Holokost'tan Gazze'ye: Sahte ahlaki üstünlük arayışı
Haberin Eklenme Tarihi: 8.08.2025 14:35:00 - Güncelleme Tarihi: 11.08.2025 14:13:00Dünyayı Yahudiler kontrol ediyor. Bankacılık sistemi, medya, sağlık, teknoloji vs. aklımıza gelen ve günlük hayatımıza dolaylı ya da dolaysız etki eden bütün gelişmelerin, olayların arkasında Yahudiler var. Eğer İsrail'de bir öğrenci olsaydım ilkokul, ortaokul, lise ve bütün eğitim hayatımda bana öğretilen bu olurdu. Ya da Avrupa'da, Amerika'da yaşayan bir Yahudi çocuk olsaydım, hafta sonu ya da yaz kamplarında Rabbi'lerin motivasyon konuşmalarında, sinagoglarda bana enjekte edilen düşünce ve inanç bu olurdu. Ve kendimle, ulusumla, dinimle ve etnik kimliğimle gurur duyardım.
Ve aynı çocuk olarak Gazze'de yaşanan soykırıma şahitlik ederken, Filistinlilere yaşatılan eziyetler her gün gazetelerde, televizyonda manşetleri süslerken, 'Dünya bize düşman, herkes bizi yok etmek istiyor, bu yüzden güçlü olmak zorundayız' mantığıyla düşünürdüm. Zaten bana öğretilen de buydu: “Ulusum tarih boyunca türlü eziyet, dışlanma, hor görme ve Holokost gerçeğini yaşadı.” Bu öğretiden yola çıkarak, ulusuma karşı yapılan her eleştiriyi anti-semitizm olarak değerlendirmeyi, her direnişi terörizm olarak görmeyi seçerdim. Ve kendimle, ulusumla, dinimle ve etnik kimliğimle yine gurur duyardım.
Öyle de oluyor. Sosyal medya ve diğer dijital medya kanallarında mikrofon uzatılan Yahudiler, bir taraftan barış istediklerini, diğer taraftan hayatta kalmak için öldürmeleri gerektiğini söylüyorlar. Yakın zamanda bağımsız gazeteci Matthew Cassel tarafından The Guardian için hazırlanan “The Green Line” adlı üç bölümlük belgesel Youtube’da dolaşıma girdi. Cassell, 1949 Mütareke sınırı olan ve bir zamanlar çözümün en büyük umudu sayılan “Yeşil Hat” boyunca yolculuk ederek, kilometrelerce yakın ama tamamen farklı gerçekliklerde yaşayan Filistinliler ve İsrailli yerleşimcilerle röportajlar yapıyor. Duyduklarınız ve gördükleriniz tüyler ürpertici.
Aslına bakarsanız, Yahudiliğin dinî metinlerinde Yahudi olmayanlara yönelik problematik yaklaşımlar gayet net. "Seçilmiş halk" ideolojisi, tarih boyunca üstünlük algısı yaratmakta itici bir güç oldu ve bugünkü kolonyalist yerleşimci zihniyetinin temelini oluşturdu. On Emir'deki "öldürmeyeceksin" emrinin sadece Yahudiler için geçerli sayılması gibi yorumlar, bugün Filistin’de yaşanan soykırımın arkasındaki dinî referanslardan birkaçı. Bir diğeri de Holokost… Bugün birçok Yahudi, soykırım geçmişini öne sürerek savunma mekanizmalarını devreye sokuyor. Buna “cognitive dissonance” diyor uzmanlar: Bilişsel uyumsuzluk. İnandığınız ile yaptığınız arasındaki çelişkinin yarattığı psikolojik gerilim. Biz buna halk arasında “vicdan azabı” diyoruz. İnandıkları ile yaşananlar arasındaki çelişkinin yarattığı vicdan azabını gidermek için gerçekleri çarpıtıyor, kendini haklı göstermeye çalışıyorlar. Yaşadıkları bu ikilemden ya haberleri yok ya da Yahudi ulusu korkunç bir toplumsal çöküşe doğru hızla ilerliyor. Onlar katlettikçe, dünyadaki anti-siyonizm ve anti-semitizm artıyor, üstelik meşru bir zemine de oturuyor.
