Bir Hollywood ikonu: Robert Redford
Haberin Eklenme Tarihi: 22.09.2025 17:46:00 - Güncelleme Tarihi: 22.09.2025 17:53:00Amerikan sineması, zaman içinde birçok unutulmaz isme sahne oldu. Ancak bu isimlerden bazıları, yalnızca beyaz perdede sergiledikleri performanslarla değil; aynı zamanda sinema sanatına, bağımsız yapımcılığa ve sosyal duyarlılığa kattıklarıyla da öne çıkar. İşte Robert Redford, bu nadir isimlerden biriydi. Oyunculuktan yönetmenliğe, yapımcılıktan festival kuruculuğuna kadar uzanan çok yönlü kariyeriyle Redford, bir Hollywood yıldızı olmanın çok daha ötesindeydi. "Butch Cassidy and the Sundance Kid" (1969), "The Sting" (1973), "The Way We Were" (1973), "The Great Gatsby" (1974), "All the President’s Men" (1976), "Out of Africa" (1985), "Indecent Proposal" (1993), "The Old Man & the Gun" (2018) ve daha nice filmin başrolü; "Ordinary People" (1980), "The Milagro Beandield War" (1988), "A River Runs Though It" (1992) gibi birçok filmin yönetmeni, Sundance Enstitüsü ve Sundance Film Festivali’nin kurucusu bu büyük sinema insanının kariyer yolculuğu; bir star anlatısını elbette fazlasıyla aşıyor; sinemaya adanan bir yaşamın izlerini gözler önüne seriyordu.
Peki hayatının tamamını, sinemanın da önemli bir alanını kapsayan bu yolculuk nasıl başladı? Robert Redford’un 89 yıllık hayatında ilmek ilmek kazıdığı yolu gelin birlikte adımlayalım.
Yükselen bir oyuncu: Perdede zarafet ve derinlik
Charles Robert Redford Jr., 18 Ağustos 1936’da Kaliforniya’nın Santa Monica kentinde dünyaya gelmiş, orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Çocukluk ve gençlik yıllarını doğayla, sanatla ve sporla iç içe geçirmişti. Yüzme, tenis, futbol ve beysbolda oldukça başarılı bir gençti. Özelikle de beysbol, tırmanış ve kayak tutkusu ona Colorado Üniversitesi’nde burs kazanmasını sağladı. Fakat üniversite yıllarında bu tutkunun üzerine bir yük gibi bineceğinden haberi yoktu. “Downhill Racer” (1969) filminde canlandırdığı olimpiyat kayakçısı karakterinin söylediği üzere bir his, üniversitenin ilk yıllarında zihnini sarmaya başlayacaktı: “Bir sporun tadını çıkarmanın nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyordum. Hep kazanmak için orada yalvarıyordum. Kazanamamaktan korkmaya başlıyorsunuz.”
Robert bu hisle daha fazla mücadele etmek istemedi. Dolayısıyla kısa bir süre sonra “test tüpü sporcuları” gibi davranmak istemediği için antrenmanlara katılmaktan vazgeçti. Bu da bursunu kaybetmesine yol açtığı için üniversiteyi yarıda bırakmasına sebep oldu. Lisede karikatür alanında da başarılıydı. Belki resim yaparak sanatta ilerleyebilirdi. Bu idealle Avrupa’ya gitme kararı aldı. Paris’te resim eğitimi almaya başlasa da kendi yetenekleri konusunda hayal kırıklığına uğraması uzun sürmedi. Bu kısa eğitim sonucunda yeniden Amerika’ya döndü.
1958’de kız arkadaşı Lola Van Wagenen ile evlendi ve New York’taki Pratt Enstitüsü’nde sahne tasarımı okudu. Eğitim sırasında Redford’a sahne tasarımı prensiplerini gerçekten anlayabilmesi için kendini oyuncunun yerine koyması gerektiği söylendiğinde New York’taki American Academy of Dramatic Arts’a kaydoldu. Bu eğitim için bir röportajında şunları diyordu Redford: “Akademide kendimi bir oyuncu olarak geliştirme ve şekillendirme fırsatı ve alanı buldum. Ancak oyunculuk eğitimi almadım.”
Redford’un oyunculuk kariyeri 1950’lerin sonunda “Alfred Hitchcock Presents” ve “The Twilight Zone” gibi dönemin popüler televizyon dizilerinde görünmesiyle başladı. Ancak sinemadaki çıkışı “Inside Daisy Clover” (1965) ve özellikle “Barefoot in the Park” (1967) ile gerçekleşti. “Inside Daisy Clover”daki performansıyla “En Umut Vadeden Yeni Yetenek” dalında Altın Küre ödülünü kazanması ise ilerleyen yıllardaki başarılarının bir öngörüsü olarak tarihe geçmişti.
Bu dönemdeki en dikkat çekici rolü ise Paul Newman ile birlikte başrolü paylaştığı, gelmiş geçmiş en başarılı western filmlerinden “Butch Cassidy and the Sundance Kid” (1969) oldu. Filmdeki “Sundance Kid” karakteri, Redford’un kariyerinde bir dönüm noktasıydı. Zira “Sundance Kid” yalnızca bir film karakterinden ibaret kalmadı, ileride kuracağı sinema hareketinin de simgesi hâline geldi.
