İstanbul'un deprem ikilemi: Tarihin korkusu mu, bilimin “ne oluyor?” sorusu mu?

Haberin Eklenme Tarihi: 2.10.2025 16:44:00 - Güncelleme Tarihi: 2.10.2025 16:57:00

İstanbul, iki kıtayı birleştiren bir şehir olmasının yanında iki zıt gerçekliği de üzerinde taşıyan bir metropol. Bir yanda, altın yaldızlı kubbeleri, asırlık çınarları ve boğazın ihtişamıyla var olan bir medeniyet beşiği; diğer yanda, derinlerde, kuzeyden güneye uzanan devasa bir fay hattının üzerinde hassas bir dengeyle duran, kaderi jeolojik güçlere bağlı bir kent. Bu ikili varoluş, İstanbullunun zihninde sürekli bir gerilim yaratır: "Büyük deprem" ne zaman gelecek?

Bu soruya verilen cevaplar ise bilim camiasında derin bir bölünmeyi, âdeta bir “deprem ikilemini” ortaya koyuyor. Bir tarafta, tarihin kayıtlarına ve sismik boşluk teorisine dayanarak “Tarih bizi korkutuyor!” diyen, isimleri kamuoyunda sıkça duyulan saygın bilim insanları var. Diğer tarafta ise bu hâkim görüşe sadece “Hayır” demekle kalmayıp, temel varsayımlarını sorgulayan ve halka “Peki ya durum sandığınız gibi değilse? Ne oluyor bu faylara?” sorusunu sorduran farklı bir ses yükseliyor: Prof. Dr. Şener Üşümezsoy.

Tarihin ağır baskısı: 1766’nın gölgesinde bir şehir

İstanbul'un deprem kaderini anlamak için, 22 Mayıs 1766 sabahına gitmek gerekir. O gün, yaklaşık iki dakika boyunca süren şiddetli bir sarsıntı, şehrin temellerini salladı. 7.1 ila 7.4 büyüklüğündeki bu deprem, sadece 4 binden fazla cana mal olmakla kalmadı, ardından gelen tsunami ve bir yıl süren artçı sarsıntılarla kentin hafızasına “Büyük İstanbul Depremi” olarak kazındı. Bu olay, Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın (KAF) Marmara Denizi'ndeki segmentlerinden birinin kırıldığının somut bir kanıtıydı.

İşte bu tarihî tecrübe, bugünkü yüksek risk tezinin temel taşı. Prof. Dr. Naci Görür ve Prof. Dr. Celal Şengör gibi isimler, 1766'dan bu yana geçen 250 yıldan fazla sürede, aynı fay hattı üzerinde muazzam bir gerilim biriktiğini savunuyor. Onlara göre bu, jeolojik bir saatli bombanın tik taklarıdır. Görür, Marmara fayının “kırıldı kırılacak” durumda olduğunu, minimum 7.2 büyüklüğünde bir deprem üreteceğini ve bu sarsıntının sadece İstanbul'u değil, tüm Marmara'yı etkileyeceğini belirtiyor. Şengör ise daha da karamsar bir tablo çizerek, 160 km'lik bir fayın kırılması hâlinde 7.6 büyüklüğünde bir depremin söz konusu olabileceğini ve İstanbul'un çarpık kentleşme nedeniyle bu felakete hazırlıksız olduğunu vurguluyor. Hatta kendisi, dayanıklı bir evi olmasına rağmen şehri terk etmeyi düşündüğünü söylüyor.

Bu görüş, bilimsel bir hipotez olan “sismik boşluk” fikrine dayanıyor: Belirli bir fay segmenti, uzun süredir kırılmamışsa, üzerinde biriken enerji eninde sonunda açığa çıkacak ve büyük bir deprem meydana getirecektir. Bu anlatı, medyada sıkça yer bulduğu için toplumun zihninde de baskın bir yer edinmiştir. Korku, bu beklentinin doğal bir sonucudur.

Üşümezsoy'un sistemi sorgulayan sesi: Peki ya fay parçalı kırıldıysa?”

Tam da bu noktada, Prof. Dr. Şener Üşümezsoy sahneye çıkar ve âdeta “Durun bir dakika!” der. Onun tezi, hâkim deprem korkusu naralarına karşılık, sakin, metodik ve temelden sorgulayıcı bir “Ne oluyor?” sorusudur. Üşümezsoy, İstanbul'u bekleyen depremin büyüklüğü konusunda radikal bir şekilde farklı bir perspektif sunar.

Onun argümanının özü, fayın “parçalı kırılma” davranışına dayanır. Yüksek risk tezini savunanlar, Marmara Denizi altındaki fayın tek, uzun ve bütüncül bir segment olduğunu ve boydan boya kırılacağını varsayar. İşte Üşümezsoy tam da bu varsayıma itiraz eder.

Peki, Üşümezsoy ne diyor?

“Büyük deprem için gerekli uzunluk yok”

Üşümezsoy'a göre, Marmara Fayı zaten tarihsel süreç içinde parça parça kırılmıştır. 1912'de Şarköy-Mürefte (Saros) segmenti, 1999'da ise İzmit Körfezi segmenti kırılmıştır. Ona göre, 7.8-8.1 gibi devasa bir deprem için gereken 350-400 km'lik kesintisiz fay uzunluğu Marmara'da kalmamıştır. Yani, “büyük patlama” için gereken fitil çoktan kısalmıştır.

