Canavar: Ed Gein’in Hikâyesi-Karanlığın seyirci koltuğu

Haberin Eklenme Tarihi: 7.10.2025 15:17:00 - Güncelleme Tarihi: 7.10.2025 15:22:00

Bir ruh, hangi karanlık labirentlerde kaybolursa, etrafına ölüm saçan bir “canavar”a dönüşür? Netflix’in yeni dizisi Canavar: Ed Gein'in Hikayesi, işte bu ürpertici sorunun cevabını aramaktan ziyade, cevabın kendisini bir şölene dönüştürüyor olabilir mi? Gerçek şiddetin en iğrenç, en anormal tezahürlerini ‘dijital çağın kamp ateşi’ etrafında anlatırken, ince çizgiyi ihlal ediyor muyuz? Bendeniz de tam da bu çizginin üzerinde, şiddetin pornografisini, özendirme riskini ve psikolojik olarak kırılgan bireyler üzerindeki potansiyel etkilerini ele almak istedim.

“Gerçek suç” (true crime) türü, uzun zamandır patolojik bir merakla besleniyor. Ancak Canavar: Ed Gein'in Hikayesi, bu merakı, suçun psikolojik köklerinin derinlemesine bir analizinden ziyade, şiddetin görsel ve duygusal olarak sömürülmesine dönüştürme riski taşıyor. Bu, şiddetin pornografisi: Failin iç dünyasındaki fırtınayı anlamak için değil, izleyiciye ucuz bir adrenalin ve tüyler ürpertici bir haz sunmak için kurgulanmış bir anlatı.

Dizi, Wisconsin’in soğuk ve rüzgârlı ovalarında, yalnızlığın ve dini fanatizmin bir insanın ruhunu nasıl kemirip içini boşaltabileceğini göstermek yerine, odak noktasını Gein’in yaptığı sapkınlıkların kendisine odaklıyor. İnsan derisinden yapılma bir maske, kemiklerden yapılmış bir yelek… Bu imgeler, bir psikiyatri vakasının semptomları olmaktan çıkıp, adeta bir korku filminin en şok edici sahnesinin malzemesi haline geliyor. Bu noktada, yönetmen Gregory Plotkin'in korku filmi geçmişi de kendini hatırlatıyor. Acaba gerçek bir trajediyi anlatırken, bir korku senaryosunu sahneliyor gibi mi davranılıyor?

Bu estetize edilmiş şiddet, izleyiciyi bir ikileme sürüklüyor: “İzlerken hissettiğim bu iğrenme ve korku, bana Ed Gein’i anlamak için bir kapı mı aralıyor, yoksa sadece hasta bir zihnin en karanlık köşelerinde sürdürdüğüm sanal bir tur mu?” Bu sorunun cevabı, dizinin nasıl yaklaştığına bağlı. Dizide şiddet, karakterin içsel çöküşünün bir sonucu olarak değil de birincil odak noktası olarak sunuluyor, o zaman izlediğimiz şey bir biyografi değil, bir istismarın ta kendisi.

Psikolojik kırılganlık ve tetikleyiciler

Bu tür içeriklerin en büyük tehlikelerinden biri, istikrarsız veya psikolojik olarak kırılgan bir zihinde yaratabileceği etki. Ed Gein, yalnız, toplumdan dışlanmış, annesiyle travmatik bir ilişkisi olan bir bireydi. Onun hikâyesi, benzer duygularla boğuşan bir izleyici için yanlış bir şekilde “anlaşıldım” hissi yaratabilir. Dizi, Gein’i basit bir “canavar” karikatürü olarak sunmuyor elbet ama onun insani yanlarını –ne kadar rahatsız edici olursa olsun– gösteriliyor ve bu çok daha tehlikeli bir özdeşleşmeye kapı aralayabilir.

“En korkunç canavarlar, bir zamanlar sıradan insanlardı. Onları canavara dönüştüren şey, içlerinde taşıdıkları karanlık mıydı, yoksa onları o karanlığa iten dünya mı?” gibi bir diyalog, savunmasız bir izleyicide romantize edilmiş bir mağduriyet algısı oluşturabilir. Bu, şiddeti bir çıkış yolu, bir varoluş biçimi olarak görmenin tohumlarını ekebilir. Gerçek şiddet eylemlerinin faili olan birçok kişinin, benzer suçları işleyenlerin hikâyelerinden etkilendiği bilinen bir gerçek. Bu diziler, potansiyel olarak, bir “kült” statüsündeki suçluları yücelterek, onları takip etmek isteyenler için bir tür karanlık ilham kaynağına dönüşebilir.

