
Çernobil: “Modern bir facia”yı unutmamak
39 yıl önce Sovyet Ukraynası’nın Pripyat şehrindeki Çernobil Nükleer Santrali’nde büyük bir patlama meydana gelmişti. 1986’dan bu yana patlamanın etkileri hâlâ sürüyor; bozulan insan ve tabiat sağlığının telafisi ise yok. Peki, şimdiki siyasi konjonktürde bu felaketi hatırlamak ne ifade ediyor?
İnsanoğlunun "daha fazla"ya duyduğu ihtiyaç, bilhassa modernizmin doruk noktalarına vardığı günümüze kadar ve esasen 20. yüzyıl başından bu yana, katlanarak artmıştır. “Daha fazla toprak”, “daha fazla maddi kazanç”, “daha güçlü ordular” ve “yüksek sayıda popülasyonu tatmin etmek için daha fazla kaynak”, vb. şeklinde liste uzayıp gidebilirken bu yıl yakın coğrafyamızda 39. yılı anılan, 1986 tarihli Çernobil Faciası gibi hadiseler, tüm toplumlara, ister sağ ister sol, isterse de farklı bir başka ideoloji veya dinî/kültürel aidiyete yakın dursun, bir gerçeği tekrar hatırlatmıştır: Modernizm, üzerinden ne kadar fayda ve çıkar sağlanırsa sağlansın, başta bürokrasi eliyle yanlış yönetildiğinde, ihmaller zinciri oluştuğunda veya tek taraflı kazanç ve çıkarlara kurban edildiğinde bir anda elinizden, yurdunuzdan veya toplumunuzdan bazı şeyleri hızlıca söküp alabilir. Hatta bu “söküp alma süreci”, bir deprem veya heyelan alanında uygulamaya konulan yanlış yapılaşma sonucu veya bir maden işletmesindeki kazada rastlanan tedbirsizlik sonucu oluşan kayıplarda izlendiği şekliyle bir anda sonuçlarını göstermeyebilir; bunun aksine, insan hayatına ve tüm tabiata mal olan neticeleri, Korona salgını gibi orta vadeye veya bu yazıdaki ana konumuz olan Çernobil’deki gibi on yıllara, hatta yüz yıllara kadar uzanarak mağdur olanlara bu acıları tekrar tekrar yaşatabilir.
Düzinelerce farklı tür hastalık, kanser çeşidi, hâlâ nedeni tam tespit edilemeyen onlarca DNA, kromozom ve vücut yapısı bozukluğuyla sayıları tam tespit edilemeyecek olan mağdur sayısı Çernobil'den bize bugün miras kalanlardır. O dönemin ülke fark etmeksizin “sarsılmaz” ve “elit” görünen yöneticileri, diplomatları ve askerleri de şüphesiz bu “modern dönem” faciasının boyutlarını anlamaktan uzunca bir süre çok uzak görünmüşler ama bu süreçte yakın coğrafyalardakiler dâhil kimse, statüleri fark etmeksizin, kendilerinin ve yakınlarının yakalandıkları amansız hastalıkları engelleyememişlerdir.
Etkileri yüzlerce yıl sürecek bir facia
İçinde bulunduğumuz ve belki de en çok sevilen/resmedilen nisan-mayıs ayları, yani baharın en bereketli görüldüğü dönem; ne yazık ki bundan 39 yıl önce aralarında ülkemizin de olduğu çok geniş bir coğrafyayı -elbette öncelikle gerçekleştiği o dönemki Sovyet Ukraynası ve hemen yanı başındaki Belarus topraklarını- etkileyen bir faciaya tanıklık etti. 26 Nisan 1986 tarihinde Kuzey Ukrayna'da, kadim ve tarih boyu kalabalık Kiev şehrine sadece 100 km mesafedeki Pripyat şehrinde, 1983 yılında yapımı tamamlanan Çernobil Nükleer Santrali’ne (resmî ismiyle Vladimir İlyiç Lenin Nükleer Santrali) ait 4 numaralı reaktör, “çekirdek” denilen en vahim görünen kısma kadar zarar görerek patladı. Mayıs ayının ilk haftalarına kadar söndürülemeyen reaktör çevresinde ilk belirlemelerde, Sovyet devletinin açıklamasına göre sadece 10’lu sayılarla ifade edilen ölümler, şüphesiz “sinsi” ve bir o kadar “modern”, radyoaktif tehlikenin yayılımını ve dolaylı ölüm rakamlarını dikkate almıyordu.
