Eski Fransız Bakan Lombard’ın itirafı ve serbest ticaretin cenaze namazı
Haberin Eklenme Tarihi: 10.10.2025 16:10:00 - Güncelleme Tarihi: 10.10.2025 16:14:00Fransa'nın eski Maliye Bakanı Eric Lombard'ın Paris'teki bir zirvede sarf ettiği, “Serbest ticaret bitti, öldü” sözleri, bir konferans salonunun duvarları arasında yankılanan bir tespitten çok ötede, âdeta bir çağın sonuna dair kılınan bir cenaze namazıydı. Bu çarpıcı ifade, İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen ve küresel refahın temel taşı olarak görülen Bretton Woods sisteminin ruhunun, nihayetinde son nefesini verdiğinin ilanı gibiydi. Lombard'ın uyarısı, Avrupa Birliği'nin (AB) içine sürüklendiği ekonomik labirentteki varoluşsal bir çığlıktan farksızdı: “Avrupa kendini Çin dampingi ve Amerikan tarifeleri arasında korumazsa, yok oluruz.” Peki, nasıl oldu da “dünyanın en büyük ticaret bloku” olan AB, bu denli derin bir güven ve yol arayışı krizine sürüklendi? Cevap, ekonomik tarihin derinliklerinde, değişen küresel güç dengelerinde ve “serbest ticaret” denen ideale duyulan saf inancın çöküşünde yatıyor.
Bretton Woods'un “Altın Çağı”
Serbest ticaretin bugünkü “ölümünü” anlamak için onun altın çağının doğuşuna, 1944 yılına, Bretton Woods'a gitmek gerekir. Savaşın enkazı üzerine inşa edilen bu sistem, uluslararası para istikrarını ve engelsiz ticareti teşvik etmeyi amaçlıyordu. Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) selefi olan GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması), bu ruhun somutlaşmış hâliydi. Tarifelerin kademeli olarak indirilmesi, Avrupa'nın savaş yaralarını sarmasında ve Almanya'nın “Wirtschaftswunder”ını (Ekonomik Mucize) yaşamasında hayati bir rol oynadı. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'ndan Avrupa Ekonomik Topluluğu'na uzanan süreç, kıtanın kendi içindeki ticareti serbestleştirerek refahı yaydı. Bu dönemde serbest ticaret, bir ekonomi politikasından ziyade, bir barış ve istikrar projesiydi.
Küreselleşmenin zaferi ve “tarihin sonu” yanılgısı
1980'ler ve 1990'larla birlikte, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve neoliberal rüzgârların esmeye başlaması, serbest ticareti adeta bir dogma hâline getirdi. Francis Fukuyama'nın “tarihin sonu” tezi, liberal demokrasi ve piyasa ekonomisinin nihai zaferini ilan ediyordu. 1995'te DTÖ'nün kurulması, bu zaferin taçlandırılmasıydı. Batılı şirketler, üretimlerini düşük maliyetli ülkelere kaydırırken, tüketiciler daha ucuza mal ve hizmetlere ulaştı. Avrupa, bu süreçten genel olarak kârlı çıktı; gelişmiş sanayi ürünleri ihracatıyla küresel değer zincirlerinin vazgeçilmez bir parçası oldu. Ancak bu “zafer”, görünmez bir fatura da kesiyordu: Sanayisizleşen bölgeler, işsizlik ve toplumsal huzursuzluk. Serbest ticaret, artık Batı'da bir “kazan-kazan” düsturundan ziyade, bir “kazananlar ve kaybedenler” senaryosu olarak algılanmaya başladı.
Çin'in yükselişi ve sistemin içten içe çürümesi
ABD'nin 2001'de Çin'i DTÖ'ye kabul etmesi, küresel ekonominin seyrini değiştiren en önemli dönüm noktalarından biriydi. Batı, Çin'i küresel ticaret kurallarına entegre ederek onu liberal değerlere doğru evrilteceğini umuyordu. Ancak gerçekte olan, Çin'in devlet kapitalizmi modeliyle sistemi kendi lehine işletmesi oldu. Devlet sübvansiyonları, zorunlu teknoloji transferi, fikri mülkiyet hakları ihlalleri ve “damping” olarak adlandırılan adil olmayan ticaret uygulamaları, Çin'i “dünyanın atölyesi” hâline getirdi. Avrupa'nın çelik, alüminyum, otomotiv ve kimya gibi geleneksel sanayi kaleleri, birbiri ardına Çin rekabeti karşısında çökmeye başladı. DTÖ ise bu yeni ve agresif rekabet türü karşısında etkisiz ve yavaş kaldı. Sistem, kendi kurallarına uymayan bir oyuncuyu disipline edemeyince, inandırıcılığını yitirdi. Lombard'ın “Çin'e, son 40 yıldır bize yaptığının aynısını yapacağız” sözü, bu hayal kırıklığının ve stratejik intikam arzusunun bir tezahüründen başka bir şey değildi.
