Küresel Sumud Filosu: Açık denizlerde hukukun katli
Haberin Eklenme Tarihi: 2.10.2025 12:48:00 - Güncelleme Tarihi: 2.10.2025 13:10:00Ekim 2025'in soğuk ve kaygılı sularında, umudun sessiz çığlığıyla yüklü kırk gemilik bir kafile, tarihin en kadim adaletsizliklerinden birine meydan okumak için yola koyuldu. Küresel Sumud Filosu, adını Filistin direnişinin simgesi hâline gelmiş “direnç” anlamındaki “sumud” kelimesinden alıyordu. İsrail’in 2007’den beri sıkı bir kuşatma altında tuttuğu Gazze Şeridi’ne insani yardım taşımak ve dünyanın gözü önünde vuku bulan bir insanlık trajedisine dikkat çekmek için uluslararası sularda ilerleyen bu filo; yalnızca gıda ve ilaç değil, aynı zamanda uluslararası hukukun onurunu da taşıyordu. Ancak uluslararası hukukun sınırlarını hiçe sayan bir güç, bu onurlu yürüyüşü, açık denizlerde silah zoruyla durduracak ve modern dünyanın hukuk ile kuvvet arasındaki ikiyüzlü ayrımını bir kez daha tüm çıplaklığıyla gözler önüne serecekti.
Sumud: Bir direnişin adı ve insani bir çağrı
“Küresel Sumud Filosu” ismi, boşuna seçilmemişti. Sumud, Filistin halkının onlarca yıllık işgal, toprak gaspı ve şiddet karşısında geliştirdiği varoluşsal direniş stratejisidir. Göç etmemek, toprağına, zeytin ağacına, evine sahip çıkmak, hayatta kalmak ve varlığını inatla sürdürmektir. Bu filo, işte bu ruhu denizlere taşıyordu. Pasif, sivil ama son derece politik bir eylemdi bu. İçlerinde Greta Thunberg, Ada Colau, Mandla Mandela gibi isimlerin bulunduğu, 44 farklı ülkeden yaklaşık 500 parlamenter, avukat, doktor, gazeteci ve aktivist, bir insanlık görevi için bir araya gelmişti.
Filonun taşıdığı şey, sadece gıda kolileri ve ilaç kutuları değildi. BM’nin resmen “kıtlık” ilan ettiği bir bölgeye ulaştırmaya çalıştıkları, insanlığın kırılan vicdanıydı. EMERGENCY derneğinin “Life Support” adlı hastane gemisinin de aralarında bulunması, misyonun tamamen insani ve tıbbi karakterini vurguluyordu. Bu, İsrail’in iddia ettiği gibi bir “Hamas-Sumud filosu” değil, küresel sivil toplumun kıtlığa karşı oluşturduğu bir yaşam filosuydu. Ancak hukukun değil, kuvvetin hâkim olduğu bir düzende, yaşam çağrısı, genellikle silah zoruyla susturulur.
Uluslararası hukukun açık denizlerdeki infazı: 1-2 Ekim 2025
Tarihler 1-2 Ekim 2025’i gösterdiğinde, İsrail Donanması’na ait savaş gemileri, insaniyet filikasının karşısına dikildi. Olay, Gazze kıyılarından 70 ila 140 deniz mili (112-220 km) açıkta, tartışmasız bir şekilde uluslararası sularda meydana geldi. İsrail’in 12 deniz mili genişliğindeki karasularının çok ötesinde, açık denizlerin özgür sularında…
İsrail, bu müdahalesini “aktif çatışma bölgesi” ve “yasal deniz ablukası” gibi hukuki kılıflarla meşrulaştırmaya çalıştı. Ancak bu argümanlar, uluslararası hukuk karşısında son derece çürük temellere dayanıyordu. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (UNCLOS) göre açık denizler, “hiçbir devletin egemenliğine tabi olmayan” alanlardır. Bu sularda, korsanlık gibi çok sınırlı istisnalar dışında, bir devletin yabancı bayraklı bir sivil gemiye müdahale etme hakkı yoktur. KSF gemileri, farklı ülkelerin bayrağını taşıyan, silahsız, sivil gemilerdi. Üstelik insani yardım taşıyorlardı. İsrail’in “çatışma bölgesi” iddiası, kendi askerî operasyonlarının coğrafi kapsamını uluslararası sulara kadar genişleterek, küresel komşuluğu kendi güvenlik alanı ilan etmek gibi, kabul edilemez bir egemenlik iddiasından ibaretti.
