
Sonuç olarak, Başkan Trump’ın da ahiren verdiği bir demeçte belirttiği gibi, ABD’nin dâhil olması ve keza ayrı türden bir “insanlık suçu” olarak kayda geçebilecek 1945 Ağustos’undaki Hiroşima ve Nagazaki bombalamaları sonrasında, durmak bilmeyen Japonya saldırganlığı ve Çin’deki işgal son bulmuştur denilebilir. Ancak bu gelişmeler, günümüz Batı Bloğu’nun değişmez bir üyesi ve teknolojinin merkezi haline getirilen Japonya’nın, çok yakın bir tarihte, Asya tarihinin en kanlı sayfalarından birine imza attığı gerçeğini de değiştirmemektedir.
İşte bu nedenlerle, Çin iç siyasetinde, toplumsal belleğinde ve yükselen Komünist rejim ile yeni dönemin arka planında, bahsettiğimiz bu acı tarihin de önemli rol oynadığı unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, bu yazımıza konu son Pekin-80. yıl anması ve önemli katılımcılarıyla devasa askeri geçit töreninin, Çin için yalnızca bir zafer kutlaması değil, aynı zamanda ideolojik düzlemde, Japon yıkıcı militarizmine ve onu bugün daha “modern ve saygın” bir hale getirmiş görünen Batı zihniyetine karşı hafızayı canlı tutma amacı da taşıdığı rahatlıkla ifade edilebilir.
ABD ve Batı’nın duruşu, Trump’dan ilk tepkiler
ABD Başkanı Trump’ın son beyanatlarında ve sosyal medya paylaşımlarında, Şi Cinping’den dostum olarak bahsetmesi ve Pekin’deki özel askeri törene “çok güzel ve etkileyiciydi” diyerek övgüde bulunması dikkat çekti. Ama Trump’ın aynı zamanda, ABD'nin 2. Dünya Savaşı’ndaki katkısının anılmamasını da eleştirdiği görüldü. Sosyal medyası “Truth Social”daki son bir paylaşımında, bilhassa Rus, Çin ve Kuzey Kore liderlerini, “ABD’ye karşı komplo kurmakla” ironik bir şekilde suçladığı ve zamanında Avrupalı liderlere ifade ettiği gibi, “Savaşı kazanan biziz; biz olmasaydık, Almancayı konuşuyor olabilirdiniz” meyanında bir açıklamayı da bu defa keza Çin’e yönelik, ABD’nin Japonya’ya karşı verdiği mücadeleyi vurgulayarak vermiş olduğu görüldü.
Tabiatıyla, Sovyetler Birliği’yle birlikte ABD’nin 2. Dünya Savaşı’na dâhil olmasının ve verdikleri yoğun mücadelenin bugün yarattığı etki tartışılmazdır. Ancak, artık sıkça vurgulandığı üzere, Trump gibi tahmini zor, kimi zaman uzlaşmacı kimi zaman yıkıcı, ama her halükârda karşısındaki muhatabına ABD’nin doğrudan, bilhassa 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana devşirdiği gücü gerekirse yıkıcı yöntemlerle kullanmaktan çekinmeyeceğini ifade eden liderler altında, dünyanın artık daha farklı bir hal almaya başladığı da bir diğer gerçektir. Diğer bir deyişle, zamanında “bir araya gelmeleri zor” görünenlerin artık daha yakın birliktelik kurabildikleri, “onların sınır problemleri her şeye engel” vb. türden argümanlarla birbirlerinden uzak tutulan başta Çin, Rusya, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İran, Azerbaycan, Ermenistan gibi pek çok ülkenin, artık daha sık bir araya geldikleri ve Batı’ya doğrudan veya dolaylı mesajlarını ilettikleri bir dönemdeyiz.
Batı’nın başta Filistin’deki soykırıma kayıtsızlığıyla zirveye varan, yeni Alman Şansölyesi’nin, “Kirli işlerimizi yapan İsrail” beyanatlarıyla iyice ayyuka çıkan meşruiyet krizinde Batı, son 200 yıldır mirasını yediği Şarkiyatçılık tabanlı medeniyet üretimi siyasetinde de sona gelmiş olabilir. Haksız ve yıkıcı Rus saldırıları altındaki Ukrayna’nın dahi bu meşruiyet krizi altında gerektiğinde “araçsallaştırıldığı” bu dönemde, Batı’nın daha tarafsız, daha insani ve kendi “fildişi kuleleri”nden çok daha aşağıda bir siyaset geliştirme tarzına muhtaç olduğu barizdir.