1970’li yıllar Redford’un altın çağıydı. “The Sting” (1973) ile Oscar’a aday gösterilmişti, “The Way We Were” (1973) ve “Three Days of the Condor” (1975) gibi filmlerle hem ticari hem de sanatsal başarı elde etmişti. Bu yükselişin ardını; ilerleyen yıllarda rol aldığı “The Natural” (1984), “Out of Africa” (1985), “Sneakers” (1992), “Indecent Proposal” (1993), “All Is Lost” (2013), “Truth” (2015), “Our Souls at Night” (2017), “The Old Man & The Gun” (2018), “Avengers: Endgame” (2019) gibi birçok film takip etti.
Saydığımız onlarca filmdeki hayat verdiği karakterlerde her zaman bir derinlik arayan Redford, klasik Amerikan kahramanına yeni bir boyut katarak daha duygusal, insani taraflarıyla izleyiciye farklı bir erkek figürü sundu. Bu, sinemanın stereotiplerle kurulu hegemonik kalıplarını esnetmesi sebebiyle pek çok açıdan daha kıymetli bir başarı olarak öne çıkmıştı.
Ayrıca Redford’un hedefi sinemanın tek boyutunda kalmak değildi; her veçhesiyle film dünyasına hâkim olmak için 1970’lerin sonundan itibaren yönetmenlik ve yapımcılık çalışmalarına daha çok ağırlık verdi. Girdiği bu işte de adından elbette başarıyla söz ettirdi.
Kamera arkasında bir usta: Yönetmen Redford
1980 yılında yönettiği ilk film olan “Ordinary People”, Redford’un kamere arkasında da güçlü bir anlatıcı olduğunu kanıtladı. Zarif bir şekilde çekilmiş, baba-oğul çözümü sunan bir orta sınıf aile draması olan film, “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” dâhil olmak üzere 4 Oscar ödülü aldı. İlk yönetmenlik denemesinde bu başarıyı elde eden Redford, bu alandaki yeteneğini bir tesadüf olmadığını gösterecek şekilde sürdürdü.
Diğer dikkat çeken yönetmenlik çalışmaları arasında doğa, aile ve büyüme temalarını başarıyla işleyen pastoral bir film olan “A River Runs Through It” (1992), 1950’lerin televizyon skandallarını anlatan ve dört dalla Oscar’a aday gösterilen filmi “Quiz Show” (1994), yine insan ve doğa ilişkisini anlatan “The Horse Whisperer” (1998), Irak Savaşı’na ayrıntılı bir yanıt niteliği taşıyan “Lions for Lams” (2007), Weather Underground’ın terörist faaliyetlerinden 30 yıl sonrasını konu alan siyasi bir drama “The Company You Keep” (2012) gibi pek çok film vardır.
Tüm bu çalışmaların yanında Robert Redford’un sinemaya en kalıcı katkılarından biri kuşkusuz “Sundance Film Festivali”dir. 1981’de Utah’ta kurduğu “Sundance Enstitüsü”, genç ve bağımsız sinemacıları desteklemeyi amaçlıyordu. 1985'te ilk kez düzenlenen festival, zamanla bağımsız sinemanın en prestijli platformlarından biri hâline geldi. Quentin Tarantino, Steven Soderbergh, Darren Aronofsky gibi pek çok yönetmenin kariyerindeki ilk çıkış noktası Sundance oldu.
Redford’un bu alandaki vizyonu, bağımsız sinemanın küresel ölçekte tanınmasına ve değer görmesine büyük katkı sundu. Hollywood sistemine alternatif oluşturan bu hareket, sinema dünyasına yeni sesler ve bakış açıları kazandırdı.
Onurlandırılan bir kariyer
Redford, 1980’de kazandığı “En İyi Yönetmen Oscar’ı”nın ardından 2002’de “Onursal Oscar” ile sinemaya katkılarından dolayı bir kez daha takdir edildi. Aynı zamanda birçok Altın Küre, BAFTA ve çeşitli film festivallerinden ödüller aldı. Ancak belki de en değerli ödülü, seyircinin ona duyduğu derin saygı ve sevgidir.
Robert Redford, kariyeri boyunca hiçbir zaman gösterişli ya da sansasyonel bir figür olmadı. Ancak bu sadeliğin içinde öyle güçlü bir duruş vardı ki, onun sessiz devrimi sinemanın hem sanat hem de endüstri olarak gelişmesinde büyük rol oynadı. Oyuncu, yönetmen, yapımcı ve festival kurucusu olarak; sadece kendi kuşağının değil, ondan sonra gelen kuşakların da yolunu açtı.
Hollywood’un parıltılı yüzeyinin altında, sinemanın derin köklerine inen bir ustaydı Robert Redford. Ve bu yönüyle yalnızca bir film yıldızı değil; bir sinema vizyoneridir.