“Post-modern Lawrence sendromu” ve Manama Diyalog Forumu

Haberin Eklenme Tarihi: 5.11.2025 13:48:00 - Güncelleme Tarihi: 5.11.2025 14:01:00

Manama Diyalog Forumu (IISS Manama Dialogue), Körfez / Orta Doğu bölgesinin önemli bir güvenlik ve jeopolitik tartışma alanı olarak uzun yıllardır dikkat çekiyor. Bahreyn Krallığı’nın başkenti Manama’da 2004 yılından bu yana organize edilen anılan faaliyet bu yıl da 31 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında, yeni Suriye’nin Dışişleri Bakanı’ndan, bölgede baskın bir profil çizmeye devam eden ABD’li üst düzey isimlere, pek çok ülkenin dış işleri ve istihbarat yetkilisinden, İngiltere Dışişleri Bakanı’na kadar kayda değer isimleri ağırladı.

Ancak, Filistin’de 2 yılı aşan soykırımın izleri daha sarılmamışken, Sudan’dan insanlık adına uluslararası basın ajanslarına ve Birleşmiş Milletler’e ulaşan yürek burkan görüntüler, ayrıca İsrail gibi ülkelerin neredeyse tüm dünyanın oydaştığı insani meselelerde dahi, istediğinde ve “güvenliği için lüzum gördüğünde”, “başına buyruk” ve istikrar-bozucu surette devam edebildiği hareket tarzı, bilhassa Türkiye’yi de yakından ilgilendiren geniş bölgede, Manama gibi “çok-taraflı” platformlarda sunulan “diplomatik nezaket” içerisindeki konuşmaların ve tartışmaların da ötesinde düşünebilme kabiliyetini gerekli kılıyor.

Bu noktada, çok boyutlu ve eleştirel bir tarihselcilik içinde analiz yapılmak istendiğinde, ülkemizde de Osmanlı’nın yıkılış sürecinde çokça referans verilen namıdiğer “Arabistanlı Lawrence” lakaplı İngiliz istihbarat görevlisi Thomas Edward Lawrence (1888-1935) gibi isimlerce, 20. Yüzyılın başında ve bilhassa 1. Dünya Savaşı yıllarında (1914-1918), hemen hemen aynı coğrafyalarda icra edilen faaliyetlerin hâlen farklı suretlerde karşımıza çıkabildiği dikkat çekiyor. Âdeta modern dönem sonrasını ifade edecek şekilde, tarihi, dijitalliği, iktisadi ve beşerî ilişkilerle etnisiteyi ve toplumsallığı kendi çıkar ve kurallarına göre yeniden yorumlayan yetkililer eliyle, bölgede bir “post-modern Lawrence sendromu”ndan bahsetmek de bu manada kulağa mantıklı geliyor.

Manama Diyalog Forumu neden dikkat çekmeli?

Manama’da bu yılki toplantılarda da bir öncekilere benzer surette, Irak, Suriye, İran-ABD gerilimleri, İsrail-Filistin meselesi gibi konular gündemin merkezinde yer aldı. Buna artan dijital ve teknolojik gelişmeler de eklendi. Bu esnada “İsrail, üst düzeyden olmasa da farklı seviyelerden temsilcileriyle konferansa dâhil edildi mi” sorusu akıllara geldi ve bu tip forumların “bölgesel normalleşme” amaçlarını da taşıdığına dair tartışmalar konuya farklı boyut getirdi. Zira böyle bir dönemde bu tür toplantıların, İsrail gibi “soykırıma” varan suç dosyasına sahip ama bunu tümüyle reddetmeyi sürdüren bir ülkeyle “normalleşme meşrulaştırılıyor mu?” sorusuyla karşı karşıya kalması ve bazı çevrelerden sert eleştiriler alması oldukça normal algılanmalıdır.

