C5+1’den İbrahim Anlaşmaları’na: ABD realitesi ve bölgesel nüfuz siyaseti
Haberin Eklenme Tarihi: 25.11.2025 12:22:00 - Güncelleme Tarihi: 25.11.2025 12:25:00ABD’de Başkan Donald Trump yönetiminin ve bilhassa, 11 aya yakınını geride bıraktığımız, yani şu ana kadar daha sadece ilk çeyreğini gördüğümüz ikinci iktidar döneminin, oldukça hızlı, değişken ve geçtiğimiz uzun on yıllarda yaşananların, kısa ama süratle devam eden bir özeti şeklinde geçtiği söylenebilir. Sadece, ülkemizin de içinde olduğu Avrasya ve Orta Doğu kesişimindeki yoğun değişim ve olaylar silsilesiyle değil, Latin Amerika’dan Uzak Asya’ya her alanda ABD, “20. yüzyıl modernizmi”yle devşirmeye devam ettiği mirası ve gücünü, yeni ticari/diplomatik ve beşerî taktiklerle, belki de adeta insan doğasını da anlatan “çatışma ve uzlaşmanın aynı surette ve hızda harmanlandığı” bir perspektifle perçinlemeye niyetli görünmekte.
Öte yandan, bu tür hızla süren inisiyatifler altında ve esasen son dönem keza ABD etkisinin yoğun hissedildiği, hepimizi yakından ilgilendiren, Orta Doğu ve Kafkasya’dan Türkistan’a uzanan görüşmeler serisinde Amerikan diplomasisi açısından hâkim hâle gelen “İbrahim Anlaşmaları / Abraham Accords” gibi yeni dönem “ekonomik-diplomatik ağlar”a da ayrıca dikkat çekmek gerekiyor. Nitekim İbrahim Anlaşmaları, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında ABD güdümünde ve Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Eylül 2020'de imzalanan ve temelde “Arap-İsrail normalleşmesine ilişkin ikili anlaşmalar” olmasının çok ötesine hızlı sürede ilerlemiş görünüyor.
Bu bağlamda, yeni özü ve ana gündem ayrıntıları uluslararası arenada tam netleşmemiş görünen ama “amiral gemisi” niteliğinde her daim karşımıza çıkan İbrahim Anlaşmaları altındaki projeler, Başkan Trump’ın dış politikadaki ana çizgisini oluşturmaktayken, 2025 yılında başlayan başkanlığının ikinci döneminde, planın ana aktörlerinden İsrail yönetiminin neden olduğu soykırımcı tavır ve insani şoklarla kesintilere uğramış göründü. Ancak bu esnada ABD Başkanı’nın hiç durak vermediği farklı ülke gruplarıyla temaslar, sanki İbrahim Anlaşmaları gerçeğine her fırsatta yeni bir soluk veriyor ve ne üzücüdür ki iki yılı aşan süredir işledikleri soykırım gerçeğine hâlâ alaycı bir kültürel kibirle bakan İsrail’deki yönetim tarzına meşruiyet fırsatı da tanıyabiliyor. Bu manada, Kafkasya’daki hamlelerin hemen sonrasında Orta Asya ülkeleriyle yakın temaslar ve bu yazıda özetle irdelemeye çalışacağımız ahiren gerçekleşen C5+1 formatlı görüşmeler de anılan ABD güncel hareket tarzının diğer bir örneğini teşkil ediyor görünüyor.
C5+1 ve ABD koordinasyonunda yeni Avrasya dengesi
Geçtiğimiz günlerde art arda gerçekleşmeye devam eden Washington merkezli temaslar, küresel ve bölgesel nüfuz mücadelelerini en başından anlamak isteyenler için kayda değer. Örneğin, bunlardan biri olan 6-7 Kasım tarihli “C5+1 Orta Asya Liderler Zirvesi”, ABD’nin Orta Asya’daki etkisini “yeniden yorumlama” veya bir sonraki adımda “yeniden inşa etme girişimi” olarak uluslararası basında oldukça dikkat çekti. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan liderlerinin, yani esasen Sovyetler döneminin iyice perçinlenen “Orta Asya” realitesine mensup tüm liderlerin hazır olduğu zirve, Başkan Donald Trump ve yakın ekibince “Yeni İpek Yolu’nun Amerikan versiyonu” olarak tanımlandığı, yani Çin’e doğrudan bir cevap niteliğinde yeni bir stratejik çerçeve de sundu.
