Aliyev, Paşinyan ve Trump: “ABD-merkezli” siyaset ve Avrasya

Haberin Eklenme Tarihi: 11.08.2025 13:01:00 - Güncelleme Tarihi: 11.08.2025 13:03:00

Azerbaycan ile Ermenistan, Beyaz Saray’da, ABD Başkanı Donald Trump ara buluculuğunda, 8 Ağustos 2025 günü bir “barış anlaşması” imzaladı. Bu anlaşma, Soğuk Savaş’ın bitişinden bu yana, yaklaşık 35 yıldır süren Kafkasya’daki en derin çatışma alanlarından birine kalıcı bir çözüm getirmeyi hedefliyor ve bilhassa hâlen dünya ekonomisinin devi sayılabilecek ABD öncülüğünde, Kafkasya temelli ekonomik ve ticari bir birlikteliği de beraberinde getiriyor. Bu surette, tabiri caizse bölge halkları ve başta İlham Aliyev ve Nikol Paşinyan yönetimleri, her rasyonel ulus-devlet yönetiminin tercih edeceği “para” ve “refah” seçeneklerini, bölgedeki tarihsel rekabetlerinin ve yüzlerce cana mal olan geçmiş çatışmalarının yerine koymuş görünüyor ve esasen, gerektiğinde pek çok coğrafyada “gerginlik” ve “ayrılık” siyasetini yıllardır kullanmaktan çekinmeyen Rusya ve İran gibi ülkelerin yüz yıllara dayanan etki alanlarına da en önemli meydan okumayı bu şekilde ortaya koymuş oluyor.

Ancak tabiatıyla bu tür bir anlaşmanın, ne kadar olumlu taraf içerse de gerçekleşme anı, sadece bölge araştırmacıları, analistler ve akademisyenlerin değil, her kesimin dikkatini çekiyor. Yıkıcı Netanyahu rejimi ve aşırı sağ hükûmet unsurlarının bilhassa iki yıla yaklaşan süreçte her gün yeni bir insanlık suçu işlemeye devam ettiği ve artık bir “soykırım” olduğu hususunda git gide görüş birliğine varılan “Filistin ve Gazze trajedisi” ve buna ilave yaşanan sayısız bölgesel değişim ve hadise altında, Azerbaycan-Ermenistan hattını da içeren, eski analistlerin kesin çizgilerle ayırdığı ancak artık oldukça iç içe giren Avrasya-Orta Doğu aksında, vuku bulan bu tür bir “barış buluşması” şüphesiz dikkatle incelenmelidir. Bu özet yazımızda da bu manada, Güney Kafkasya adına bu kayda değer gelişmeyi, farklı bir perspektiften ve ABD’nin dünya siyasetinde attığı adımları da dikkate alarak, geniş bir açıdan ele almayı planlıyoruz.

Trump devri uluslararası siyaset: Post-modern değerler, hem savaş hem diplomasi

Trump-Aliyev-Paşinyan’ın son Beyaz Saray görüşmesi şüphesiz, yüz yıllara dayanan “modern, ciddi, ketum, mesafeli” diplomasi ve siyaset anlayışına bir darbe daha vurdu. Trump başta olmak üzere, katılımcı liderlerin oldukça mutlu, esprili ve pozitif bir ortamı sonuna kadar tattığı kameralara yansıdı. Ama unutulmamalı ki Trump tarzı modern-sonrası, yani post-modern diplomasi ekolünde tam tersinin de gerçekleşmesi oldukça mümkün. Diğer bir deyişle en bariz örneği Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski ziyaretinden de hatırlanacağı üzere, bir anda yapıcı görünen bir görüşme, farklı bir “ABD ajandası”nın tezahürüne, hatta “küçük düşürülme seremonisi” hâline de gelebilir. Ancak son Aliyey-Paşinyan ziyareti, tabii bu durumdan oldukça uzak görünüyordu. Trump’ın çalışma masasına oturmuş, oldukça samimi görüntüler veren liderler, ABD iç siyasetine dahi yorumlarda bulunmaktan çekinmemiş, belki de adı geçenin şimdiden seçim çalışmalarının parçası hâline gelerek, Trump’ın bir sonraki seçimlerde aday olmasının altını çizmişlerdir. Aliyev’in kameralara yansıyan ifadesinde “dünya barışı”nda Trump’ın liderliği vurgulanmış, Trump da “nadiren birisine veririm” dediği Beyaz Saray’ın sembolik bir anahtarını bu vesileyle İlham Aliyev’e hediye etmekten çekinmemiştir.