Ayrıca ABD Başkanı Trump’ın ilk başkanlık döneminden bu yana gündeminin ilk sıralarında yer almaya devam eden ve İsrail’e de bölgede önemli bir rol biçerek, ilk etapta Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi ülkelerin de katılım sağladığı “2020 İbrahim Anlaşmaları” (Abraham Accords) hususunun Manama Forumu gibi platformlarda tabiatıyla gündeme gelmesi, insani mülahazalara bu dönem ne kadar aykırı olsa da “reelpolitik” hesapların bir gerçeği olarak düşünülmektedir. Ancak akılda tutulması gereken, Filistin’deki insani dram sonrasında yaşanan gerilimler bakımından İsrail’in, en alt seviyede uzmanları eliyle dahi, bu gibi yoğun katılımlı organizasyonlarda şimdiden temsil imkânı bulması, şüphesiz en başta böylesine etkinliklerin gelecekteki itibarına önemli seviyede gölge düşürecektir.

Buna karşılık katılımcı çeşitliliği ve uluslararası temsil bakımından güçlü yönleriyle faaliyet organizatörlerinin özellikle İsrail temelli eleştirileri bu yıl da bastırabildikleri ve çok farklı bölgelerden delegelerin katılımına vurgu yapabildikleri dikkat çekmiştir. Yine de bu gibi diyalog faaliyetlerinin önemi ortadayken, aynı zamanda “gerçek etki” ve “sonuç üretme kapasitesi” açısından beklentileri karşılayıp karşılamadığı yönünde tartışmalar gözden kaçırılamaz. Bilhassa içinde bulunduğumuz dönemde, “insan-temelli” gerçek barış ve iş birliği ortamı yerine, en başta insanı dışlayan reelpolitik tabanlı çıkar hesaplarının baskın çıkması hâlinde bu gibi forum ve diyalog faaliyetlerinin de ileriki yıllarda başarıyla sürdürülmesi ve uzun vadeli süreçlerde kapsayıcı somut sonuçlar alması zor görülebilecektir.

Büyükelçi Barrack ve ilgi çekmeyi sürdüren beyanatları

Göreve geldiği günden bu yana verdiği mülakatlarda oldukça dikkat çekici, kimilerine kalıpların ve diplomatik teamüllerin dışından ifadeleri olan ABD'nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, esasen meslekten gelmeyen bir diplomat olması ve Başkan Trump’ın yakın çevresinden önemli görevlere atanan iş insanları grubuna ait kayda değer bir isim olması nedenleriyle, kimi zaman “sıra dışı” olarak görülebilecek anılan beyanatları diplomatik çevrelerde çok da büyük bir “şok” etkisi yaratmayabilmekte ve tabiri caizse “sineye çekilebilmektedir.”

Ancak Barrack gibi yeni dönem “post-modern diplomatlar”ın yol açabildiği durumlar, pek çok ülke için diplomasinin değişen doğasını da işaret etmekte; “modern devletin” bazı kalıp, teamül ve kurallar bütününe sıkıştırdığı diplomasinin, belki de artık eski zamanlara da benzer şekilde “daha esnek” ve “limitleri geniş” bir sahada icra edildiğini bizlere göstermektedir.

Manama’daki son forumda da katılımcı olarak beliren Büyükelçi Barrack bu yönlü açıklamalarıyla tekrar gündeme gelmiştir. Verdiği mesajların başında dikkat çeken ise, başta Osmanlı’nın yıkılışında ve 1. Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere, Fransa ve onların mirasçısı ABD’nın izledikleri politikalarda önemli hatalar bulunduğuna, bölgedeki aktörlerin hareket tarzlarını da dikkate alarak, temelden değişimlerin gerektiğine vurgu yapması oldu.

Daha tartışmalı görülebilecek bir husus ise, esasen daha Filistin’deki acıların hesabı sorulmadan ve hatta ateşkese rağmen Filistin topraklarında yeni bazı saldırılara dahi İsrail güçlerince başvurulabilirken, Büyükelçi Barrack’ın, “Türkiye ve İsrail arasında yakınlaşma olabileceği” mesajını doğrudan paylaşması oldu. Başta BBC gibi etkili uluslararası basın ajanslarına da yansıdığı görülen ifadelerinde Barrack, faaliyette gelen sorulara da cevap niteliğinde, "Türkiye ve İsrail birbiriyle savaşmayacak" demiş ve bu iki ülkenin "çok da uzak olmayan gelecekte bir ticaret anlaşması” dahi imzalayabileceğini ileri sürmüştür.