Nitekim, böyle bir dönemde, bir ay BRICS, ertesi ay ŞİÖ, devamında basında daha az yer bulsa da CICA, EİT, ASEAN gibi, Asya ve Avrasya merkezli pek çok kurumun faaliyetleri ise son sürat devam etmektedir. Ve bu çok-taraflı girişimleri birçoğunun ortak paydasında temel olarak, Batı’nın, başta 18. ve 19. yüzyıllar sömürgecilik ve oryantalizm felsefelerinden güç alan, rasyonalizm ve modernizmle süslediği, ancak her halükarda Avrupa ve ABD merkezli, tek-taraflılığa mesafeli duruşlar olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Türkiye: En üst düzeyde temsil, Asya’ya ve Doğu’ya verilen tartışılmaz önem
Ülkemizden, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ŞİÖ’de ülkemizin “Diyalog Ortaklığı” çerçevesinde en üst düzeyde temsiliyeti şüphesiz ses getirirken, Pekin’de düzenlenen 2.Dünya Savaşı törenlerinde de Dışişleri Bakanı Fidan ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Bayraktar’ın hazır bulunmaları aynı zamanda kayda değerdi.
Türkiye, tabiatıyla 2. Dünya Savaşı sonrası dengeleri, SSCB’nin halen en çok eleştirilen ve tarih kayıtlarında en çok konuşulan Stalin gibi bir liderinin doğrudan tehditleri, Cumhuriyet döneminde önü alınamayan ekonomik sıkıntıları altında ve esasen bu esnada, ABD ve İngiltere lobiciliğinin de başarısıyla, 1950’lerden itibaren oldukça hızlı surette NATO’nun en aktif üyelerinden biri olmayı seçti ve etkin bir askeri güç olarak, Batı ve NATO birlikteliği içinde bugüne kadar önemli başarılara imza attı.
Ancak Türkiye gelinen aşamada, yakın tarihi boyu süreç iç siyaset karmaşasında, bitmeyen terörle mücadelesinde, farklı ve gün yüzüne çıkmayan suç örgütleriyle ve başta FETÖ olmak üzere, devletin kurumsal yapısına derin yaralar açan sapkın yapılarla mücadelesinde ve hatta Kıbrıs Türklerinin bir dönem yaşadıkları zulüm altında girişilen meşru insani müdahalelerinde dahi, tam bir koordinasyon ve destek sürecine giremediği, gerek ABD gerek NATO ittifakında, belirli bir denge sağlaması gerektiğinin artık daha net farkında olduğu bir dönemdedir. Bu nedenle, bazı Batılı siyasetçilerin yoğun eleştirilerine, hatta ambargo ve iktisadi tehditlerine rağmen Türkiye, başta ŞİÖ olmak üzere, BRICS, Rusya-Çin ittifakı, Türk Dünyası, Kafkasya ve İsrail’in bir gecede yakıp yıkmayı seçtiği İran gibi kadim coğrafyalarla yakın ilişki ve diplomasiye devam edecek bir durumda pozisyon almıştır.
Çin’deki söz konusu faaliyetlerin ve burada dile getirilenlerin, esasen “hegemonyaya karşı duruş” temeli içerdiği, son olarak İsrail’in eylemlerinde bariz şekilde görülen yıkıcı ve yayılmacı güç dengesi yerine, “milli egemenliklere dayalı, çok kutuplu bir dünya modeli’ üzerinde şekillendiği yönünde görüşlerini savunanların sayısı giderek artmaktadır. Rusya-Ukrayna, Hindistan-Pakistan, Ermenistan-Azerbaycan gibi tarihi ve güncel pek çok ihtilafda da bu yönde hakkaniyet esaslı çözümler büyük önem taşımaktadır. Bu çerçevede, Türkiye’nin yukarıda özetle vurguladığımız duruşu ve her tür badireye rağmen izlemeye kararlı göründüğü denge diplomasisi, dünyada git gide güç kaybeden insani ve vicdani temeldeki atılımlara destek çıkmakta; her tür Şarkiyatçı ve ayrımcı tezahürün de karşısında konumlanarak, özünde, 1923’te genç Cumhuriyet’e ruh veren bağımsız karaktere ve özerk dış politika gerçeğine de uyumlu hareket tarzını ifade etmektedir.