Sürmene'nin dik yamaçlarında bir demlik çay hikâyesi
Haberin Eklenme Tarihi: 13.10.2025 16:50:00 - Güncelleme Tarihi: 13.10.2025 18:11:00Güneş, Karadeniz'in hırçın dalgalarını nazlı nazlı aydınlatırken, Sürmene'nin dik yamaçları bir yorgan gibi sisle örtülüdür. Havada iyot kokusuna karışan keskin, taze bir koku vardır: çay kokusu. Bu koku, sadece bir bitkinin değil, bir coğrafyanın kaderini, nesillerin emeğini ve bir kültürün ruhunu taşır. Burası, her filizin bir ailenin umudu olduğu, her yaprağın alın teriyle toplandığı yerdir. Sürmene'de hayat, çay filizleri patladığında başlar ve son hasatla birlikte bir sonraki bahara kadar demlenmeye bırakılır.
Sürmene’de çay üretimi, aslında ülkeye çay fidanlarının dikilmeye başlandığı yıllara dayanıyor. Aslında oldukça yeni, coğrafyanın köklü tarihini düşündüğümüzde hele de. Çay üretimine ilişkin ülkemizdeki bilinen ilk girişim Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında, 2. Abdülhamid döneminde gerçekleşiyor. Fakat ilk denemeler Bursa’da yapıldığı için ekolojik koşulların uygun olmaması sebebiyle başarılı olunamıyor. Bu başarısız denemelerin ardından 1918’de Halkalı Yüksek Ziraat Okulu hocalarından botanikçi Ali Rıza Erten, 1. Dünya Savaşı’nın ardından da Ziraat Genel Müdürü Zihni Derin, Karadeniz’de çay yetiştirmenin mümkün olup olmadığına ilişkin çeşitli incelemeler yapıyorlar. Zihni Derin’in Rize’deki çalışmaları sonuç verince 1923’te ilk çay fidanlığı kuruluyor ve ertesi yıl Derin’in çabaları ile “Rize İli ve Borçka İlçesinde Fındık, Portakal, Mandalina, Limon ve Çay Yetiştirilmesine Dair 407 Sayılı Kanun” kabul ediliyor. Yeni kurulan Cumhuriyet’in ekonomik koşulları ve ileriki yıllarda yaşanan Büyük Buhran’ın etkileri malum. Bu sebepte sekteye uğrayan zirai yatırım, ancak 1930’lu yılların sonuna doğru o da Ankara Ziraat Fakültesi’nden bir heyetin çalışmaları ile yapılabiliyor. Dolayısıyla da ilk yaş çay yaprağı hasadı da Rize’de 1938’de başlıyor ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından ilk çay fabrikası 1947’de açılabiliyor. 1960’lı yıllara değin ise Ordu, Giresun, Trabzon ve Artvin’in birçok iline, köyüne çay fidanları yayılmaya, coğrafyanın birincil tarım ürünü oluyor.
Trabzon’un nadide ilçelerinden biri olan Sürmene’nin de çay serüveni bu hikâyenin bir parçası olarak başlıyor. Peki dedelerimizden miras kalan ve bugüne kadar devam eden bu serüvende neler yaşanıyor; her gün belki kahvaltımıza, belki yorgunluğumuza, belki hararetli sohbetlerimize eşlik eden bir bardak çay nasıl üretiliyor; hangi işlemlerden geçiyor? Gelin, önce çay bahçelerinin boydan boya kapladığı köylere, ardından makinelerin uğultularıyla donanan fabrikalara konuk olalım.