İsrail devletinin bilinçli bir şekilde Filistin halkına sistemli olarak uyguladığı açlık, hastalık, göç ve katliam, bunca zaman anti-syonizmi besliyordu. Artık bu zulüm anti-semitizm hanesine de yazılmaya başlandı. Bibi her katıldığı programda bu ayrımın gücünün o kadar farkında ki, İsrail eleştirisini Yahudi düşmanlığı olarak manipüle etmeye çalışıyor. Artık çok geç. Birbirinden bağımsız olarak kullandığımız bu iki kavram, artık iç içe geçti. Bibi ve ondan önceki İsrail devleti, insanlığa karşı işledikleri suçları bütün Yahudi ulusuna mal edilmesine sebep oldu. Ve bu nedenle -bence- Yahudiler, Avrupa’nın kanlı tarihinin zihinlerimizdeki izlerini silmeyi başardılar.
Öyle ya Avrupa, şiddet ve katliam geleneğinin en büyük temsilcilerinden biri değil miydi?
Avrupa'nın unutulan şiddet mirası
Hitler… Hitler tarihsel bir anomali değildi. Avrupa tarihinin uzun bir şiddet geleneğinin devamıydı. Hitler'den önce Avrupa tarihinde böyle bir katliam yaşanmadı mı? Mesela Kral II. Leopold'un özel mülkü olan Kongo'da yaklaşık 10 milyon Afrikalı öldürüldü. Kauçuk kotalarını dolduramayan yerli halkın elleri kesildi, aileler rehin alındı. Modern dünya tarihinin en büyük soykırımlarından biri (1885-1908).
Haçlı Seferleri ile sadece Müslümanlara değil, yol üzerindeki Yahudi topluluklarına da sistematik saldırılar düzenlendi. 1099'da Kudüs'ün alınmasında neredeyse tüm Müslüman ve Yahudi nüfus katledildi. 1492 yılında 200 bini aşkın Yahudi sürgün edildi, mallarına el konuldu. Kalan 100 binlercesi de zorla Hristiyanlaştırıldı. Engizisyon mahkemelerinde binlerce kişi işkenceyle öldürüldü.
17. yüzyıla damgasını vuran 30 Yıl Savaşları'nda Avrupa nüfusunun üçte biri öldü. O dönem bu rakam yaklaşık 8 milyon insan demekti. Binlerce Protestan aile açlık, hastalık ve katliamlarla yüzleşti. Alsace-Lorraine köyleri; Fransız, İsveç ve İmparatorluk orduları tarafından boşaltıldı. Gelen her ordu, kendinden farklı mezhepten olanları katletti. Din, etnik ve politik bağlılık iç içe geçmişti ve hangisi olursa olsun, "diğeri" olmak ölüm sebebiydi. Wittenau Katliamı ve Cadı Avları; Avrupa genelinde yaklaşık 60 bin kadının "cadılık" suçlamasıyla yakılmasıyla neticelendi. Katolik, Protestan, milliyetçi savaşlar ve sınıfsal katliamlar. Ama bu şiddet geleneği, sanki "dışarıdan gelen" bir anomaliymiş gibi Hitler'e yıkılıp geçildi.
Bu konuyu açmadan önce bir düzeltmeyle başlamak istiyorum. Avrupa'nın en büyük kurbanı Yahudiler değildir. Yahudiler, Avrupa'nın en sistemli katliamının kurbanıdırlar. Avrupa'nın en büyük kurbanları kölelik sisteminde katledilen milyonlarca Afrikalıdır. Sömürgecilik faaliyetleri sırasında katledilen milyonlarca yerli halktır. 30 Yıl Savaşları’nda acımasızca ve rastgele öldürülen milyonlarca "öteki" insandır. Bu ayrımı yapmak önemlidir, çünkü Avrupa'nın asırlık şiddet geleneğinin boyutlarını gösterir. Bu ayrım Hitler'in sistemli, kurumsal ve örgütlü katliamını net olarak tanımlar. Bu ayrım, diğer bütün katliamları Holokost'un gölgesinde unutmamamız gerektiğinin altını çizer.