Patlamanın nedeni ise o günden bu yana tartışılmaya devam etti. Reaktörlerin teknisyenleri arasında çok genç ve deneyimsiz isimler olması, başlarında “şef” olarak daha uzman görünenlerin ise liyakatsizce ve dikkatsizce karar vermeleri ve tabii, Sovyet teknolojisinin Batılı rakiplerine çok daha “ucuz” ve “kalitesiz” malzemeleri tercih etmesi bu nedenlerden bazıları olarak sunulmaktadır. Sonuç olarak o dönem patlama olmasaydı, yeni reaktörlerin eklenmesiyle tam olarak tamamlandığında “dünyanın en büyük nükleer tesisi” unvanına sahip olması beklenen, yani “Sosyalist modern devletin”, “kapitalist” veya “Batılı modern devletlere” karşı üstünlük mücadelesinde mihenk taşı olması beklenen tesis, son Sovyetler Başkanı Mihail Gorbaçov’un yıllar sonra anılarında ifade edeceği gibi belki de Sovyetlerin sonunu getiren en elim hadise olarak hafızalara kazındı.
Öte yandan, facianın fiziki etkileri günümüzde gelinen teknoloji, tıbbi ve pozitif bilim imkânlarıyla dahi tam hesaplanamamaktadır. Kimilerine göre, aylarca devam eden radyoaktif serpinti ve suya ve toprağa karışan nükleer atıklarla, kısa ve orta vadede 100 bine yakın dolaylı kanser vakasının tetiklendiği ifade edilse de DNA bozukluklarının doğan yeni nesillere aktarılması vb. gerekçelerle, günümüz imkânlarıyla dahi oluşan zararı kesin tahminde bulunmak güçtür. Ancak asgari 100 yıl, yani 2086'ya kadar, sürecek olan dolaylı bir etki konusunda genel olarak görüş birliğine varılmaktadır.
Sadece fiziki değil, “siyasi bir facia”
Çernobil Faciası, unutulmamalıdır ki uzun vadeli sağlığa ve tabiata mal olan sonuçlarına ek olarak, zamanın “yıkılmaz” görünen Sovyetler Birliği gibi dev bir entitenin yıkılış sebepleri arasında ilk sıralarda gösterilerek, “siyasi bir facia” olarak da resmedilmektedir. Krizin yönetim şekli itibariyle ilk etapta, o dönem ABD ile hâlen geçerli çetin Soğuk Savaş rekabet koşulları altında, dünyadaki sosyalist düzenin en “kutsal temsilcisi” konumundaki Sovyet devlet düzeni ve bürokrasi yapısının “hata yapmayacağı ilkesi” karar alıcıları, bu denli bir kazanın dahi nedenlerini, arka planını ve sonrasında ivedi surette yapılabilecekleri dahi bir süre gizlemeye veya popüler halk tabiriyle “sümen altında tutmaya” itti. Ancak bölgeden peş peşe gelen ölü ve yaralılara ilave olarak karşı karşıya kalınan radyoaktif bulut ve serpintinin Batı bloğu dâhil tüm komşu ülkelere facianın gerçekleştiği Nisan’ın son günlerinden 1986 Mayıs’ının ilk günlerine kadar çok kısa sürede ulaşması, bir dönem çok güvenilen “Sovyet gizliliği” veya “KGB ketumiyeti”nin de işe yaramayacağını artık çoktan göstermişti. Sovyet modernizminin yıkılışı için artık son 5 yıla bu krizle girilmiş oldu.