Üreticinin nasır tutmuş ellerindeki hesap
Sürmene'nin yüksek köylerinden birindeyiz. Bugünün ismiyle “Koyuncular Mahallesi”, eski ve bilinen ismiyle “Vadon”. Güncel nüfusu 172… 172 kişi… Köyün daimî sakinleri bu kadar belki ama ata toprağına hasat zamanı gelenlerle birlikte bu sayı daha da artıyor. Tabii her ne kadar çay hasadı mayıs ayında gerçekleşse de çaya verilen emek sadece bu süreçten ibaret değil, bu sebeple de mevsimlik göç buraya daha öncesinden başlıyor. Peki ata toprağında yaşayan üreticiler, hasada kadarki bakım diliminde çay fidanlarını nasıl hazırlıyorlar, üretimde verimi artırmak için neler yapıyorlar? Onların dilinden dinleyelim şimdi. Mehmet amca anlatıyor: “Çayın verimini arttırmak için önce otunu temizliyoruz, gübreyi veriyoruz. Daha çok verim alabilmek için de hayvansal gübre kullanıyoruz. Ardından toprağın havalandırmasını sağlıyoruz. Sonra da çayın olgunlaşmasını bekliyoruz. Geri kalan iş mevsimde… Hava şartlarının uygunluğu verimi arttırıyor, don olmaması bizim için iyi bir şey.”
Hasan Ali amca ise bu gübreleme işleminin mart, nisan ve mayıs aylarında yapıldığını söylüyor. 20 senedir bu işle uğraşan Hasan Ali amca, “Mayıs, Haziran gibi ilk hasadı alıyoruz” diyor. Üçüncü hasat ise eylülün sonları, ekim gibi yapılıyor: “Mayıs ayındaki hasatta gübre vurulduğu zaman fazla verim alınır, ikinci hasat biraz daha düşük olur. Üçüncüsü ise en az ürün aldığımız hasattır. Çünkü son kırımda çok yaprak dökülür, temizlenmesi zordur. Üzerinde dal biriktiğinde çay pek olmaz, çayın güneşe vuran kısmı açık olmalıdır. Çay, hem güneş hem yağmur ister, bu yüzden de her yerde çay yetişmez. Bol yağmur ve güneş alacak ki çay yeşersin.”
Köyün nüfusu oldukça az, bu sebeple çay hasadı köy halkı tarafından yapılması oldukça güç. Bu durum yevmiye usulü ile ilerliyor ve elbette bu durum üreticileri kazanç noktasında zorluyor. Mehmet amca şöyle anlatıyor: “Araziyi işletmek için yevmiyeciye, hasat sonrasında da taşıyıcılara ödeme yapıyoruz. Bu da çok pahalıya mal oluyor. En aşağı 2.500-3000 TL bir işçiye günlük olarak ödeme yapıyoruz. Bazı çay kıran işçiler 3.000-3.500 TL alıyor. Eğer köyden değil de şehirden geliyorsa işçinin ayrıca yol masrafını da karşılıyoruz, yemek ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Dolayısıyla bir işçi günlük olarak bize 4.000 TL’lik masraf oluşturuyor. Yıllık rekolteyi zar zor karşılıyor bu durum da… Üreticiye çok az kazanç kalıyor. Köy halkı yaşlılardan oluşuyor, çayı kırması çok zor. Bu yüzden de işçilere ihtiyaç duyuyoruz.”
Hasan Ali amca ise kendisi kırıyor çayını. 15-20 günde bitirdiğini söylüyor bir kırımı: “Ben kendim kırıyorum çayımı, yevmiyeye para versem, gübresi vs. yarısı işçiye gidiyor kazancımın.” Peki kırıldıktan sonra ne oluyor, ÇAYKUR’un çay alım günlerinde çayın bir kısmını ambarlara götürüyorlar ve orada çaylarını teslim ediyorlar. Onun da diğer üreticilerinin de asıl canını sıkan olay ÇAYKUR’un kota uygulaması oluyor elbette. Bu kota tüm üreticileri özel sektöre yönlendiriyor. Mehmet amca özel çay fabrikalarına ürün vermenin zorluklarından ise şu şekilde bahsediyor: “Kota sebebiyle ÇAYKUR’a istediğimiz kadar çay veremiyoruz. Dönüme göre çayı veriyoruz, elimizde kalan çayları da bu sefer özel çay firmalarına veriyoruz. Onlar da fiyatları düşürüyor. Kilo başı ÇAYKUR 25 TL veriyorsa özel sektör 19 TL veriyor. Bu da biz üreticileri zorluyor ekonomik açıdan.”