Esasen C5+1 toplantıları, 2015 yılından bu yana ABD ve Orta Asya ülkelerinin başta dışişleri bakanları, diplomat ve uzmanlar arasında olmak üzere, geniş bölgede ortak fırsat ve tehditleri ele almak amacıyla bir diyalog mekanizması şeklinde devam ettirilmekte. Bilhassa 11 Eylül saldırıları sonrası her daim hareketli kalan, başta Afganistan, Irak, Suriye gibi ülkelerdeki güvenlik tehditlerinden, yeni dönem uyuşturucu, terör grupları vb. geleneksel çerçevenin dışındaki sorunlu alanlara kadar, paydaşların görüş paylaştığı ama daha çok ABD dış politikasının öncelik alanlarını ilk elden ilettiği bir mekanizma şeklinde ilerleyen C5+1, tabiatıyla bölgedeki tarihî oyuncular Rusya, Çin ve hatta İran’a karşı da Batılı tarzda bir “denge mekanizmasını” sembolize etmekte.
ABD Başkanı Donald Trump’ın ev sahipliğinde gerçekleşen son toplantıdan da görüldüğü şekliyle, C5+1 formatı, yalnızca enerji güvenliği ya da terörle mücadele aracı olarak değil, teknolojik ve jeo-ekonomik bağımlılığı yeniden formüle etme stratejisi olarak da tekrar tanımlanmakta: “Enerji ve nadir elementler/madenler”, yeni dünyada daha da artacak “dijitalleşme ve dijital bağlantı” ve her daim başat madde olan askerî ve savunma alanlarında “güvenlik iş birliği” temel konu başlıkları kalmaya devam ederken, bu başlıklar arasında da önemli bir bağlantısallık kurulduğu fark ediliyor. ABD, bu bağlamda, Orta Asya’nın da lityum, uranyum ve hidrojen kaynaklarını küresel enerji dönüşümüne kendi merkez ve koordinasyonundan entegre etmeye meyilli bir profil çizerken, Google, Microsoft, NVDIA, Amazon, OpenAI gibi son dönemlerin en güçlü “silahı” hâline getirdiği şirketleri yoluyla “Digital Silk Road Alternative” yani Çin’in İpek Yolu’na alternatif yeni bir ticarileşme ve dijitalleşme hedeflediğini açıkça ortaya koymuş görünüyor.
Dahası, “Orta Asya” denilen ve esasen yapay bir isimlendirmeyle yakın tarih literatüründe yer etmeyi sürdüren anılan coğrafyaya artık başta Azerbaycan olmak üzere, Ermenistan ve “Kafkasya ruhu” da -en başta ABD güdümüyle ve icazetiyle- oldukça süratle entegre edilmiş görünüyor. “C5+1 zirveleri” bu manada önem ihdas edilen bir konumdayken, bunun yeni dönemde “C6+1” veya “C7+1” olması da oldukça muhtemel. Öncesi ve sonrasıyla süren/sürecek olan jeo-politik ve jeo-ekonomik rekabetle, ABD dış politika projeksiyonlarının ana denge merkezlerinden birinin Avrasya’da konuşlu kalacağı bu manada aşikâr denilebilir.
“Çok-vektörlü siyaset” gerçeğini de atlamamak: Örnek bir ülke, Kazakistan
Washington’daki son “C5+1” Zirvesi’nin kameralara yansıyan en dikkat çekici görüntüsü, şüphesiz benzeri görüşmelerde olduğu gibi, tüm liderlerin ev sahibi lider Trump’a övgü dolu sözlerinin yanında, Trump’ın, çarpıcı şekilde Kazakistan’ın İbrahim Anlaşmaları ittifakına katılma kararını belirtmesi oldu. “İsrail’i yeniden diriltme/meşrulaştırma”, “Orta Doğu’da istikrar”, “Arap/Müslüman-Yahudi-Hristiyan dostluğu” gibi basında yer eden pek çok karakteristik özelliğinin yanında bu anlaşmalar serisi bu meyanda artık, Kazakistan gibi görece uzaktaki stratejik bir ülkenin de dâhiliyle, bir “Avrasya projesi” hâline de gelmiş oluyor.
Ancak bu çarpıcı açıklamalardan birkaç gün sonrasında Kazakistan Cumhurbaşkanı Tokayev’in Moskova ziyareti, Avrasya’da bu gibi aktörlerin klasik “multi-vector diplomacy” (çok yönlü dış politika) anlayışının devam ettiğini de tekrar gösterdi. Tokayev’in 11-12 Kasım tarihli anılan ziyareti marjındaki ana mesajının uluslararası basına hızlıca servis edildiği ayrıca dikkat çekti: “ABD ile ortaklık, Rusya ile stratejik müttefikliği dışlamaz.” Moskova’dan şahin kesimler için bu tür hamleler tabiatıyla bir nevi “ip cambazlığı diplomasisi” olarak tanımlansa da Kazakistan açısından bu denge hem ekonomik kazanç hem de siyasi güvenlik garantisi olarak esasen kurucu lider Nursultan Nazarbayev döneminden bu yana oldukça önemli bir yer tutuyor ve Kazakistan’a alan ve manevra şansı kazandırıyor.
