Şair ceketli çocuk: Kâzım Koyuncu

Haberin Eklenme Tarihi: 26.06.2025 21:05:00 - Güncelleme Tarihi: 27.06.2025 15:01:00

Bazı insanlar vardır, hayat yolculuklarında iz bırakarak yürürler; attıkları her adım dünyaya bir şeyler bırakır, belki bir mısra, belki bir melodi… Yıllar geçse de yürüdükleri yolun izleri silinmez, hatta çiçeklenir, yeşillenir. Böyle insanlar zamanın lineer akışını sanatla tepetakla ederler, ömrün sınırlı alanını yerle yeksan edip sonsuzluğa kavuşurlar. Kâzım Koyuncu da böyle insanlardan biriydi; elindeki gitarıyla, melodileriyle onlarca şarkıyı kalbimize bıraktı; sevgi, neşe, acı, coşku, yani bize ait her duygu onun sözlerinden, notalarından süzülüp Karadeniz gibi dolup taştı, yeniden bize ulaştı ve hiç gitmedi.

Kâzım Koyuncu; Karadeniz’in dalgalarının, yaylaların sisli hüznünün ve o coğrafyanın asi ruhunun notalara bürünmüş hâliydi, gönlümüze taht kuran bir müzisyendi. Sadece halk şarkılarında yaşayan Megrelce; onunla birlikte binlerce kişinin diline yerleşti, bilinmese bile ortak bir anlam dünyasında ifade buldu. Lazca da öyle, Doğu Karadeniz halklarının yerel dili olmanın çok ötesindeydi artık… Bu diller Kâzım Koyuncu’nun şarkılarında, onun ruhundan sunulan birer muhabbet aracıydı. Zira sanatın kucakladığı mısraları, kaleminden ve dudaklarının arasından çıkarken; dinleyen herkesin gönlüne dokunabiliyor, derûnuna işleyebiliyordu, dili bilip bilmemek etkilenmek için önemli bir unsur değildi bu yüzden. Tevekkeli onun için “şair ceketli çocuk” denilmiyordu. Melodileri ruhla donatan bu unutulmaz şair çocuk; bizi dilin çok daha ötesinde buluşturmayı biliyordu çünkü. Peki, hakikaten kimdi bu çocuk? Hayatını ne kadar biliyor, onu ne kadar tanıyorduk?

Haydi, gidelim… Dağa, karayemişe… Şairin ceketiyle…

Zuğaşi Berepe’den doğan güneş

Kâzım Koyuncu’nun hikâyesi, 1971’de Artvin'in Hopa ilçesine bağlı Yeşilköy'de (Pançol) başladı. Onun müziğini ve karakterini şekillendiren her şey, aslında bu topraklarda gizliydi. Kemençenin kıpırtılı ruhu, tulumun nefesi ve Lazcanın kadim ezgileri; onun çocukluğunun fon müziğiydi. Zira çocukken dinlemekten çok keyif aldığı Kemençeci Yaşar Tuna’nın türküleri, babasının aldığı mandolin ve amcasının Almanya’dan getirdiği gitar; ileride yaratacağı ezgilerin temelini oluşturacaktı. 1989’da İstanbul’a üniversite eğitimi için geldiğinde bavuluna çocukluğunun ezgilerini de katmış, Siyasal Bilimler Fakültesi’nin kapısından girerken beraberine büyüdüğü coğrafyanın kültürel hafızasını da getirmişti.