Bu sene hem ÇAYKUR hem de özel sektör tarafından açıklanan taban fiyatları hakkında da Mehmet amca şöyle diyor: “Fiyatlar çok az, neredeyse %33 gibi bir oranla arttırıldı. Eskiden %50’ye kadar çıkıyordu. Bu sene üreticiler fiyattan şikâyetçi. Diğer seneler normal diyorduk, kurtarır diyorduk. Bu sene gübre fiyatları da arttı, işçi fiyatları da arttı. Ama üreticinin ürününe fazla bir şey verilmedi. Bu sene kurtarır mı, mecburuz, kurtarmak zorundayız.” Tüm bunların yanı sıra bu yılki çay rekoltesi de beklenilen miktarın altında üreticilerden aldığımız görüşlerden anladığımız kadarıyla. Hasan Ali amca “Geçen sene üç ton vermiştim bir kırımda. Bu aylarda 2,3 dolaylarında çay verdim. Don olduğu için çaylarımızın bir kısmı yandı” diyor ve ekim çayında alacakları verimi bekliyor.
Çayın üretimi maliyetli ve zor. Ucu bucağı çay bahçelerinin güzelliğiyle örtülü bu eşsiz coğrafyada bir bardak sıcak muhabbetin rayihası, bin bir emekle ortaya çıkıyor. Üreticiden dinlediğimiz meşakkatli yolculuğu böyle çayın. Hasattan alındığı gibi işlenip rafları süsleyen çayın gelin diğer süreçlerini şimdi fabrikalardan dinleyelim.
Fabrikadan raflara: Yeşil yaprağın siyah inciye dönüşümü
Toplanan taze, yeşil yapraklar çuvallarla alım yerlerine, oradan da devasa fabrikalara taşınıyor. İçeri adım atar atmaz, insanı mayhoş ama bir o kadar da cezbedici, fermantasyon kokusu karşılıyor. Burası, yeşil yaprağın o bildiğimiz siyah çaya dönüştüğü sihirli bir laboratuvar.
İster devletin güvencesi ÇAYKUR olsun ister piyasada kendine yer edinmiş özel bir fabrika, süreç neredeyse aynı: Soldurma, kıvırma, fermantasyon (oksidasyon) ve kurutma. Siyah çay, yeşil çay, beyaz çay ve hatta matcha…. Bu fabrikalarda çayın farklı hâlleriyle dahi karşılaşabiliyoruz ve hepsinin geçirdiği işlemler doğal olarak farklı oluyor. Biz de fabrikaları dolaşmaya başlıyoruz, önce kapılarını çalıyor, sonra hâl hatırlarını soruyor, ardından ikram ettikleri taptaze çaylarını içiyor ve yudumladığımız bu eşsiz içeceğin hikâyesini dinlemeye ve yerinde görmeye koyuluyoruz.