Ancak şüphesiz Trump’ın kişisel, samimi ve klasik, modernist dönem-ötesi tavırlarından ziyade, bir süredir ABD’li diplomatlar ve üst düzey devlet yetkileri, bölgede gelişen tabiri caizse, “anti-Rus”, “anti-İran” ve en üst perdede “anti-Çin” atmosferini kendi lehlerine kullanmayı bilmişlerdir. Azerbaycan’ın, ABD’nin belki de 1 numaralı müttefiki İsrail’le iyiden iyide yakınlaşan diyaloğuna ilave, başta Karabağ’da olmak üzere haklı talepleri ve toprak kazançlarını takip eden dönem, buna ilaveten, Paşinyan’ın da farklı ve işbirliğine daha açık, geçmişin “katı Ermenistan”ını kıran siyaset tarzını da fırsat bilen Amerikan diplomasisi, bir bakıma bölgede açılmaz görülen “tarihsel kilitleri”, başta ticari ve parasal anahtarlarla Amerika lehine açmayı ve gelişmeleri lehlerine çevirmeyi bilmiştir.

Soğuk Savaş sonrası büyük petrol ve gaz projeleri ve monte edilen şirketleriyle Orta Asya, Türkiye ve Kafkasya hattında belki de perde arkası en önemli aktör olmayı sürdüren ABD, bu defa Azerbaycan-Ermenistan arasında bir süredir dillerden düşmeyen meşhur Zengezur Koridoru’nda ve buradan akacak mal, hizmet ve ticaret akışında, artık resmî düzlemde ve büyük Amerikalı şirketler ve sermayeleri boyutunda önemli konuma gelmiş durumda. Son imzalanan anlaşmayla da bu durumun siyasi olarak en üst seviyeye taşındığı muhakkak.

Nitekim anlaşmanın en dikkat çekici maddelerinden biri, “Uluslararası Barış ve Refah için Trump Yolu” (Trump Route for International Peace and Prosperity-TRIPP) adı altında bölgeden geçen stratejik bir lojistik koridor için ABD’ye imtiyaz verilmesi oldu. Bu koridor, Azerbaycan ile Nahçıvan arasındaki bağlantıyı sağlayarak, Türkiye ve merkez Asya ile yeni ticaret hatları da oluşturabilir ve şüphesiz tüm Türkistan/Orta Asya ve Türk dünyası için de uzun yıllardır beklenen önemli avantajları beraberinde getirebilir.

Öte yandan Trump, kendi siyaset-inşa sürecine de uygun surette, bu koridor projesine “Trump koridoru” benzeri kişisel bir marka yakıştırmasıyla yaklaşırken, bir anlamda bölgesel barışın mimarı olarak kendini konumlandırmakta. Artık pek çok kesimin dillendirmeye başladığı gibi, “Nobel Barış Ödülü” için dahi ciddi ciddi düşünülen bir figür hâline gelen Trump, buna karşılık, ABD çıkarlarına tezat olduğunda aynı anda çatışma ve savaşa da bir o kadar yakın durabildiğini farklı söylemlerinde farklı günlerde dile getirebilmekte, âdeta içinde bulunulan post-modernitenin de bir tezahürü niteliğini bu şekilde korumayı sürdürmektedir.