Ancak Kâzım, miras aldığı bu kültürel hafızaya bir müze objesi gibi bakmak niyetinde değildi; onu yaşayan, nefes alan ve çağına seslenen bir forma dönüştürmek istiyordu. Bu arayış, okulu bırakıp müzikal bir yola koyulmasını gerektirdi ve Mehmedali Barış Beşli ile birlikte 1993’te Türkiye'nin, belki de dünyanın ilk Lazca rock müzik grubu olan “Zuğaşi Berepe”yi (Denizin Çocukları) kurdu. Bu, bir müzik grubundan çok daha fazlasıydı; asimilasyona karşı kültürel bir manifestoydu. Rock müziğin protest ve evrensel diliyle Lazcanın yerel tınısını birleştirmek, o dönem için cüretkâr bir devrimdi. Verdikleri bir röportajda amaçlarının "kaybolan bir dilin türküsünü söylemek" olduğunu belirtmişlerdi. “Zuğaşi Berepe”, Kâzım’ın müzikal kimliğinin temelini attığı, öfkesini ve idealizmini notalara döktüğü ilk büyük sahnesiydi. Öncesinde 1991’de Ali Elver ile kurduğu “Grup Dinmeyen” aslında “Zuğaşi Berepe”nin ruhuna bir işaretti, sonraları grup dağılsa da ideolojik tavrını, devrimci karakterini her daim tınılarında hissettirecekti gerek farklı ekiplerde gerekse tek başına. Çünkü anlatmak istediği şeyler vardı, bir derdi, bir tasası. “Zuğaşi Berepe” bu dertle 1995’te “Va Mişkunan” (Bilmiyoruz), 1998’de de “İgzas” (Yol Alıyor) albümlerini yarattı.  “Sözlerimiz bütün dünyayı ilgilendiren şeylerdi. Evrensel sözlü şarkılara yöneldik, evrensel aşkı ve acıyı işledik şarkılarımızda” diyordu Kâzım. Bu ideal doğrultusunda “Va Mişkunan”, “Oxoşkva Do Oropa Şemi”, “Avlaskani Cuneli”, “Golas Empula Yulun Yeşili”, “Enel Hak”, “Anlat Bana”, “İgzas” şarkıları müzik dünyasında açtıkları bambaşka ve yeni bir yolun ilk meyveleri oldu. Bu iki albümün sonunda ise grup müzik faaliyetlerine devam edemedi ve dağıldı.

Solo kariyer ve şarkıların meselesi

“Zuğaşi Berepe”nin ardından başlayan solo kariyeri, Kâzım Koyuncu’yu kitlelerle buluşturan ve onu bir fenomene dönüştüren süreç oldu. “Viya!” (2001) ve “Hayde” (2004) albümleri, onun müzikal dehasının ve samimiyetinin doruk noktalarıydı. Bu albümlerde Kâzım, Karadeniz müziğini rock, folk ve hatta alternatif tınılarla ustaca harmanlamış; kemençeyi ve tulumu, elektro gitarın yanına bir yoldaş gibi koymuştu. Onun yaptığı, popüler kültürün anlık ve yüzeysel “Karadeniz folkloru” imajını yıkıp; yerine derinliği olan, hüzünlü, isyankâr ve gerçek bir Karadeniz portresi çizmekti. Alışagelen algıyı yıkmak, popülizme varan genelleştirmeyi “gerçeklikle” bozmak onun için önemliydi. 2001’de “Viya!” albümünü ilk kez dinleyicisiyle buluşturduğunda Evrensel’e bir röportaj vermişti ve röportajında “Karadeniz müziği” ile “Lazca müzik” arasındaki ayrıma dikkat çekerek şarkılardaki derdini ve amacını anlatmıştı: “Karadeniz ve Laz müziğini birbirinden ayrı tutmak gerekiyor ama ortaklaşılan bazı noktalar var. Her ikisinde de içerik açısından doğa ve aşk üzerine kurulan eser sayısı çok fazla. Toplumsal sorunlara değinen bir Laz halk şarkısına ilk defa rastladım. Ama buna benzer birçok eserin olması gerekiyor. Bence bunda bizim eksikliğimiz var, biz ortaya çıkaramadık. Anadolu’da yaşayan bütün halklar, bütün insanlar gibi Lazlar da çok zorlu süreçlerden geçtiler. Bu şarkı da yokluğu, kıtlığı anlatan bir dönemin şarkısı.” Onun hedefi tam olarak buydu; toplumsal sorunları özgün bir müzikal ve şiirsel dille yeniden anlatmak; sanatın sarsıcı estetiğiyle dikkat çekmek.