Yeni dönem nüfuz imkânı adına “eski Lawrence”larla hesaplaşma

İngiltere dâhil diğer Batılı ülkelerle beraber, ABD’li Büyükelçi Barrack da Manama’daki son toplantıda tabiatıyla diplomatik nezaketi elden bırakmadı ve Gazze’de insani bir geleceğin inşasına atıfla, "Türkiye olmasa Gazze'de ateşkes olmazdı" gibi bir söylemle, başta ülkemizin ve diğer yapıcı aktörlerin rolünü teslim etti.

Öte yandan, Büyükelçi Barrack’ın bu açıdan evvelce bazı toplantılarda da dile getirmeye devam ettiği şu sözleri bir bakıma, “geçmişin Lawrence’larıyla hesaplaşma” anlamını da içermekteydi: "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden beri Batı'nın yaptığı her şey hataydı.” Ancak aynı toplantıda adı geçenin, bulunduğu Bahreyn krallığının da özelliklerini ve tarihini dikkate alarak, bölgede yalnızca “istikrara”, “barışa” ve "hayırseverliğe” meyilli “monarşi" tarzı yönetimlerin ayakta kalabildiğini savunması, yani bir bakıma başta 20. yüzyıl başında Lawrence ve devamındakilerin de desteğiyle kuruluş süreçlerini tamamlayan farklı Orta Doğu hanedanlıklarının bugün dahi başta kendileri için "işe yarayan" yönetim biçimlerine vurgu yapması, ayrıca kayda değer olmuştur.

Bu nedenledir ki son dönemde Suriye’den Filistin’e ve yaşanması muhtemel diğer tüm baş döndüren gelişmelerle masadaki temel meseleler, modern dönem sonrası, post-modern bir ticari/iş insanı diplomat tarafından da açıkça belirtildiği üzere, belki de hâlen geçmişten çok da farklı olmayan bir nüfuz vesilesi olarak algılanmalı ve buna uygun hareket tarzları için hazırlıklı olunmalıdır.  

Nitekim, “post-modern Lawrence sendromu”, tam da bu yapısal sürekliliği tarif eder: yani “Batı, artık harita çizmiyor ama yatırım planları yapıyor” denilebilir veya “doğrudan yönetmiyor ama yönlendiriyor”; “askerî üs kurmuyor ama dijital platformlar, fonlar ve savunma ihaleleriyle bölgesel stratejileri biçimlendiriyor” diye eklenebilir. Manama Diyaloğu gibi forumlar da bu dönüşümün yeni sahneleri hâline çoktan gelmiş durumda; burada konuşulan “barış” ve “bölgesel istikrar” söylemleri, çoğu zaman Batı’nın bölgeyi kendi güvenlik mimarisi içinde yeniden tanımlama girişimlerinin “yumuşak dili” veya kamu ve kültür diplomasisi aparatı olarak işlev görmekte; pek çok kesime de başta ekonomik emellerle cazip gelebilmektedir.

Sonuç olarak, “post-modern Lawrence sendromu”, sadece bireyler veya figürler üzerinden değil, Batı’nın bilgi, sermaye ve diplomasi ağlarıyla kurduğu yeni “hegemonya biçimleri” üzerinden de okunmalıdır. Bu hegemonya, tıpkı Lawrence döneminde olduğu gibi, bölge halklarının özne olma kapasitesini sınarken, “modernleşme”, “kalkınma”, hatta Filistin’deki gibi soykırımlara duyarsız kalırken, aynı anda “insanileşebilme” retoriğiyle meşrulaştırılmaktadır. Dolayısıyla bugün Orta Doğu’da esas soru klasik surette hâlâ aynıdır: Bölge kendi geleceğini kendi yazmak için çabalamaya devam mı edecek, yoksa yeniden dış aklın, bu defa “modernden çok post-modern bir kurgusuna” mı dâhil edilecek?