Psikiyatrist Dr. Karen Fowler’ın bir makalesinde belirttiği gibi, “Travmatize olmuş veya sınırda kişilik özellikleri gösteren bireyler, kendilerini ifade etmenin bir yolu olarak medyada gördükleri şiddet içeren imgeleri içselleştirebilir. Bu, onlar için bir ayna değil, bir harita haline gelir.” Canavar: Ed Gein'in Hikayesi, bu bağlamda, sadece bir hikâye anlatmıyor; savunmasız izleyiciler için zihinlerindeki kaosu dışavurmanın bir yolunu gösteriyor.

Tüketim kültüründe şiddet

Modern dijital çağda, her şey bir tüketim nesnesine dönüşmüş durumda. Acı, korku ve ölüm de bundan muaf değil. Ed Gein’in hikayesi, bir insanlık trajedisinden çıkıp, bir “içerik” haline geliyor. Sosyal medyada alıntılanacak sahneler, tartışılacak şok edici anlar ve tüketilip bir sonraki dikkat çekici hikâyeye geçilecek bir meta.

Peki, bu tüketim çılgınlığı içinde eleştirel bakışımızı nasıl koruyacağız? İzlerken sadece “Vay canına, ne kadar da sapkınmış!” demek yerine, “Toplum olarak böyle bir bireyin ortaya çıkmasında nasıl bir rolümüz vardı?” sorusunu sormak zorundayız. Gein’in annesinin katı dini kuralları, toplumun onu dışlaması, yalnızlığı… Bunlar, sadece bir arka plan dekoru değil, asıl anlatılması gereken trajedinin ta kendisi. Ancak diziler çoğu zaman bu sosyolojik ve psikolojik bağlamı derinlemesine işlemektense, daha “izlenebilir” olan korku ve şiddet ögelerine yöneliyor.

“Korku, anlaşılamayan şeyden doğar,” derler. Belki de asıl korkmamız gereken, Ed Gein gibi insanları anlamaya çalışmaktan vazgeçip, onları sadece birer ‘canavar’ olarak etiketleyerek kendimizi rahatlatma eğilimimizdir. Bu tür diziler, eğer doğru yapılırsa, bize bu anlama çabasını verebilir. Ama yanlış yapıldığında, sadece anlaşılmaz olanın üzerine bir örtü daha sererek, korkumuzu besler.

Karanlığa bakarken kendimizi kaybetmemek için…

Canavar: Ed Gein'in Hikayesi, izleyiciyi kaçınılmaz olarak insan doğasının en karanlık sularına götürüyor. Ancak bu yolculuk, bir uyarı işareti mi, yoksa karanlığa duyulan sapkın bir hayranlığın tezahürü mü olacak? Cevap, büyük ölçüde dizinin kendi anlatımında ve biz izleyicilerin onu nasıl tükettiğimizde yatıyor.

Şiddetin pornografisinden kaçınmak, şiddeti görmezden gelmek anlamına gelmez. Aksine, onu anlamak, onun köklerine inmek ve böylece onu bir daha asla tekrarlanmayacak şekilde ortaya çıkaran koşulları tanımak anlamına gelir. Eğer bu dizi, bize sadece Gein’in yaptığı mezarlık soygunlarını ve insan derisi koleksiyonunu değil, onu bu noktaya getiren o derin, ıssız, çaresiz yalnızlığı da gösterebiliyorsa, o zaman bir değer taşır.

Ancak, eğer amaç sadece kan ve dehşetle prim yapmaksa, o zaman bu proje, sadece gerçek bir trajedinin üzerine inşa edilmiş, estetize edilmiş bir korku şovundan ibaret kalacaktır. Ve biz izleyiciler, bu şovu izlerken, gerçek bir insanın, gerçek kurbanların ve gerçek acıların üzerinde dans ediyor olacağız. Psikolojik olarak kırılgan bireyleri uyarmak ise, bu tür içerikleri tüketirken sürekli bir öz-eleştiri halinde olmakla mümkün. “İzlediğim şey, beni daha mı anlayışlı, yoksa daha mı duyarsız kılıyor?” sorusu, her karanlık hikâyenin başında ve sonunda kendimize sormamız gereken en hayati soru...

Çünkü karanlığa bakmak, onun bir parçanız haline gelmesi değil, onu tanıyıp, aydınlığı daha fazla savunmak için olmalı. Aksi takdirde, ekrandaki canavara bakarken, kendi yansımamızı görmekten korktuğumuz için, aslında kendi içimizdeki karanlığa yenik düşmüş oluruz.