İktidarın ahlaki laboratuvarı: Epstein dosyaları
Epstein vakası, güç ve ayrıcalığın ahlakı nasıl erittiğinin karanlık bir belgeseli. Özel adalar ve jetler, suçla birlikte dokunulmazlık kültürünün simgesi. İfşa sürecindeki sansürler ve siyasi suçlamalar, gerçeğin simülasyona dönüştüğünü gösteriyor. Bu dosyalar, modern siyasetin ahlaki otopsisi...
Jeffrey Epstein’ın dosyalarının bir kısmının ifşası, bir cinsel suç şebekesinin deşifresinden ibaret değil. O, modern siyasetin en kadim ve ürkütücü gerçeğine tutulan bir ayna: İktidar, ahlakı ne ölçüde eritebilir? Ya da daha temel bir soru: Siyasi sistemlerimiz, ahlaki zafiyeti değil, onu örtbas edebilme kapasitesini mi ödüllendiriyor? Epstein vakası, bu soruların cevabını, isimler, fotoğraflar ve uçak kayıtları eşliğinde, soğuk ve rahatsız edici bir netlikle önümüze seriyor.
Dava, yüzeyde, milyarder bir finansçının genç kızları taciz ve ticaretini konu alıyor. Ancak dosyaların açılması sürecinde yaşananlar, fotoğrafların aniden kaldırılması, sansürler, siyasi tarafların birbirini “örtbas” ile suçlaması, gösteriyor ki asıl mesele çok daha derinde. Bu, sadece bir suç hikâyesinin ötesinde iktidar, ayrıcalık ve dokunulmazlık üçgeninde şekillenen, yozlaşmış bir ahlaki ekosistemin tezahürü. Sistem, failler ile birlikte, onlara göz yumanı, sessiz kalanı, hatta fayda sağlayanı da içine alan geniş bir simbiyoz.
Epstein’ın “kozmosu”, küresel elitin en güçlü isimlerinden, başkanlar, prensler, bilim insanları, finansörler, oluşan bir ağdı. Bu, basit bir “suç ortağı” ilişkisinden ziyade, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramını aşan, “kötülüğün lüksü” olarak tanımlanabilecek bir durum. Arendt, bürokrasinin kişiyi sorumluluktan uzaklaştırdığı bir sıradanlıktan bahsetmişti. Burada ise ayrıcalık öyle bir zehirli hâle geliyor ki birey kendini yasalardan ve toplumsal ahlaktan muaf görüyor. Epstein’ın “özellikle yetenekli” olduğu şey, tam da bu muafiyet hissini, ziyaretçilerine bir lütuf, bir kulübe üyelik ayrıcalığı olarak pazarlamaktı. Adasına yapılan yolculuk, fiziki seyahatin ötesinde ahlaki sınırların geride bırakıldığı bir geçişti.
“Ahlaksız ayrıcalıklılar” sınıfı
Bu noktada, Platon’un “Filozof Kral” idealinin tam karşısında, “Ahlaksız Ayrıcalıklı” figürü ortaya çıkıyor. Platon, yönetimi akıl ve erdemle donanmış filozoflara vermek isterdi. Oysa Epstein’ın defterlerinde görünen isimler, güç ve servetin, ahlaki derinlikten bağımsız bir şekilde nasıl yoğunlaştığını gösteriyor. İktidar, bir “test” aracına dönüşüyor: Bireyin karakterini değil, karakter zaaflarını ne ölçüde gizleyebileceğini veya bu zaafların bedelini ödemekten ne ölçüde muaf olabileceğini test ediyor. Clinton’ın jakuzideki fotoğrafı ya da Trump’ın masada bulunan resmi, bu ayrıcalıklı kulübün sıradanlaşmış lüksünün sembolleri. Mesele sadece bu isimlerin bir suça doğrudan karışıp karışmadığı değil; bu görüntüler, güç sahibi bireylerin, şüpheli bir karakterin karanlık cazibesine nasıl da normalleşmiş bir merakla yaklaşabildiğinin kanıtı. Ahlak, merak ve ayrıcalık karşısında askıya alınıyor.
Adalet Bakanlığı’nın fotoğrafları kaldırma ve geri yükleme dansı, bu ahlaki çözülmenin kurumsal yansıması. “Mağdurları koruma” gerekçesi, şüphesiz meşru ve insani bir kaygı. Ancak mağdurların isimlerinin zaten ifşa olduğu, hatta kendilerinin itiraz ettiği bir ortamda, bu hamlelerin siyasi bir filtreyle yapıldığı algısı güçleniyor. Bunun “kontrollü şeffaflık” stratejisi olduğu çok açık. Sistem, tam bir karanlığı sürdüremez, çünkü talepler ve yasalar baskı yapar. Bu durumda yapılan, bilgiyi damlatarak hem şeffaflık iddiasını korumak hem de en zarar verici unsurları kontrol altında tutmaktır. Demokratların “Beyaz Saray örtbası”, Cumhuriyetçilerin “Demokratların hedef göstermesi” suçlamaları, bu kontrollü ifşanın siyasi savaş alanına dönüşmüş halidir. Asıl trajedi, mağdurların bu siyasi satrancın piyonları haline gelmesidir. Gloria Allred’in “sistemin mağdurları başarısız bıraktığı” yönündeki çığlığı tam da buraya işaret eder: Ahlaki yozlaşma, mağdurun insanlığını, siyasi bir skordan daha değersiz kılar.