Nitekim Sovyetler Birliği gibi dönemin iki en güçlü kutbundan biri, yer küredeki bir kesim için sosyalist ve eşitlikçi ideaların merkezi olan ülke, o sırada devletin başında son Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbaçov gibi, belki de kimilerine göre o zamana kadar gelen en “vizyoner”, “reformist” ve hatta “liberal” görüşlü bir figür bulunsa da facianın boyutlarına ve sonrasında ABD öncülüğünde artan Batı dünyasının dolaylı etkisine, ayrıca içte yükselen millî hislere yanıt veremedi. Çok değil, 1986’daki faciadan 3 yıl sonra Berlin Duvarı'nın yıkılışına, 5 yıl sonra ise SSCB'nin tümüyle tarih sahnesine gömülmesine de bu surette engel olamadı.
Hâlâ savaşan, acı çeken ve mağdur bir Ukrayna
Ukrayna'nın tarih boyu ve bilhassa 20. yüzyılın başından bu yana, Holodomor (insan-yapımı Büyük Kıtlık/ man-made Mass Famine), 2. Dünya Savaşı ve Çernobil gibi her türden felakete ev sahipliği yapması yetmiyormuş gibi hâlen toprakları için savaş veriyor olması ve sivil insanlarını bugün dahi bir dönem kardeş görünen ülke askerlerinin saldırılarıyla kayıp vermesi bu ülke tarihinin en acı yanlarından biridir.
Ülkenin anılan zor tarihi, bu metnin yazarı şahsım tarafından da Ukrayna'da diplomatik/konsüler alanda görevli olunan 2011-2015 yılları arasında yerinde gözlenmiş, Çernobil faciasından yaklaşık çeyrek asır sonrasında dahi, oldukça taze şekilde toplumsal hafızada yer etmiş bu nükleer patlamanın fiziki ve beşerî etkileri yerinde müşahede edilebilmiştir. Hâlâ sokağa dahi çıkamayacak kadar ağır engelli olan veya vücut bozukluğu bulunan pek çok bebeğin ve genç insanın hikâyesi, bu ülkedeki görev esnasında daha yakından öğrenilmiştir. Ancak böyle hadiseler hiç yaşanmamışçasına fütursuz ve "insan tanımaz" bir savaş ortamı, tam da Çernobil'in ikiz kardeşleri olan farklı şehirlerdeki nükleer reaktörler yanında çetin bir şekilde devam etmektedir. Ümitler son olarak açıklanan Rusya ve Ukrayna arasında tekrar başlatılacak “İstanbul Barış Görüşmeleri”nin olumlu surette nihayete ermesidir.
Ancak tam da Çernobil'in dibinde aynı topraklarda devam eden Rus-Ukrayna Savaşı’na ek olarak dünya genelinde de geçtiğimiz günlerde tekrar alevlenen ve her iki tarafın da "nükleer kapasitelerine çok güvendiklerini” beyan ettikleri Hindistan-Pakistan kapışmasındaki gibi ikili ihtilaflara ve elbette kendini "demokratik" ve "Batılı" addetse de ne kadar zalimane ve insanlıktan çıkabileceklerini Filistin’de tüm dünyaya tekrar tekrar kanıtlayan İsrail gibi ülkelerin elindeki nükleer mevcudiyete bu anlamda her daim ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Bu yönde son dönemde yeni nükleer tesis projeleriyle atılımlarını sürdüren ülkemiz için de konunun, “güç-çıkar” diyagramlı bir devlet meselesinden öte "insan"a ve geleceğine dair olduğu hususunda görev alan tüm bürokrat, memur, uzman ve işçilere eğitim ve yönlendirmelere devam edilmesi bu manada hayati önem taşımaktadır.