İlk durağımız Sürçaysan Çay Fabrikası oluyor. Sürçaysan Çay Fabrikası’nın sahibi, Sürmene’nin eski Belediye Başkanı Rahmi Üstün ile konuşuyoruz burada. Önce çayın üreticiden alınmasından satımına kadarki süreci dinliyoruz. Çayın standartlarından, dikkat ettikleri hususlardan şöyle bahsediyor: “Öncelikle kaliteli çayın oluşması lazım. Eğer bahçeden kaliteli çay alırsanız imalatını da kaliteli yapabilirsiniz, pazara da kaliteli sunabilirsiniz. Dolayısıyla vatandaş da iyi çay içmiş olur. Çayın üretim aşamaları tarladan, yani bahçeden başlıyor. Daha sonra fabrikada imalatı gerçekleşiyor. Bütün fabrikaların makineleri standarttır. Soldurma, kıvırma, fermantasyon, fırınlama, tasnif, paketleme… Alımdan başlıyoruz. Orada alım ekibimiz var. Çay kamyonlarla fabrikalara getiriliyor. Ardından da sırasıyla soldurma, kıvırma, fermantasyon ve fırınlama işlemleri gerçekleşiyor. Makineler eşliğinde bu işlemler gerçekleştikten sonra pazara sunuluyor. Ama öncelikle çayın kalitesi tarlada başlıyor.” Elbette bu kalitenin mevcut durumuna yönelik de şu anekdotu da ekliyor Rahmi Üstün: “Bahçelerimizdeki çayımız yaklaşık 70-80 senelik oldu, sökülüp yerine yeni çay fidelerinin dikilmesi gerekiyor. Dolayısıyla mevcutta tarladaki bitki kalitesinin iyileştirilmesi için yenilenmeleri lazım. Bu aslında çok büyük bir maliyet gerektiriyor. Devlet desteği olmadan mümkün değil, çiftçi bunu tek başına yapamaz. Kaliteli çay imalatı için öncelikle bahçedeki ürünün yenilenmesi gerek.”
Buna rağmen dünya standartlarında en kaliteli çayın ülkemizde üretildiğinin de altını çizen Rahmi Üstün; “Türk çayı dünya standartlarında kaliteli bir çaydır. Çünkü kimyasal ilaç kullanılmaz. Yaprağına herhangi bir ilaç sıkılmaz. Üzerine kar yağan bir bölgede yetiştiği için pestisit oluşmaz. Dünyanın değişik ülkelerinde ilaçlama yapılır. Hem ürün artırılma için yaprağa ilaç sıkılır. Hem de üzerindeki pestisitleri öldürebilmek için ona da ilaçlama yapılır. Türkiye’nin böyle bir şansı var. O açıdan dünya standartlarında en kaliteli çaylardan bir tanesidir” diyor.
Fabrikada çalışan sayısı değişken, Rahmi Üstün çayın kapasitesine göre çalışan sayılarının belirlendiğini söylüyor: “50 tonluk bir fabrikayla 150-200 tonluk bir fabrikanın işçi sayısı bir olmaz. Ama ortalama 100 tonluk bir fabrikada 3 vardiya üzerinden yaklaşık 70-80 kişiye yakın eleman çalıştırılıyor. Eskiden daha fazla otomasyon vardı. Otomasyon arttıkça, geliştikçe işçi sayısı azaldı. Sanayi kuruluşunda 70 veya 80 kişi, üç vardiya ile çalışıyor. Bunun içerisinde aşçısı var, bekçisi var, imalatta çalışanı var, ana kademede mühendisi var, personelde muhasebecisi var, var da var yani…”
İşin bir de pazarlama boyutu mevcut: “Satış pazarlama başlı başına bir sorun zaten. Orada işçi sayısı veyahut eleman sayısı tespit etmek mümkün değil. Çünkü nereye sattığınız önemli. Direkt pazarda gidip kendiniz pazarlamaya kalkarsanız çok zor bir iş. Orada çok elemana ihtiyaç var. Çok maliyet yükler. Ama son zamanlarda genellikle çayın %80'i yakın kısmını ulusal marketler satıyor. Onlar da sanayicinin elinden çayı ucuza nasıl alacaklarının hesabını yapıyorlar. Onlarla biz de çalıştık. Onlarla gidip pazarlık yapıyorsunuz. Onlar da sizin elinizdeki malı neredeyse zararına sizden alıyorlar. Onun deposuna gönderiyorsunuz. Orada satılıyor. Marka sizin veya son zamanlarda bu özel markaları da kaldırdılar. Kendi markalarına ürün yaptırıyorlar. Bu üç harfli marketler, ulusal marketler, kendi markası adı altında da satıyorlar.” Kendi marka değerlerinin oluşması açısından da yaşadıkları güçlükleri şöyle ifade ediyor Rahmi Üstün: “Marka değerinizin artması için reklam yapabilecek gücünüz olması lazım. Bir de reklamla beraber reklamın oluşturduğu kapasiteli kadar da üretim yapmanız lazım. 100 tonluk fabrikanın televizyonda reklam vermesinin hiçbir anlamı yok. Bir küçük ilde bile sizin ürününüz bitebilir. Güçlü bir firma olmanız lazım. Kapasitenizde en az 30-40 bin tonun üzerinde olması lazım.”