Toplum ahlaki çifte standardı sindirir mi?
Peki, bu nasıl mümkün olur? Nasıl olur da toplum, bu düzeyde bir ahlaki çifte standardı sindirir? Burada devreye, modern toplumun en güçlü araçlarından biri girer: Anlatıların ve gerçekliğin yönetimi... Epstein vakasında, gerçeklik bir anlatılar savaşına dönüştü. Her siyasi taraf, dosyalardan kendi rakibini lekeleyecek parçaları seçip çıkarırken, kendi kampındakiler için “bağlamsızlaştırma” veya “tecrit etme” operasyonu yaptı. “O fotoğraf bir bağlamda değil,” “O ziyaret iş içindi,” “Herkes gidiyordu” gibi söylemler, ahlaki bir değerlendirmeyi, istatistiki veya pragmatik bir değerlendirmeye indirger. Bu, ahlakı rölativize etmenin en etkili yoludur. Medya da çoğu zaman bu anlatıların yankı odası hâline gelir. Haberler, “Trump fotoğrafı kaldırıldı” veya “Clinton jakuzide” başlıklarıyla siyasi tarafların gündemini takip ederken, olayın özünde yatan çocuk istismarı sistemi ve onu mümkün kılan ahlaki çürüme, ikinci plana itilir.
Bu durum, Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın “simülakr” kavramını akla getiriyor. Asıl gerçeklik (çocukların çektiği acı ve ahlaki ihanet), yerini onun temsillerinin (dosya sayfaları, sansür edilmiş fotoğraflar, siyasi açıklamalar) savaşına bırakıyor. Toplum, gerçek suç ve ahlaki çöküşle değil, onun medyatik ve siyasi yansımalarıyla meşgul oluyor. Bu simülasyon sürecinde, asıl sorumlular, gerçeklikten kopmuş bu anlatı bulutunun içinde kaybolup gidebiliyor. Sonuç olarak, Epstein dosyaları, 21. yüzyıl siyasetinin ahlaki bir otopsisi gibidir. Gösteriyor ki: Yüksek sosyo-ekonomik statü, bireyleri sadece yasal sonuçlardan değil, toplumsal ahlaki yargının tam etkisinden de koruyan bir kalkan oluşturabiliyor. Tek bir fail yerine, ona alan açan, göz yuman, sessiz kalan ve sonrasında hasarı kontrol etmeye çalışan bir ağ, demokrasi için daha büyük bir tehdittir. Bilginin kontrollü sızması, tam kapalılık kadar etkili bir örtbas yöntemi olabilir ve siyasi rakibi manipüle etmek için kullanılabilir. Birçok birey için parti aidiyeti veya ideolojik sadakat, evrensel ahlaki ilkelerden daha ağır basar. Bu, “bizimkilerin” yaptığına rasyonel açıklama bulma, “ötekinin” yaptığını ise mutlak kötülük olarak gösterme eğilimini besler.
Epstein dosyalarının bize hatırlattığı en acımasız ders şudur: Kötülük, genellikle dramatik ve yabancı değildir. O, lüks adalarda, özel jetlerde, gülüşmeler arasında, güç ve ayrıcalığın sıradanlaştırdığı bir ortamda filizlenir. Demokratik sistemlerin sağlığı, yozlaşmış bireyleri ıskartaya çıkarmasıyla değil, ahlaki çözülmeyi besleyen bu “dokunulmazlık kültürünü” kökünden sarsabilmesiyle ölçülür. Dosyaların tam ve sansürsüz açıklanması talebi, sadece adalet arayışı değil, aynı zamanda bu karanlık aynaya tam anlamıyla bakma, gördüğümüz yansımadan korkmama cesareti çağrısıdır. Çünkü ancak o zaman, Platon’un idealinden o kadar uzaklaşmış olduğumuzu kabul edip, ahlakı siyasetin merkezine yeniden yerleştirmenin yollarını aramaya başlayabiliriz. Aksi takdirde, her ifşa, gerçek bir hesaplaşmadan ziyade, iktidarın ahlak üzerindeki bir sonraki zaferinin sahnelenişi olacaktır.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.