“Viya!” içindeki şarkılarla hakikaten bir anlama sahipti. Aynı yıl Radikal’e verdiği röportajda albümün anlattığı meseleyi şöyle açıklıyordu: “Artvin ve Bergama’da siyanürle altın arama belası… Akkuyu’da nükleer santral, Gökova’da termik santral, Fırtına Vadisi’nde hidrolik santral… derken şimdi de -ki aslında çok zaman önce başlayan Samsun-Sarp sahil boyu projesi. Bu proje kapsamında yok edilen ve durdurulmazsa tümüyle yok edilecek olan sahillerimiz ve çocukluğumuz ve geleceğimiz ve tarihimiz ve yaşam!”

Koçari”, “Domi Vamis”, “Ou Nana”, “Nçaiş Bırapa”, “Didou Nana”, “Ka Tun Mita Xendasoç”, “Hey Gidi Karadeniz”, “Gyuli Çkimi”, “Sarpi Moleni”, “Ateşlerde”, “Ben” adlı şarkıları bu mücadelenin, gayretin, anlatım gücünün melodik ifadeleri olarak karşımıza çıkmıştı.

Hayde: Gülbeyaz’dan aşka, sevdaya, denize, toprağa

2000’li yıllarda popüler müziğin piyasadaki hegemonyasını hatırlarsınız. Derdin, tasanın, sorunun aktarılması “endüstri”nin amacına terstir; zira endüstri neşenin, eğlencenin, hüznün satılabilir düzeyde “sistem”e adaptasyonu sağlayacak noktada kalmasını ister. Bu yüzden de protest üretim sistemin kıyısına köşesine itilir. Kâzım’ın ilk albümü “Viya!”da da böyle bir etki söz konusu oldu; sayısal anlamda çok satılmadı belki ama sesi yine çağıldadı toplumun içinde. Vazgeçmedi anlatmaktan, duyurmanın etkili yolu popülerlikse burada da var oldu. 2002’de “Gülbeyaz” adlı Karadeniz dizisinin müziklerini yapması için teklif geldiğinde kabul etti ve Gökhan Birben ile birlikte ikonikleşen melodileri yarattı. Reyting rekorları kıran dizinin müzikleri çok beğenildi, Kâzım Koyuncu’nun notaları, sesi, yorumu bundan böyle ülkenin prime-time’ında en çok duyulan melodilerinin sahibiydi. Beğeni, bilinirliği de beraberinde getirdi. Artık Kâzım Koyuncu, pek çok radyo ve televizyon programına konuk oluyor; birçok konser ve festivalde sahne alıyor, derdini anlatmak adına yeni alanlar buluyordu. Bu fırsat ile birlikte Irak Savaşı, Çernobil Faciası gibi toplumsal hayatı ilgilendiren politik olaylarda insanlarda farkındalık oluşturmak adına çeşitli konuşmalar yaptı.