“Tek tehlike Kumburgaz, o da küçük kırıldı”

Geriye kalan tek önemli risk, Kumburgaz Çukuru'ndaki fay segmentidir. Ancak Üşümezsoy, bu fayın, büyük bir enerji birikimine yol açmadan, “küçük” bir depremle kırıldığını iddia ediyor. Ona göre bu segmentin geriye kalan potansiyeli, en fazla 6.2 büyüklüğünde bir deprem üretmekte ve bu fayın batıya veya doğuya doğru uzayarak Adalar fayıyla birleşip 7 büyüklüğünde bir deprem yaratma ihtimali yok.

“Adalar'daki canavar uyuyor, hatta ölü”

Kamuoyunda sıkça gündeme gelen ve büyük bir risk olarak görülen Adalar fayı, Üşümezsoy'un tezinde “ölü fay” kategorisine girer. Ona göre bu fay, en az 5-10 milyon yıldır hareket etmemektedir. Aynı şekilde, Büyükçekmece-Yeşilköy hattındaki fay da “öl”" ilan edilir. Yani, İstanbulluların korkulu rüyası haline gelen bu faylar, onun jeolojik okumasında tehdit unsuru değildir.

“Asıl risk başka yerde”

Üşümezsoy, dikkatlerin İstanbul'a odaklandığını ancak asıl stres birikiminin ve potansiyel riskin Yalova-Çınarcık'tan Esenköy'e uzanan hat ile Gemlik ve Mudanya fay hatlarında olduğunu belirtir. Bu, felaket senaryolarının merkezini İstanbul'dan biraz daha uzağa, Marmara'nın güneyine kaydırır.

İki gerçeklik arasında sıkışmış bir şehir: Kime inanmalı?

Bu iki görüş arasındaki karşıtlık, sıradan bir bilimsel tartışmanın ötesine geçiyor. Bu, iki farklı jeolojik okuma, iki farklı risk algısı ve nihayetinde iki farklı kader senaryosu.

Bir tarafta, “Tarih tekerrürden ibarettir” diyen, 1766'nın bir benzerinin jeolojik zorunluluklar nedeniyle yaşanacağını savunan, dolayısıyla en kötü senaryoya hazırlanmamız gerektiğini söyleyen bir yaklaşım var. Bu yaklaşım, ihtiyatlı olmanın, korkunun eyleme dönüşmesi gerektiğini düşünüyor. Kentsel dönüşüm, bina güçlendirme ve acil durum planlarının aciliyeti, bu görüşün mantıksal sonucu.

Diğer tarafta, “Tarih aynı şekilde tekerrür etmek zorunda değildir” diyen bir yaklaşım var. Üşümezsoy'un “Ne oluyor?” sorusu, fayın davranışının statik olmadığını, dinamik ve parçalı olduğunu iddia ediyor. Bu yaklaşım, toplumda yaratılan “kolektif travma” ve “aşırı korkunun” bilimsel verilerle örtüşmediğini, dolayısıyla paniğe gerek olmadığını savunuyor. Elbette, hiç deprem olmayacağını söylemiyor ancak felaketin büyüklüğünün abartıldığını düşünüyor.

Peki, İstanbullu bu ikilemde ne yapmalı? Hangi sesi dinlemeli?

Belki de cevap, tek bir sesi mutlak doğru kabul etmemekte yatıyordur. Belki de yapılması gereken, bu tartışmayı bir “kazanan-kaybeden” çatışması olarak görmektense, şehrin deprem gerçeğinin çok boyutlu bir resmini çizmek için bir fırsat olarak değerlendirmektir.

Üşümezsoy'un tezi, bize jeolojinin karmaşık ve kesin olmayan doğasını hatırlatır. Bilim, mutlak öngörülerden ziyade, olasılıklar ve farklı yorumlar üzerine kuruludur. Onun sorgulayıcı sesi, hâkim paradigmanın mutlak doğruluğunu test etmek için sağlıklı bir bilimsel sürecin parçasıdır.

Ancak pratikte vatandaş için en güvenli yol, “en kötü senaryoya” hazırlanmaktır. Üşümezsoy haklı çıksa bile, hazırlıklı olmanın bir zararı yok. Diğer bilim insanları haklı çıkarsa, bu hazırlık hayat kurtaracak. Sonuçta, İstanbul'un depreme dayanıksız yapı stoku, kaçak yapılaşması ve nüfus yoğunluğu, 6.5 büyüklüğündeki bir depremde dahi ciddi bir yıkım yaşanabileceğini gösteriyor.

Çözüm, korkuya teslim olmak ya da riski tamamen görmezden gelmek değil, bilimin bu farklı seslerini anlayarak, soğukkanlılıkla ve kararlılıkla şehrimizi her ihtimale karşı güçlendirmek. Tarihin korkutucu gölgesi ile Üşümezsoy’un sakin “Ne oluyor?” sorusu arasında, İstanbul'un kaderi, nihayetinde bizim akılcı hazırlığımızla şekillenecek. Unutmamak gerekir ki deprem değil, hazırlıksız olmak felaket... Ve bu hazırlık, hangi senaryonun doğru olduğundan bağımsız olarak, bugün yapmamız gereken en acil vatandaşlık ve insanlık görevi.