Yerli bir firma olarak ayakta kalmanın zorlukları da doğal olarak fabrikanın üzerine biniyor. Bu zorluklara dair ise Üstün “Bir defa ekonomik zorluklar var. Bugünün şartlarında -banka faizlerinin bu kadar yüksek olduğu bir zamanda- sanayicilerin ayakta durması zaten zor. Şu anda bile Türkiye'de çok sayıda firma iflasını veriyor. Çay sektörü de henüz konkordato ilan eden bir firma duymadım ama çalışmasını durduran çok sayıda fabrika var. Dönüştüremeyeceğini anladığı için imalat yapmıyor, kapalı tutuyor. Şartlar düzeldiğinde çalışırım diyor. İşimiz zor” diyor ve devlet desteğinin önemini şu sözlerle vurguluyor: “Çay sektöründe devlet desteğinin olması gerekiyor. Özel sektör kendi imkânlarıyla kavrulmaya çalışıyor. Zoraki ayakta duruyoruz.”
Hakikaten üretim bu kadar zorken, ayakta kalmaya bu denli çaba sarf ederken yine de çayın en kalitesi, en leziz hâli burada üretiliyordu, bu coğrafyada… Sadece siyah çay da değil. Bugünün çay içme alışkanlıklarına cevap verecek ürün çeşitleriyle… İkinci durağımıza geçiyoruz: “İki Çay”.
Turistik çay üretimi yapan "İki Çay" adlı bu fabrikaya konuk olup tüm aşamaları yerinde inceliyoruz, her makinenin işlevine şahit oluyoruz. Bu süreçte bize eşlik eden Aleyna Hanım her bir çay çeşidinin fabrikada geçirdiği işlemi şöyle anlatıyor ve dinlediğimizden ayrı olarak ilk yeşil çayın üretiminden bahsediyor:
“İki buçuk yapraktan oluşan filizler önce üreticiler tarafından ellerle toplanır. Yeşil çay üretiminde makas asla devreye girmez. Toplanan filizler işleme alınmadan iki ayrı havuzun içerisinde 100 ya da 120 derece sıcaklıklarda alt üst edilip yakılmadan haşlanır. Bunun sebebi bitkinin içerisindeki acı suyu çıkarmaktır. Acı suyu çıkan çayımızın daha bütün hâlinde kıvrım kıvrım durmasını sağlamak için kıvırma makinesinin içine alırız. Haşlanan çaylar bunun içerisine alınır. Dairesel hareketlerle yaklaşık 5 ya da 10 dakika kıvırma işlemine bırakılır. Ve bu işlemin ardından kıvırılan çaylarımızı alırız. Tepsilerimizi ince bir şekilde yayarız. Daha sonrasında 100 derecelik fırınlarda 4 saatlik fırınlamanın ardından direkt olarak paketleriz. Fırınlardan çıkmış yeşil çayın son hâli de bu şekilde olur. Bunu böyle sıcak suyla temas ettirip demleme yapacak olduğumuzda ise bu iki buçuk yaprak yeşil hâliyle yeniden açılır.”