Nitekim son görüşmeleri çerçevesinde de Putin ve Tokayev’in “her alanda iş birliği” kararı aldıkları; “Kapsamlı Stratejik Ortaklık ve İttifak” başlıklı bir belgeyle, enerji ve gaz / petrol projeleri başta olmak üzere muhtelif alanlarda pekişen ittifak unsurlarının ön plana çıkarıldığı basına yansıdı. Şüphesiz bu tür adımlar, Kazakistan’ın geleneksel olarak izlediğini belirttiğimiz “multi-vektörel” dış politikasının içinde kalarak Rusya ile ilişkileri güçlendirmeye yararken, dış siyasetine bu adı resmî olarak vermeyen diğer benzeri bölge ülkelerine ve hatta Türk dünyası geneline de belirli bir hareket tarzı örneğini beraberinde getirmektedir.
Putin gibi son dönem imaj kaybı yaşamaya devam eden ancak güçlü kalmak isteyen bir lider açısından da bu tür görüşmeler ve “ittifak tescilleri”, Rusya’nın Orta Asya üzerindeki “etki alanı” algısını koruma çabası olarak ayrıca kayda değerdir. Zira Tokayev, İbrahim Anlaşmaları gibi ABD’nin en başat ancak hâlâ tartışmalı projelerinden birinin ortağı olacağını açıklamasından birkaç gün sonra bu defa Moskova’da “Rusya, stratejik müttefikimizdir. ABD ile ilişkilerimizin gelişmesi bu gerçeği değiştirmez” derken, bölgenin Rusya ve belki de ileriki aşamada Çin’le örtüşen tarihî ve sosyal gerçekliklerine de bir anda sırt çevrilemeyeceğini vurguluyor ve bu surette güçlü bölge liderlerine ve kamuoylarına önemli bir “ara dönem motivasyonu” sağlamış görünüyor.
Tüm tuşlara aynı anda basmayı sürdürmek: Trump örneği
İhdas edilebilecek yeni rollerle, sistemde tekrar “meşru ve güçlü bir aktör” hâline getirebilecek İsrail gerçeğiyle oldukça eleştirilse de ilk aşaması 2020 yılında ABD ve İsrail’in yanı sıra bu iki ülkenin, Orta Doğu’daki ayrılmaz “sıkı partnerleri” görülebilecek Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman arasında varılan İbrahim Anlaşmaları projeksiyonunun, her halükârda önümüzdeki dönemin en popüler konu başlıklarından biri kalmaya devam edeceği söylenebilir.
Bu emelle, C5+1’den, Orta Doğu’dan Suudi Prens Selman ve yeni Suriye lideri Şara’yla pozitif son görüşmelere; her ne pahasına aklamaya özen gösterdiği İsrail hükûmetiyle sarsılmaz diyalogundan, Ukrayna-Rusya ihtilafında hâlâ ayrıntıları kestirilemeyen tutumuna ve bölgesinde başta Çin ve Rusya’ya karşı milliyetçi görünümünü iyice artıran Japonya gibi diğer bir kayda değer gücün yeni kadın başbakanıyla verdiği samimi görüntülere kadar, belki de Trump’ın “tüm tuşlara aynı anda basma” taktiği, ABD’de bir dönem oldukça durağan ve çekimser hâle gelen diplomatik görünüme artık çok farklı bir çehre kazandırmış durumda. Bu yeni çehre, farklı yerel dinamikleri de lehine çevirmek suretiyle, “nüfuz siyaseti” boyutunda oldukça hızlandırılmış uluslararası bir arenayı da beraberinde getiriyor ve şüphesiz ABD’nin, gerek siyasi/iktisadi gerek kültürel/ideolojik manalarda rakip bildiği diğer ülke ve grupları da yeni dönemde daha aktif olmaya zorluyor.
Ancak özellikle Filistin’de işlediği insanlığa karşı suçlarla ve Birleşmiş Milletler raporlarında tasdik edilen soykırıma varan eylemleriyle Netanyahu ve aşırı sağ unsurları desteğindeki hükümeti altında İsrail’i bir anda “kötü bir kâbustan uyanmış” gibi tekrar meşrulaştıran, sisteme monte eden bunun için gerekirse iktisadi ve yeni dijital teknolojik yatırımların cazibesinin arkasına sığınan bir kısım Amerikalı siyaset yapıcılar, şayet İbrahim Anlaşmaları gibi araçları bu yönde aktörler üzerinde dayatmaya çalışırlarsa, şüphesiz denge ve tarafsızlık düzeyi git gide artan yeni kamuoyları nezdinde de yeni tepkilerle karşılaşacaklardır. Bu tek-taraflılık altında ise, en başta ABD’nin güç kaybetmesini umduğu Çin, Rus ve diğer Batı-dışı kaynaklardan doğan fikriyatlar, bilhassa “Soğuk Savaş” yıllarını çok da bilmeyen, bilse de yeni değerler altında çok da önemsemeyen genç kuşaklar arasında hiç olmadığı kadar taraftar toplamaya devam edebilecektir.