Tam da bu noktada, tarihte yaşanan en büyük ironilerden biri karşımıza çıkıyor.
İroninin derinleşen boyutları
Holokost'tan çıkan en temel söylem, "Asla unutma, asla tekrar etme"ydi. Ama şimdi aynı sistemli yerinden etme, abluka, "insan kalkanı" söylemiyle sivil katliam tekrarlanıyor, sadece roller değişmiş. Tarihte sistematik zulüm gören bir halk, şimdi başka bir halka benzer yöntemler uyguluyor. Getto sisteminden ablukaya, "Lebensraum"dan "yerleşim birimleri"ne kadar paralellikler çarpıcı. İsrail'e koşulsuz destek, Avrupa'nın kendi Holokost suçluluğunun temizleme yöntemi hâline gelmiş ama bu sefer başka bir halkın kanıyla, canıyla ödediği bedeller üzerinden. Varşova Getto'sunda direnen Yahudiler "kahraman" ilan edilirken, benzer direnişi gösteren Filistinliler terörist ilan ediliyor. "Asla tekrar etmeyeceğiz" derken, aynı zamanda "Bize yapılana bakın, biz de yapabiliriz" mesajı veriliyor. Holokost'un hafızası, yeni bir katliamı meşrulaştırma aracı hâline gelmiş durumda.
Yakın zamanda hem oyunculuğuna hem sanatına hem de karakterine hayran olduğum Yahudi asıllı meşhur İngiliz aktrist Miriam Margolyes'e "Şu anki en büyük sorununuz nedir?" diye sorulduğunda verdiği yanıt çok çarpıcıydı. "Gaza" diyerek başladı Miriam ve şöyle devam etti: "Bunu özellikle hissediyorum, çünkü Yahudi’yim, çünkü yaşamım boyunca Yahudilere karşı ne kadar kötülük ve zulüm yapıldığını biliyorum. 1941'de, Holokost'un zirvesinde doğdum. Halkımın başka bir ulusa tamamen aynı şeyi yaptığını düşünmeye dayanamıyorum. Bunu yaptıkları ulus, Filistin ulusudur ve onlar bundan sorumlu değillerdi; bu yaşananlarla hiçbir ilgileri yok. Bu tamamen Avrupalı bir zevkti. Kalbim kırık. Sanırım karşılaşmak zorunda olduğum korkunç şey şu: Hitler kazandı, bizi değiştirdi, bizi kendisi gibi yaptı."
Miriam'ın acı itirafı samimi olsa da “Hitler bizi değiştirdi” demek yine sorumluluğu başkasına atma refleksi. Bu, ezilenin ezene dönüştüğü trajik bir hikâye ama sorumluluk yine başkasına atılıyor. Oysa bu seçimler bilinçli yapıldı. Üstelik bu farkındalık çok geç geldi. Milyonlarca Filistinli için artık çok geç. Bu duruma sadece bireysel değil, sistemik olarak bakmak gerekiyor. Çünkü bu durum bizi günümüzdeki sahte ahlaki üstünlük arayışlarına götürüyor.
Sahte vicdanların geç kalmış hesaplaşması
Avrupa'nın ahlaki üstünlük iddiası, tarihiyle yüzleşmeyi reddettiği sürece içi boş bir gösteriştir. Fransa'nın Filistin devletini tanıması, geç kalınmış bir vicdan muhasebesinin başlangıcı olabilir ancak yüzyıllarca süren sömürge mirası ve şiddet geleneğini unutturmaya yetmez. Fransızlar, Afrika'daki katliamlarını, Cezayir'deki zulmünü, Haiti'nin bağımsızlık bedelini tazminat olarak yüzyıllarca ödetmesini unutmuş gibi davranarak Filistin'e desteği bir ahlaki yükseliş olarak sunmaya çalışıyor.