Konuşmak yeterli olmadı, yeniden şarkı yapmalıydı; insanların sorunları melodilerle yükselebilirdi, onların sesi olabilirdi. Bu sebeple ikinci albüm için kolları sıvadı, Temmuz 2003’te ikinci albümünün kayıtlarına başladı. Altı aylık yoğun bir çalışmanın sonunda ise “Gülbeyaz”, “Ben Seni Sevduğumi”, “Narino”, “Ella Ella”, “Tsira”, “Uy Aha”, “Gelevera Deresi”, “Horonlar Potpori”, “Asiye”, “Fadime”, “Denizde Karartı Var”, “Hayde”, “Selimina”, “Mohevis Kalo” adlı şarkılarıyla “Hayde” albümü 17 Mart 2004’te yayına hazırdı. Artık sadece Lazca yoktu şarkılarında; Türkçe ve Lazcayla birlikte Hemşince, Gürcüce, Megrelce mısralar duyuluyordu ondan. Bu çeşitliliği verdiği bir röportajda şöyle açıklamıştı Kâzım: “Tiflis’ten Trabzon’a kadar uzanan sahil hattında çok enteresan ve zengin kültürlerin olduğunu ve buraların beni çok etkilediğini söylemeliyim. Tiflis’ten Trabzon’a kadar uzanan bir hat var. Çok enteresan şarkılar, kültürler ve insanlar var o coğrafyada. Çok güzel şeyler yaşıyorsunuz o yolculuklarda…” Nazan Özcan’a verdiği röportajda biraz daha açıyordu albümün çeşitlilik konseptini: “Bir Gürcistan seyahatim vardı. Hem Megrel hem de Gürcülere karşı zaten olan sempatimi daha da artırdı. Megreller Gürcistan’da yaşayan Ortodoks Lazlar. Sonuçta Karadeniz ve Kafkasya’yı hedeflerken bir Hemşince, bir Gürcüce ve bir Megrelce ile o duyguyu tamamlamış olduk. Fakat ağırlık Türkçede. Bunları yapmazsam içim rahat etmeyecekti.”

Böyle işledi içimize Kâzım Koyuncu. Ülkenin, yakın coğrafyanın, ardından da dünyanın nabzıyla nakşetti müziği. Ortak duygulara temas etti, kalpleri birleştirdi. Aşkın acısı, coşkusu, heyecanı sembolikti; beraberliğe çağıran, davet eden imgeler dünyasıydı mısralar… Bu yüzden çağırdığı duyguları yaşatıyordu dinleyenine. Örneğin “Gelevera Deresi”ni ondan işittiğinizde sadece bir türkü dinlemezsiniz; iki sevgilinin kavuşamama acısını iliklerinize kadar hissedersiniz. “Hayde” dediğinde, o coğrafyanın tüm davetkârlığı ve enerjisi sizi sarar. Şarkıları, birer hikâye anlatıcısı gibiydi çünkü Kâzım’ın. Onun sesinde yosun kokusu, yayla dumanı ve denizin tuzu vardı. Sahnedeki enerjisi ise eşsizdi. Sahnede ter içinde kalana dek kendini müziğe adayan, seyirciyle arasında hiçbir duvar bırakmayan, onlarla birlikte şarkı söyleyip horon oynayan biriydi. Bu içtenlik, onu dinleyicinin gözünde bir “star” değil; bir “ağabey”, bir “kardeş” yaptı. İçimizden biri olarak da insanların, toplumun, dünyanın sorunu onun sorunuydu; bu yüzden devrimci bir ruhu dokudu bu bağa. Keza ona kendisini “devrimci” olarak tanımlayıp tanımlamadığı sorulduğunda, “Ben müzisyenim, devrimciliği sahnede, müziğimle yapıyorum” demesi, karakterinin ve sanat anlayışının özeti mahiyetindeydi.

Hastalık ve veda: "İşte gidiyorum..."

Hayde” 100 bin satmıştı. Kâzım, bu albümle daha geniş kitlelere nihayet ulaşmış, rock ile Karadeniz müziğini sentezleyen yeni bir müziğin sözcüsü olmuştu. Sınırları, kalıpları, duvarları yıkmıştı. Fakat onu yıkacak hastalıktan henüz habersizdi. Sürekli öksürüyordu fakat sebebini bilmiyordu. Aralık 2004’te arkadaşlarının ısrarı üzerine hastaneye gitti ve akciğer kanseri olduğunu öğrendi. Başarısının zirvesindeyken gelen kanser haberi hem kendisi hem de sevenleri için büyük bir yıkım oldu. Ancak Kâzım, hastalığına bir yenilgi gibi değil, mücadele edilmesi gereken bir süreç olarak yaklaştı. Hastalığını, çocukluğunu ve coğrafyasını derinden etkileyen Çernobil Faciası'na bağlaması, kişisel trajedisini toplumsal bir bilinç ve isyanla birleştirmesinin en dokunaklı örneğiydi. O, sadece kendisi için değil, Karadeniz'in kanserle boğuşan tüm insanları için bir ses oldu.