İran ve Rusya’nın ilk tepkileri: Zengezur’a karşı “Aras Koridoru”

İran’ın Beyaz Saray güdümündeki “Kafkasya oydaşması”ndan ve Zengezur Koridoru gibi tarihî İran topraklarını deplase eden girişimlerden ciddi endişe duyduğu saklanmaz bir gerçek. İsrail-ABD saldırıları da sıcaklığını korurken, bu tür projelerin İran tarafınca “jeopolitik bir provokasyon” görülmesi elbette normal karşılanabilir. Bu nedenle bölgede gözdağı niteliğinde askerî tatbikatlarını sürdüren bir İran gerçeği var. Ancak bu tür ticari koridorların ve Kafkasya’daki iş birliğinin tümüyle engellenmesi şu anda İran için en azından fiziki ve askerî kapasite açısından pek mümkün görünmüyor. Belki de bu yüzdendir ki ikinci safhada, binyıllara dayanan diplomatik ve siyasi oyun tarzına uygun olarak, bu defa “projeye projeyle cevap verme” taktiğine başvuran bir İran karşımızda belirecek duruyor.

Örneğin, İran’ın gecikmeksizin, ABD sermayesince şekillenmesi beklenen Zengezur’a karşı “Aras Projesi”ni önerdiği, Azerbaycan ve Ermenistan taraflarına, “bölge-dışı” aktörlere ve “ABD güdümü”ne karşı yeni seçenekler sunmaya başladığı uluslararası kamuoyunda yankılanmaktadır. Buna göre önerilen bahse konu “Aras Koridoru”nun, bilhassa Azerbaycan’a yönelik olarak, anılan ülke ana parçası ile Nahçıvan’ı İran üzerinden bağlamayı hedefleyen bir ulaşım ve lojistik hattı olarak tasarlandığı; buna otoyol, demiryolu, enerji altyapısı ve fiber-optik hatlar dâhil edilerek İran’ın etkinlik alanını artırmayı hedeflediği belirtilmektedir. İran’ın tüm Türk dünyasına, hatta Çin’e hitap edecek şekilde bu hattı, “Kuşak ve Yol” ve “Orta Koridor” projeleriyle de entegre ederek hem Batı Asya hem de Avrupa’ya daha hızlı erişim sağlamayı planladığı da kaydedilmektedir.

Rusya ise son ABD güdümlü “Kafkasya oydaşması”na karşı, İran’a göre daha “olumlu”, “bekle-gör” temelli ve daha “sessiz” bir pozisyonda ilk tepkilerini vermiştir. Putin’in sözcüsü Dmitry Peskov, her tür “barış görüşmesine geçmişte olduğu gibi Rusya’nın destek vermeye hazır olduğunu”, ancak Erivan ve Bakü’nün zaten süreci kendi başlarına da sürdürebileceklerini vurgulamış; Dışişleri Sözcüsü Zaharova ise evvelce Moskova’da gerçekleşen ateşkes görüşmelerinin “öncül” rolüne dikkat çekmiştir. Diğer bir deyişle, Rus Dışişleri ve Hükûmet Sözcüleri, yakın geçmişteki katı söylemlerinin aksine, güncel durumda, ABD güdümündeki bir “Kafkasya oydaşması”nı resmî olarak hâlihazırda olumlu değerlendiriyorlarken, ileride muhtemel “dış müdahale” risklerine karşı dikkatli olunması gerektiği boyutunda da şerh düşmekten geri durmamaktadırlar.

Şüphesiz Trump-Putin arasında artık bir sır olmayan yakın münasebetler, yeni dönemde sıklaşması beklenen yüz yüze temaslar ve Avrasya’da bu iki önemli askerî dev arasında hâlâ kapalı kapılar arkasında sürdüğü tahmin edilen pazarlıklar, Rusya’nın son dönem bu “sessizliğini” ve örneğin Ukrayna’daki yıkıcı hamlelerinin tam tersi şekilde Kafkasya’daki görece “itidalli” ve “yapıcı” pozisyonunu bir nebze daha açıklamaktadır.