İngilizlerin Filistin devletinin tanınmasını "şartlara" bağlaması ise tam bir ikiyüzlülüktür. Balfour Deklarasyonu ile bu trajedinin temellerini atan, "böl ve yönet" politikasıyla Orta Doğu'yu kaosa sürükleyen İngiltere, şimdi kurban halka şartlar koşuyor. Hint alt kıtasındaki milyonlarca ölümün, Irak'taki petrol savaşlarının, İran'daki darbelerin arkasındaki İngiltere, hangi ahlaki zeminden konuşuyor?
Amerika'nın tutumu ise en çelişkili olanıdır. Bir yandan "demokrasi ve insan hakları" söylemiyle dünyayı yargılarken, diğer yandan İsrail'e koşulsuz silah desteği sunuyor. Vietnam'da, Irak'ta, Libya'da, Afganistan'da milyonlarca sivilin kanına giren Amerika, Gazze'deki katliam karşısında "İsrail'in kendini savunma hakkı" diyor. Epstein skandalında bile Yahudi bağlantılarına işaret etmesi, kendi elit çevrelerinin pisliklerini etnik kimlik üzerinden temizleme çabası değil de nedir?
Peki, bu sahte pozların ötesinde gerçek ahlaki üstünlük nasıl kazanılır?
Gerçek ahlaki hesaplaşma
Mesele şu ki her toplum, her din, her ideoloji karanlık yanlara sahiptir. Sorun; sadece bir tarafı suçlayıp diğerini aklamakta değil, herkesi kendi gerçeğiyle yüzleştirmekte. Oysa medya ve siyaset her kötülüğün arkasında aynı failin olduğuna vurgu yaparak, bireysel ve toplumsal sorumluluktan kaçmaya çalışıyor. Çünkü böyle düşündüğümüzde, "suçlu" belliyse biz suçsuzuz, yapacak bir şeyimiz yok, değiştirebileceğimiz hiçbir şey yok.
Tüm bu sahte ahlaki üstünlük arayışları, gerçek bir hesaplaşmadan kaçma çabasıdır. Avrupa, Amerika ve onların uzantısı İsrail, kendi tarihsel suçlarıyla yüzleşmek yerine yeni kurbanlar yaratarak vicdanlarını temizlemeye çalışıyor. Ancak gerçek ahlaki üstünlük, kendi karanlık tarihiyle hesaplaşmaktan, adaletsizlikleri kabul etmekten ve bunları telafi etmekten geçer.
Filistin davası, sadece bir toprak meselesi değildir. Bu, insanlığın vicdanının imtihanıdır. Yahudi asıllı entelektüellerin, akademisyenlerin, sanatçıların İsrail'i eleştirmesi, Güney Afrika'daki apartheid karşıtı mücadeleyi destekleyen Yahudilerin tavırları gibi, gerçek ahlaki duruşun örnekleridir ancak yetmez.
Miriam Margolyes'in "Hitler kazandı, bizi değiştirdi, bizi kendisi gibi yaptı” itirafı, bu hesaplaşmanın acı ama gerekli bir dışa vurumudur. Çünkü gerçek ahlaki üstünlük, kendi halkının yanlışlarına karşı çıkma cesaretinden, mazlumun yanında durma kararlılığından, geçmişin hatalarını tekrarlamamaktan gelir.
Sonuç olarak, “ahlaki üstünlüğü” iddia eden değil, her koşulda adaleti savunan ve uygulayan kazanacaktır. Tarihiyle yüzleşen, mağdura sahip çıkan, güçlünün değil haklının yanında duran toplumlar, gerçek medeniyetin temsilcileri olacaktır.
Yahudilerin de dünyada çok büyük bir hızla yükselen anti-semitizmle başa çıkması için, aynı toprakları paylaştıkları insanları yok etme üzerine kurulu “var olma hakkının” sonsuza kadar korunamayacağını, bunun sürdürülemeyeceğini anlaması için böyle bir hesaplaşmaya ihtiyacı var. Aksi hâlde İsrail hükûmetinin katliamlarıyla tarihe geçtiği gibi, Yahudi toplumu da “Barış istiyoruz” sözleriyle kestikleri sahte ahlaki pozlarıyla tarih sayfalarındaki yerlerini “soykırımcı” kimliğiyle alacaklar.