ABD'nin beklenmedik darbesi
Avrupa, Çin şokunu henüz sindirememişken, bu kez de müttefiki olarak gördüğü ABD'den tarihi bir darbe yedi. Donald Trump'ın “America First” (Önce Amerika) doktrini, serbest ticaret düşmanlığı üzerine inşa edilmişti. Çelik ve alüminyuma getirilen “ulusal güvenlik” gerekçeli küresel tarifeler, Avrupa için bir ihanet anlamına geliyordu. Bu hamle, müttefikler arasında bile güvenin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Joe Biden yönetimi, retoriği yumuşatsa da temel politikaları değiştirmedi. Hatta “Enflasyonla Mücadele Yasası” (Inflation Reduction Act) gibi yeşil sübvansiyon paketleri, Avrupa'yı “dosttan gelen zarar” tehdidiyle baş başa bıraktı. Bu paket, Avrupa şirketlerini ABD'ye yatırım yapmaya teşvik ederek, kıtada bir “de-sanayileşme” (deindustrialization) korkusunu tetikledi. Lombard'ın “Çin dampingi ve Amerikan tarifeleri arasında sıkıştık” tespiti, AB'nin bu ikili sıkışmışlığının özü esasında.
Avrupa'nın varoluşsal krizi = Ekonomik milliyetçilik arayışı
İşte bu noktada, Lombard'ın çağrısı olan “milliyetçi” yaklaşım, klasik anlamdaki bir yayılmacı milliyetçilikten ziyade “ekonomik öz-savunma” refleksi olarak adlandırılabilir. Avrupa, artık naif bir küreselci bakış açısıyla ayakta kalamayacağını anladı. Artık Avrupa Birliği, küresel ticaret savaşlarında pasif bir kurban olmaktan çıkıp aktif bir aktöre dönüşme stratejisini dört temel sacayağı üzerine inşa ediyor. İlk olarak, Zorlama Karşıtı Araç gibi ticaret bazukalarının etkin bir şekilde masada tutulması, bir silahsızlanma değil, aksine caydırıcılığı hedefleyen bir silahlanma hamlesini temsil ediyor. İkinci ayağı oluşturan Stratejik Özerklik ise nadir toprak elementleri ve yarı iletkenler gibi kritik malzemelerde dışa bağımlılığı azaltmayı ve kendi sanayi temelini güçlendirmeyi hedefliyor; bu, bir içe kapanma değil, dayanıklılık inşası anlamına geliyor. Üçüncü strateji olan yatırım ve teknoloji transferi zorunluluğu, Çin'in oyununda Çin kurallarıyla oynamaya bir gönderme niteliğinde; Avrupa pazarının cazibesini, kaybedilen teknolojik üstünlüğü geri kazanmak amacıyla bir kaldıraç olarak kullanmayı öngörüyor. Son olarak, çelik ve kimya gibi sektörlere yönelik sübvansiyonlar ve korumacı önlemler, bu stratejilerin uygulanması için sanayiye “soluk alma alanı” yaratmayı amaçlasa da bu durum verimsizliği teşvik etme ve enflasyonu artırma riskini de içinde barındırıyor.
Lazarus’u diriltmek mümkün mü?
Eric Lombard'ın sözleri, İncil'de Hz. İsa'nın dört günlük ölünün kokusunu taşıyan Lazarus'u mezardan çağırması gibi, bir çağrı. Ancak burada diriltilmeye çalışılan bir insan değil, bir ideal. Soru şu: Avrupa Birliği, küresel ticaretin bu enkazı altından, Bretton Woods ruhunu temsil eden Lazarus'u diriltebilecek mi? Yoksa bu, geri dönüşü olmayan bir veda mı? Lombard'ın bahsettiği cenaze namazı, mutlak bir son değil, bir dönüşümün başlangıcı olabilir mi? Tıpkı ölümün, Hristiyan inancında Lazarus için yeni bir yaşamın başlangıcı olması gibi… 19. yüzyılın merkantilist devletler sistemi, 20. yüzyılın çok taraflı idealizmiyle yer değiştirmişti. Şimdi ise 21. yüzyıl, bu ikisinin arasında, “stratejik rekabet” veya “güvenliğe dayalı ticaret” olarak adlandırılabilecek yeni bir sentez arayışında.
Avrupa'nın önündeki en büyük ikilem, kendini koruma ihtiyacı ile küresel bir güç olarak açık ve kurallara dayalı bir sistemin savunucusu olma kimliği arasında denge kurabilmekten geçiyor. Ekonomik milliyetçilik, kısa vadede sanayiyi koruyabilir ancak uzun vadede yenilikçiliği baltalayabilir ve tüketiciye daha yüksek maliyetler getirebilir. Aşırı korumacılık, Avrupa'nın en değerli varlığı olan tek pazarın bütünlüğüne de zarar verebilir.
“Serbest ticaret” belki öldü, en azından saf, koşulsuz hâliyle. Ancak onun yerini alacak olan, daha sert, daha pragmatik ve daha çok “güç” kavramı etrafında şekillenen yeni bir uluslararası ekonomi politikası düzeni. Avrupa'nın bu yeni düzende ayakta kalabilmesi, naifliği terk ettiği kadar, kendi değerlerini ve iç pazarının dinamiklerini de koruyan, dengeli, akıllı ve son derece çevik bir strateji geliştirmesine bağlı olacak. Cenaze töreni bitti; şimdi, oldukça belirsiz ve acımasız görünen bu “yeni dünyada” inşa edilecek olanın mimarları, tarihin önünde diz çökmüş durumda. Lazarus'u diriltmek ancak eski bedene yeni bir ruh üflemekle mümkün olacak gibi görünüyor.