Müdahalenin taktikleri ise hukukun değil, gücün dilinden konuşuyordu. Görgü tanığı raporları, İsrail gemilerinin sivil filoya tehlikeli bir şekilde, 5-10 metre gibi can yakıcı mesafelere kadar yaklaştığını belgeliyordu. Bu, bir sindirme ve taciz taktiğiydi. Daha da vahimi, filonun iletişim sistemlerinin uzaktan etkisiz hâle getirilmesiydi. Uluslararası sularda seyreden bir sivil geminin seyrüsefer ve iletişim imkânlarını kesmek, bir hukuk ihlalinin çok ötesinde gemiyi ve içindeki insanları olası bir deniz felaketine karşı savunmasız bırakan insanlık dışı bir eylemdir. 19 geminin “ele geçirilmiş varsayılması” ve takipten kaybolması, bu sistematik elektronik karartmanın bir sonucuydu. İsrail, bu hamleyle hem kendi eylemlerini gözlerden uzak tutmayı hem de filonun koordinasyon kabiliyetini kırmayı hedefliyordu.
Hukukun üçlü ihlali: UNCLOS, UİH ve UAD
İsrail’in bu eylemi, uluslararası hukuk düzenini ayakta tutan üç temel sütuna ağır bir darbe indirdi:
Deniz hukuku (UNCLOS) ihlali
Daha önce de belirtildiği gibi, açık denizlerdeki seyrüsefer serbestisi, modern deniz hukukunun olmazsa olmazıdır. İsrail’in bu temel ilkeyi çiğneyerek sivil gemilere el koyması, bir korsanlık eylemi olarak bile yorumlanabilecek ciddiyette bir ihlaldir. İsrail’in kendisini “çatışan taraf” ilan edip uluslararası sularda bu hakkı kendinde görmesi, hukukun evrenselliği ilkesini yok saymaktır.
Uluslararası insancıl hukuk (UİH) ihlali
Gazze’ye uygulanan ablukanın kendisi, bir insanlık suçu potansiyeli taşımaktadır. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin 33. Maddesi, sivil halka kolektif ceza uygulanmasını açıkça yasaklar. Gazze’de 2 milyondan fazla insanı temel yaşam ihtiyaçlarından mahrum bırakan abluka, tam da bu tanıma girmektedir. Kıtlık ilanının ardından, abluka altındaki sivil nüfusa insani yardım ulaştırmaya çalışan bir filoyu engellemek, bu suçu daha da ağırlaştırmaktadır. Roma Statüsü uyarınca, sivil halka gerekli hayatta kalma malzemelerinin ulaşmasını kasıtlı olarak engellemek, bir savaş suçu olarak değerlendirilebilir. İsrail’in, bir yandan Gazze’deki kıtlığı kabul edip diğer yandan insani yardım gemilerine izin vermemesi, hukuki ve ahlaki bir ikiyüzlülükten başka nedir?
Uluslararası adalet divanı (UAD) kararlarına aykırılık
Belki de en ağır ihlal burada yatmaktadır. UAD, 2024 yılında verdiği tarihî ihtiyati tedbir kararında, İsrail’e Gazze’deki sivil nüfusun temel ihtiyaçlarının karşılanması için “acil önlem alma” ve “insani yardımın engelsiz şekilde ulaşmasını sağlama” emri vermişti. Küresel Sumud Filosu, bu emrin somut bir tezahürüydü. İsrail’in bu filoya müdahalesi, bir devletin değil, dünyanın en yüksek yargı organının verdiği bağlayıcı bir kararın da açıkça hiçe sayılmasıdır. Bu, bir devletin uluslararası hukuk düzeninden tek taraflı olarak çıkışının ilanı gibidir. Fransa’daki hukuk danışmanlarının da belirttiği gibi, bu eyleme karşı yalnızca sözlü kınama beyanları, UAD’nin otoritesini korumakta yetersiz ve etkisiz kalmaktadır.
Caydırıcı vahşet ve diplomatik deprem
İsrail’in tutumu, yalnızca müdahale anıyla sınırlı değildi. Engellemeden önce, İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı’nın, katılımcıları Ketziot ve Damon gibi, insan hakları ihlallerinin sıklıkla rapor edildiği cezaevlerinde uzun süreli gözaltıyla tehdit ettiği bildirildi. Bu tehdit, insani yardım aktivistlerini “güvenlik mahkûmu” statüsüne sokma niyetini açıkça gösteriyordu. Amaç, sivil itaatsizlik eylemini terörizm ile eşitleyerek gelecekte benzer girişimlerin önünü kesmek ve uluslararası katılımcıları caydırmaktı. Bu; hukukun değil, devlet terörünün dilidir.