İlginç olan ise matcha’nın üretimi… Uzak Doğu’dan dünyaya yayılan ve popüler kültürün önümüze sürdüğü bu çay türü, artık Sürmene’de de üretiliyor. Aleyna Hanım’a kulak vermeye devam ediyoruz, bakalım nasıl üretiliyor matcha: “Yeşil çayın öğütülmüş hâli matcha. Matcha, bu işlemlerin hiçbirine maruz kalmıyor. Kendi doğal ortamında kuruttuğumuz yeşil çayı öğütüyoruz. Hiçbir işlemden geçmemiş olan bu çay; sindirim sistemini, metabolizmayı, bağırsak hareketlerini hızlandırmak için, özellikle yemek yedikten sonra oluşan şişkinlik ve hazımsızlık için, kabızlık ve ödem atmak için çok etkili.”
Ve çayın en kıymetlisi, en pahalısı: Beyaz çay. Aleyna Hanım’ın belirttiğine göre mayıs haşatında elde edilen iki buçuk yapraklık çayın en tepesindeki filizden yapılıyor, senede bir defa bu çayın hasadı yapıldığı için de çok az bulunuyor, Aleyna Hanım, “Çay bitkimizin işlem görmeyen tek yeridir” diyor ve yararlarını saymakla bitiremiyor: “Antoksidan ve besin değeri açısından en yüksek olan çay beyaz çaydır. Hücre yenilediği için kanser riskini azaltmaya, hafızayı ve kemikleri güçlendirmeye, alzheimer ve şekeri önlemeye yardımcı olur. Aynı zamanda saç ve cilt sağlığına oldukça iyi gelip, vücuttaki iltihabı azaltmaya yardımcıdır. Kilo vermeyi destekleyen, yağ yakımını iki katına kadar çıkartıp hızlandıran bir çayımızdır.” Yine de bu önerileri dikkate alırken doktora danışmayı unutmamak gerekiyor.
Bu anlatımın ardından fabrikayı gezintiye çıkıyoruz, yudum yudum boğazımızdan akan çay her merhalede buram buram burnumuza geliyor. Aleyna Hanım, daha önce dinlediğimiz siyah çayın serüvenini de her bir makineyi fabrikada göstererek anlatıyor: “Siyah çay beş aşamada yapılıyor. Bunlardan birincisi, öncelikle gördüğünüz bu yeşil duvarın arkasında bize gelen çaylar yaklaşık bir 10 saat işleme alınmadan önce soğdurulmaya bırakılıyor. Daha sonrasında ikinci aşama olarak büyük kazanların içerisinde daha küçük hâllere getiriliyor. Bunun ardından üçüncü aşamada 120 derece sıcaklıklarda çay 4 saat boyunca fermantasyon işlemine bırakılıyor. Bu fermantasyon işleminin sonucunda da çayımız yeşil renginden siyaha dönüyor. Ve ardından dördüncü aşama olarak bant yardımıyla büyük bacalı fırınlarımıza gidip yarım saat 120 derecede fırınlanıp kurutuluyor ve beşinci, yani son aşama olarak tozundan, çöpünden, odunundan ayrıştırılıp doğrudan paketleniyor.”