Hiroşima/Nagazaki’den, Filistin ve Kafkaslar’a “ABD yüzyılı”nın gidişatı

Unutulmamalı ki Azerbaycan-Ermenistan arasında Beyaz Saray’da imzalanan kayda değer anlaşmanın günü (8 Ağustos), bundan tam 80 yıl önce Hiroşima’ya 6 Ağustos 1945 tarihinde atılan atom bombasından sadece iki gün sonrasına, Nagazaki’ye 9 Ağustos’ta bırakılan bombanın yol açtığı yıkımdan ise sadece 1 gün öncesine tekabül ediyor. Yani belki ABD’li diplomatların da dâhiliyle bu tarih özel olarak seçilmiş, ABD tarihinde “yıkım ile yapım”ın her daim bir arada hatırlanmasını bir nebze daha az akla getirmesi adına tarihlerin çakışması istenmeyerek, bu şekilde bir gün seçimi ortaya konmuş olabilir. Ama her halükârda bu durum ve bu tür diplomatik tercihler dahi Filistin’de ABD’nin fütursuz ve sorgusuz şekilde İsrail’e sunduğu destekle yitip giden hâlen 60 bini aşan sivil canı görmezden gelmemiz anlamına gelemez. Ayrıca bu yaşananlar hiç olmamışçasına, bölgede başta ABD-Körfez vb. sermaye destekleriyle şimdiden konuşulmaya başlanan “Gazze Resort” türü gayriahlaki inşaat ve yeniden inşa projelerini veya daha öncesinde Vietnam’ından, Afganistan/Irak’ına veya darbe rejimlerine desteğine kadar, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bugüne “ABD yüzyılı”nın sıkıntılı taraflarını bir anda unutmamız, süren bölgesel başarılara ve barış rüzgârlarına rağmen, hâlen pek mümkün görünmemektedir.

Rejimiyle on yıllardır tartışmalara konu olsa da haksız ve hukuksuz son ABD-İsrail saldırıları altında bir şekilde ayakta kalmaya başarmış “İran gerçeği”; her daim tetikte bekleyen siyasal ve toplumsal değişimlerin hız kesmediği “Suriye-Lübnan ve Orta Doğu ekseni”; Trump’ın başkan seçilmesi ertesi ilk ziyaretlerinin dahi ana durakları olmuş, kimilerine göre etik ve insani siyaset adına çok da kaygılı görünmeyen “zenginler kulübü” niteliğindeki, Batı’nın da yeni gözdeleri, “Suudi Arabistan-Körfez hattı” ve tabii bölgenin yüzyıllardır ana oyuncusu kalan ama artık “yakın çevre”sinde yürüttüğü yıkıcı tutumunun yorgunu hâline gelen “Rus devlet gücü” derken,  Kafkasya’daki son oydaşmaya tek taraflı yaklaşmak ve yalın bir iş birliği ve bölgesel başarı olarak bakmak da bu manada biraz basit kaçacaktır. Diğer bir deyişle her daim yeni gelişmelere gebe kalacak bu alanlardaki oyuncuların bir sonraki hamleleri ihtiyatla beklenmelidir.

Nitekim tüm bu belirttiğimiz hususlar ışığında, Ağustos ortasında Alaska gibi sembolik bir yerde (1867’de Rus İmparatorluğu tarafından ABD egemenliğine satılmış/devredilmiştir) buluşmayı planladıkları basına yansıyan Trump-Putin ikilisi arasında bir süredir devam eden “samimi” diyalogun varacağı son safha, Çin’in büyümeye devam eden etki alanı, İsrail ve İran gibi iki farklı uçta ama ideolojilerin hâkimiyetindeki “kapalı kutu oyuncular” ile Türkiye ve Orta Asya/Türkistan hattında artık “kabına sığmayan” ve tarihsel gecikmişliği gidererek daha da büyümek arzusunda olan “Türk dünyası” hakkında ayrı ayrı değil, bütünlükçü ve kapsamlı araştırma ve inceleme süreçlerine, yaşanan baş döndürücü gelişmeler ışığında dikkatle devam edilmesi elzem görülmelidir.