Bu süreçte bile müziği bırakmadı. Belki de en unutulmaz konserini, hastalığının ilerlediği dönemde Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda verdi. Yorgun bedenine rağmen sahnedeki o devasa enerji, yaşama ve müziğe olan tutkusunun en saf kanıtıydı. O konserdeki "İşte Gidiyorum" performansı; âdeta bir vedalaşma, bir helalleşmeydi. O şarkıyı söylerken gözlerindeki hüzün ve meydan okuma, hafızalara kazındı. Kendisiyle yapılan son röportajlardan birinde söylediği şu sözler, onun hayata bakışını ölümsüzleştiriyordu: “Burası bir yer ve biz burada misafiriz. Ama ben yalnızca kanserden ölen bir müzisyen olarak hatırlanmak istemiyorum.”

25 Haziran 2005'te, 33 yaşında aramızdan ayrıldığında, geride sadece iki solo albüm ve müzikal bir kariyer değil, kocaman bir boşluk ve sonsuz bir miras bıraktı. Kâzım Koyuncu, müziğiyle sadece “eğlendiren” değil; düşündüren, sorgulatan ve birleştiren bir sanatçıydı. Kaybolmaya yüz tutmuş bir dile rock müziğin gücüyle yeniden can verdi. Samimiyeti ve duruşuyla, popüler kültürün sahteliğine karşı bir panzehir oldu.

Bugün hâlâ şarkıları dillerde, posterleri duvarlarda ve o "şair ceketi" umut arayanların üzerinde... Çünkü Kâzım Koyuncu, Karadeniz'in hırçın bir dalgası gibiydi; sahile vurdu, geri çekildi ama sesi ve bıraktığı o eşsiz köpük, sonsuza dek bizimle kalacak. Vefatından sonra stüdyo ve konser kayıtlarından derlenerek Halkevleri Derneği tarafından 2006’da yayımlanan “Dünyada Bir Yerdeyim” albümündeki “Ayrılık Şarkısı” ile Kâzım’ı analım biz de… Bu albümdeki “Hoşça Kal”, “Yalnızlığı Anla”, “Askıda Yaşamak”, “Anılar Düştü Peşime”, “Yine Burada”, “Sürgün Başlar”, “Anlat Bana”, “Hayat” gibi yüreğimiz burkularak:

“Ardımda bırakıp gül çağrısını

Ayrılık anı bu sisli şarkıyı

Irmaklar gibi akıp uzun uzun

Terk ediyorum bu kenti

Ah, ölüler gibi…

Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa,

Şimdi, sonsuz bir yangın gibi

Sevmesem öyle kolay çekip gitmek

Yaralı bir kuş gibi”

“Kumral bir çocuğun yaz öyküsü bu

Şarkılarla geçtim aranızdan

Yalnızlar gibi susup uzun uzun

Düşlüyorum bu kenti

Ah, bir aşk gibi…

Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa

Şimdi, sonsuz bir yangın gibi

Sevmesem öyle kolay çekip gitmek

Yaralı bir kuş gibi

Düşlüyorum bu kenti

Son bir aşk gibi”

Kaynaklar

Aslı Atasoy. “Viya: Müsekkin Niyetine”. Radikal Gazetesi (28.08.2001).

Nazan Özcan. “Ortaya Karışık”. Radikal Gazetesi (04.04.2004).

Sinan Gündoğar. “Etnik üstü az modern”. Evrensel (31.08.2001).