"Bir Ziyaret": Aşk ve intikam ile yitip giden insanlık
Haberin Eklenme Tarihi: 10.10.2025 16:21:00 - Güncelleme Tarihi: 10.10.2025 17:43:00Eski zamanlarda, adı “çamur” anlamına gelen, yoksulluğun her sokağa sinmiş olduğu küçük bir Avrupa kasabası düşünün. Güllen... Sakinleri, onurlarıyla açlık arasında gidip gelen, umudun neredeyse tükendiği bir hayatı yaşamaktadır. Ve bir gün, bu kasabaya, geçmişinden kopup gelen, adeta bir hayalet gibi beliren bir kadın gelir. Claire Zachanassian... Dünyanın en zengin kadını. Peşinde, bir zamanlar kendisini sevip sonra terk eden, şimdilerde ise kasabanın saygın bir tüccarı olan Alfred’i avlamak için getirdiği bir intikam fırtınasıyla...
Friedrich Dürrenmatt’ın bu unutulmaz trajikomedisi, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın 2025/2026 sezonunun açılış oyunu olarak, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde izleyiciyle buluşuyor. Ancak bu, bir tiyatro oyunundan ziyade; âdeta bir ayna. Yönetmen Yıldırım Fikret Urağ’ın 12 yıllık bir arayışın ve özlemin sonucu olarak sahneye koyduğu bu prodüksiyon, seyirciyi sarsmak, düşündürmek ve en derin ahlaki çıkmazlarımızla yüzleştirmek için geliyor.
Oyun, Claire’in kasabaya gelişiyle başlar. Bu, sıradan bir ziyaret değildir. Onun gelişi, bir fırtınanın habercisi gibidir. Yanında, geçmişten getirdiği hüzünlü bir aşk hikâyesi ve kasabanın yoksulluğunu bir çırpıda silip atacak ancak ahlakını yerle bir edecek bir teklif vardır: Alfred’in hayatı karşılığında kasabaya bir milyar İsviçre frangı. Bu teklif, Güllen’in çamurlu sokaklarında yankılandıkça, insanların yüzlerindeki maskeler bir bir düşmeye başlar. Başlangıçtaki ahlaki öfke ve reddediş, yerini yavaş yavaş, parlak altın rengi bir gelecek hayaline bırakır. İnsanın yüreğine işleyen bir soru belirir: Ahlak, aç bir mideye yenik düşer mi?
Modern “Güllenler”in bir temsili
Yönetmen Urağ, bu kadim soruyu alıp günümüz dünyasının tam kalbine yerleştiriyor. Prömiyer gecesi yaptığı dokunaklı ve cesur konuşmada, oyunu “yaşam haklarını koruyamadığımız, o masum kokularını bir daha asla içimize çekemeyeceğimiz Gazze bebeklerinin ve çocuklarının ruhuna” ithaf etti. Bu ithaf, oyunun evrensel temasını alıp güncel bir insanlık trajedisine bağlayan, seyircinin yüreğine saplanan bir hançere dönüşüyor. Dürrenmatt’ın 1950’lerde İsviçre nötrlüğüne yönelik eleştirisi, Urağ’ın rejisiyle bugünün küresel vicdanına yönelik bir sorgulamaya evriliyor. Güllen kasabasının sakinleri, artık bir İsviçre kasabasının yoksul sakinleri değil; dünyanın dört bir yanında, çeşitli çıkarlar uğruna adaletin ve insanlığın çiğnendiği yerlere sessiz kalan modern "Güllenler"in bir temsili hâline geliyor.
Sahnelemede, Claire karakteri, yalnızca bir intikam tanrıçası olmanın ötesinde, kaybolmuş bir aşkın yarattığı yıkımın da bir sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Onun Alfred’e olan nefreti, aslında bir zamanlar duyduğu büyük aşkın gölgesinden başka bir şey değil. Bu, oyunun trajik olanla komik olanı nasıl iç içe geçirdiğinin de bir kanıtı. Alfredise, başlangıçta sıradan bir adamken, giderek kaderine boyun eğen, hatta onu kabullenen bir “modern günah keçisi”ne dönüşüyor. Bu dönüşüm de seyirciye insan onurunun son direnişi olarak sunuluyor.
Vicdanların loş koridorlarında yankılanan çığlık
Prodüksiyonun görsel ve işitsel zenginliği de dikkat çekici. Eylül Gürcan’ın dekor ve kostüm tasarımı, kasabanın çürümüşlüğünü ve Claire’in yapay, dondurulmuş dünyasını âdeta seyircinin tenefüs ettiği bir atmosfere dönüştürüyor. Özellikle İtalyan eleştirmenlerin üzerinde sıklıkla durduğu “akustik dramaturji” bu prodüksiyonda hayat buluyor. Burçin Elmas Çubukçu ve Şiringül Kaya’nın müziği, Serkan Yavşan’ın video ve efekt tasarımlarıyla birleşerek, seyircinin içine işleyen, gerilimi ve trajediyi katman katman ören bir ses manzarası yaratıyor.
Bu klasik bir eserin başarılı yorumunun ötesinde tiyatronun gücünü hatırlatan bir manifesto. Sahnenin, dünyaya açılan bir pencere, bir vicdan muhasebesi alanı olabileceğini izleyiciye bir defa daha gösteriyor. Seyirciyi, koltuğuna rahatça yaslanıp keyifle izleyeceği bir eğlence sunmak yerine, onu huzursuz etmek, ayağa kaldırmak ve “Ben olsam ne yapardım?” sorusuyla baş başa bırakmak istiyor.
Perde kapandığında, zihninizde Claire’in soğuk bakışları, Alfred’in çaresizliği ve Güllen halkının dönüşümü yer ediyor. Ancak belki de en çok, yönetmenin o dokunaklı ithafı yankılanıyor: “Gazze'nin ve Filistin'in onurlu direnişi insanlığın umududur.” Bu umut, Dürrenmatt’ın absürt ve karanlık dünyasında bile Alfred’in bulduğu o son derece insani onur gibi, insanlığa dair bir kıvılcım olarak kalıyor. Böylece prodüksiyon, sanatın kadim işlevini yerine getirerek karanlık bir aynanın karşısında bizi ebedî bir insanlık sorgulamasına davet ediyor: Vicdanımızın en loş koridorlarında yankılanan çığlığa katılmaya ne dersiniz?