Modernizmi ve kazanımlarını her daim irdelemenin önemi
Uluslararası ilişkiler ve dış politika çalışmalarında eleştirel teorinin bir kolu olarak görülebilecek "yeşil siyaset" veya "çevreci yaklaşımlar"; elbette daha hak ettiği değeri, en azından karar alıcılar düzeyinde ve “güç-çıkar” diyagramına sıkışmış reel-politik çizgide görememektedir. Güncel ABD, Rus, Çin ve diğer pek çok liderin kendi ülke çıkarlarıyla türetilen söylemi de sanki aynı gök kubbe altında yaşamıyormuşuz ve sınırlarımızın birbirinden çok farklı ve uzak olduğu izlenimini yaratmaktadır. Ancak örneğin Çernobil'den çıkan radyoaktif duman ve atıklar facianın gerçekleştiği 1986 Nisan sonundan Mayıs ayının ilk haftalarına kadar tüm Doğu Avrupa ve ülkemizin de aralarında bulunduğu Avrasya coğrafyasına rüzgâr, yağmur ve pek çok yan faktörle kolay ve yoğun şekilde yayılabilmiştir.
Evet; nükleer güç, nükleer santraller ve buradan elde edilen artı gelir belki 2. Dünya Savaşı sonrası bugünkü endüstri devriminin doruklarına ulaşan ABD, Avrupa, Çin ve Rusya modernist gerçekliğini doruğa çıkarabilmiştir. Ancak bir anlık da olsa “atomun özü”yle, yani “varoluşun kendisi”yle oynamanın istenmeyecek sonuçlarını insanoğlu; evvelce ABD eliyle bilinçli surette Hiroşima ve Nagazaki'de ve ondan 40 yıl sonra bürokratik manada bilinçsiz surette bir Sovyetler Birliği nükleer santralinde görmüş durumdadır. Hatta disiplinleriyle ve teknolojileriyle nam salan Japon devleti ve halkı dahi 2011 yılında, Fukuşima gibi örnekte kendileri için oluşan nükleer riskin farkına acı şekilde varmışlardır.
Modernizm ve beraberinde gelen icatlar, hayata dair buluşlar, buna paralel sadece 20. yüzyılda dünya nüfusunun 2 milyardan 8 milyara, yani neredeyse 4 katına çıkması şüphesiz önemli gerçeklerdir ve bugünkü ulus devletleri daha da güçlü kılmaktadır. Ancak yukarıda da zikredildiği gibi geniş çaplı bir kriz anında haritalarda veya zihinlerde yaratılan sınırların çok da bir önemi kalmayabilmektedir. Bu durumda sonuç fikri ne olabilir? Öncelikle Çernobil gibi felaketlerin yarattığı hasar ne düzeyde olursa olsun, elde ettiğimizi düşündüğümüz her kazanım, insan olarak bir hususta hatırlatıcı olmalıdır: Başta devletler, bürokratları veya uzmanları eliyle sahip olunan gücün ne kadar farkındayız; modernizm ve gelişimin belki insan doğası/hataları veya tabiat dengesizlikleri nedeniyle ortaya çıkarabileceği dehşet senaryolarına ne kadar hazırlıklıyız?
Tabii ki gelişim, ilerleme, modernizmle bağlantılı olarak, yazımızın başında ifade ettiğimiz "daha fazlasını isteme" anlayışından insanoğlu artık belki kolay kolay kurtulamayabilir. En kudretli görünen ülke ve toplumların popüler liderlerinden hâlâ kulaklarımıza gelen söz ve söylemler de bu olumsuz senaryoyu güncel surette desteklemektedir. Bu noktada ise ulus-üstü, “en kapsayıcı” ve “en tarafsız” görülmesi gereken Birleşmiş Milletler gibi çok-taraflı diplomasi kurumlarının etkinliği -esasen kuruluşundan beri olması gerektiği gibi- pek çok diğer ulusal ve bölgesel otoritenin üzerindeki yerini gerçek manada korumalıdır. Bu şekilde, Batı’dan veya Doğu’dan olması fark etmeksizin, egemen fikirlerin esiri hâlinde “daha nükleer bir dünyanın” daha ilerici olacağı türünden tek-taraflı görüşler her daim tartışmaya açılabilecek, çok-taraflı zeminlerde insanlık adına daha tarafsız kararlar alınabilecektir.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.