Çayın serüveni burada bitmiyor tabii, demlikle ve ardından bardakla buluşma süreci ise pek çok incelikle dolu…
Bir bardak tavşan kanı sohbet
Günün sonunda, İki Çay’da yorgunluklar bir kenara bırakılır ve Sürmene'nin yeşilliklerle örtülü manzarasına karşı ince belli bardakta çayla buluşulur. Buraya gelirkenki macerası, nasıl olmalıdır, hangi yollardan geçmelidir, Aleyna Hanım “Çayın demlemesi aslında tek bir yöntemden oluşmuyor. Hem çayın üzerine su eklenebilir hem suyun üzerine çay eklenebilir hem de soğuk demleme dediğimiz daha meşakkatli ve uzun süreli olan demleme yöntemi kullanılabilir” diyor ve klasik yöntemden başlıyor anlatmaya: “Klasik demlemede öncelikle demliğimizin üst tarafına çayımızı, alt tarafına suyumuzu ilave ediyoruz. Alt tarafta kaynamaya bırakmış olduğumuz su hafif fokurdamaya başlayınca ocaktan alıyoruz. Kaynar suyun içerisindeki oksijen miktarı azalacağından çayda acılaşma gerçekleşebilir, o yüzden suyumuz kaynama noktasına gelince altını kapatıyoruz. Kenarda bir 15-20 saniye kadar o fokurdamasının geçmesini bekliyoruz. Doğrudan 100 derece suyla çayı temas ettirirsek çayın haşlanmasına sebep oluruz. Daha sonrasında kaynamış ve durulmuş olan suyu üst demlikteki çayımıza gezdire gezdire değil, tek bir odak noktadan suyu döküyoruz. Eğer gezdire gezdire döküp bütün çayları ıslatalım dersek bu da çayın haşlanmasına sebep olur. Sonrasında çayımızı minimum 20 dakika demlemeye bırakıyoruz. Hazır olup olmadığını anlamadaki en basit yöntemlerden bir tanesi ise çaydanlığın kapağını kaldırdığımızda suyun üstte, çayın ise alta çökmüş olduğunu, oturmuş olduğunu görüyoruz. Bu da demek oluyor ki çayımız içmeye hazır.”
“Daha yumuşak, hafif biçimli çaylar seviyorsanız bu sefer yine önce suyunuzu kaynatırsınız. Yine 15-20 saniye fokurdaması geçene kadar beklersiniz. Bu sefer suyunuzun üzerine çayınızı ekleyip yine bir 20 dakika demlemeye bırakıp bu şekilde de tüketebilirsiniz” diyip ikinci yöntemi belirtirken soğuk demlemeden de bahsediyor: “Soğuk demlemede çaydanlığımızın üst tarafına da alt tarafına da soğuk su ilave ediyoruz. Alt tarafta kaynamaya bırakmış olduğumuz su, buharı ile beraber üstteki suyu kaynatır. Biraz daha uzun sürer bu, buharla kaynadığı için. Daha sonrasında yine ister suyun üzerine çay atarsınız ister ayrı bir demliğe çay ekleyip o suyu tekrar tek bir odak noktadan dökersiniz.”
Demleme inceliklerini öğrendikten sonra nihayet tadım aşamasına geçilir. Damak bu tadın zevkini yaşarken, akıl da gönül de bu süreçte yaşanılan zorluklarda takılı kalır.
Geleceğe demlenen umutlar
Sürmene'de çay, dik yamaçlara tutunmuş bir yaşam biçimidir. Artan maliyetler, iklim değişikliğinin getirdiği belirsizlikler ve genç neslin topraktan kopuşu gibi ciddi tehditlerle karşı karşıya olsa da bu yeşil mirasın kolay kolay pes etmeye niyeti yok. Zira Karadeniz halkı mücadelecidir, çetindir, çayı işlemeye devam edecektir. Belki de çözüm, organik tarıma, çay turizmine veya Sürmene çayına coğrafi bir kimlik kazandırarak markalaşmaya verilecek destekte gizlidir. Üreticinin, fabrikanın beklentilerine kulak vermenin sırasıdır belki… 27.428 nüfusluk bu güzel ilçenin kalkınması için, atadan kalma toprakları nitelikli işletebilmek için çabalayan çiftçinin duyulamayan sesi, belki makas tıkırtılarından duyulabilir, bu küçük gezinti neticesinde.
Güneş yamaçların ardında kaybolurken, fabrikalardan gelen o tanıdık çay kokusu tüm vadiye yayılıyorken ayrılmak mecburiyetinde kalıyoruz biz de. Bu koku, bir günün daha bittiğini ama yarın yeni bir umutla, yeni filizlerle her şeyin yeniden başlayacağını fısıldıyor. Çünkü Sürmene'de her demlik, içinde binlerce emekçinin hikâyesini, bir bölgenin geçmişini ve geleceğe demlenen umutlarını barındırıyor.