Ancak bu seferki müdahale, beklenenin aksine daha güçlü bir diplomatik tsunami yarattı. Türkiye, olayı “terör eylemi” olarak nitelendirerek, retoriği bir üst seviyeye taşıdı ve hukuki yollarla hesap sorulacağını açıkladı. Bu, evrensel yargı yetkisi ilkesinin devreye girebileceğinin sinyalini veriyordu.
Fakat asıl sarsıcı tepki, Kolombiya’dan geldi. Devlet Başkanı Gustavo Petro, İsrail diplomatik heyetini sınır dışı etme ve iki ülke arasındaki Serbest Ticaret Anlaşması’nı feshetme tehdidinde bulundu. Bu, alışılagelmiş diplomatik protestoların çok ötesinde, somut ekonomik ve diplomatik yaptırım tehdidiydi. Latin Amerika’dan bir ülkenin, Orta Doğu’daki bir insanlık krizi nedeniyle bu denli ağır bir misillemenin eşiğine gelmesi, işgal ve abluka politikalarının artık bölgesel değil, küresel bir maliyeti olduğunun göstergesiydi. Bu, Batı merkezli diplomasinin dışında, yeni bir “Güney” cephesinin doğuşunun habercisi olabilir.
Mikeno: Abluka hattındaki sessiz çığlık
Ablukanın kırılacağına dair ümitvâr olmak için ise elimizde çok önemli bir gelişme var. “Mikeno” gemisi Gazze’ye sadece 9 deniz mili uzaklıkta beklemeye devam ediyor. Bu mesafe, İsrail’in 12 deniz mililik karasularının hemen dışında, âdeta ablukanın burnunun dibinde bir mevzilenme. Mikeno’nun bu sessiz ve kararlı duruşu, tüm engellemelere, tutuklamalara ve tehditlere rağmen insani vicdanın teslim olmayacağının bir simgesi. O, açık denizlerdeki hukuk katlinin canlı tanığı ve direnişin sembolik bekçisi olarak oradaydı.
Hukuk mu, kuvvet mi?
Küresel Sumud Filosu’na yönelik saldırı, 21. yüzyılın en temel çelişkilerinden birini su yüzüne çıkardı: Evrensel insan hakları ve hukuk normları ile bu normları hiçe sayan devlet gücü arasındaki uçurum.
Bu olay, sadece İsrail’in değil, uluslararası toplumun da bir sınavı. UAD kararlarını uygulatacak mekanizmalardan yoksun bir sistem, güçlü devletler karşısında aciz kalmaya mahkûm. BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı, bu tür ihlallere karşı etkin bir yaptırımı çoğu zaman imkânsız kılıyor. KSF’nin ortaya çıkışı, zaten bu kurumsal başarısızlığın bir sonucuydu.
Ancak Kolombiya’nın tavrı, Türkiye’nin kararlılığı ve dünya çapında yükselen sivil öfke, yeni bir umut ışığı olabilir. Devletler, UAD kararlarını uygulamak için kolektif baskı mekanizmaları geliştirmeli, İsrail’e yönelik ekonomik ve diplomatik yaptırımları gündeme getirmeli ve nihayetinde BM çatısı altında Gazze’ye uluslararası garantili bir insani koridor açılmasını sağlamalı.
Küresel Sumud Filosu, fiziken durdurulmuş olsa da taşıdığı fikirler ve ortaya koyduğu hukuk ihlalleri, uluslararası toplumun vicdanında ve hafızasında yaşamaya devam edecek. Açık denizlerde gasp edilen, kırk geminin seyrüsefer hakkından ibaret değil, hepimizin inanmak istediği adil ve kurallara dayalı bir dünya düzeni ideali... Mikeno’nun Gazze açıklarındaki o sessiz bekleyişi, bu idealin henüz tamamen ölmediğinin, umudun direncin en karanlık anlarda bile bir şekilde kendine hayat bulacak bir boşluk bulduğunun en güçlü kanıtı. O zaman soru şu: Biz, bu umudu yaşatacak mıyız, yoksa açık denizlerdeki bu hukuk katline seyirci mi kalacağız?