İki “samimi” rakip ve değer kaybeden bir örgüt: Trump, Putin ve NATO

Haberin Eklenme Tarihi: 20.08.2025 16:33:00 - Güncelleme Tarihi: 20.08.2025 16:35:00

ABD Başkanı Donald Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 15 Ağustos 2025'te Alaska'da yaklaşık üç saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. (1867’de, o dönemki Rusya İmparatorluğu’nun 400 yıldır devasa surette büyüttüğü topraklarından “görece soğuk ve âtıl bir kısmını” para karşılığı satmak suretiyle, o dönemin Avrupalı güçleri altında daha “silik” oyuncusu ABD ve Amerikan egemenliğine devretmekten çekinmediği bir dönemden yaklaşık 160 yıl sonra) bu defa aynı iki taraf, dünya siyasetinde belki de en ihtilaflı toprak alanlarından biri hâline gelen Ukrayna için toplandılar. Bu zirve ve devamında gelen 18 Ağustos tarihindeki Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ve pek çok Avrupalı liderin bir araya geldiği Washington’daki tamamlayıcı çok-taraflı zirve ise çatışmaların sürdüğü ama aynı zamanda diplomasinin de hız kesmediği bir ağustos ayını bizlere yaşatmaya devam etmekte.

Şüphesiz tüm çabalar, binlerce insanın hayatını kaybettiği, altyapıların yakıp yıkıldığı, bir ulusun (Ukrayna) millî kimlik ve dayanışmayı keşfetmesine vesile olsa da sürekli kanayan derin bir yara hâline gelen bir savaşın gidişatında mihenk taşı olabilir. Bu bağlamda, tüm bu hızlı gelişmeler altında, 20. yüzyılın ikinci yarısına ve hâlen günümüz uluslararası siyasetine damga vuran, Ukrayna dâhil her tür tartışmanın odağındaki bir örgüt olarak NATO’nun durumuna da ayrı bir bölüm açmak gerekir.

Sovyetler Birliği’nin ilk dağıldığı dönemde, Batı medeniyetiyle beraber “mutlak zaferi” pek çok kesimce dillendirilmeye devam edilen NATO, sadece bir “dış siyaset aparatı” olarak değil, üye ülkelerin iç siyasetlerinde dahi etkisi konuşulan çok kapsamlı bir güvenlik şemsiyesi olmuş, güçsüz ve çaresiz görünen Sovyet sonrası Rusya’ya dahi ilk etapta kapılarını açmaktan imtina etmemişti. 1990’lar ve 2000’lerin başında pek çok NATO-Rus ortak faaliyeti ve danışma süreci bu manada dikkat çeker. Ancak gelinen ortamda, bu kısa süreli “balayı”nın son bulduğu; “Liderler Çağı” ve beraberindeki hızlı ve değişken diplomatik açılımlar döneminde, NATO’nun ve kimilerine göre, benzer her kurumda hâkim, hantal ve bürokratik yapıların olumsuz etkilenebildiği yeni bir sürece girdiğimiz ortadadır. Gerek Trump gerek Putin ve benzeri diğer liderlerin kestirilmesi zor, anlık ve günlük manevraları altında, NATO’nun da Soğuk Savaş boyunca sürdürmeye alıştığı bir nevi stabil “komünist/düşman-avcısı” rolünden sıyrılıp daha çok taraflı, belki de “daha az katı-bürokratik” ama daha “insani”, kıvrak ve sürekli değişen dünya ülkeleri ve dijital toplumlarına uyumlu “post-modern” bir yapıya evrilmesi yeni dönemin tartışılmaya devam edilecek gündem maddeleri arasında yer alacaktır. 

Alaska’da iki “samimi” rakip ve Ukrayna’nın geleceği

Temel gündemi “barış” olarak belirleyen ve “Pursuing Peace” ana başlığıyla son olarak Alaska’da bir araya gelen ABD ve Rusya başkanları, şüphesiz bilhassa Trump’ın resmen ikinci başkanlık dönemini devraldığı 2025 yılı başından bu yana yaşanan baş döndürücü gelişmelerle gerek küresel gerek bölgesel pek çok gelişmeye damga vuran iki ana figür oldular. Yaşananlar, bu isimlerin uzunca bir müddet daha dünya siyasetini derinden etkileyebilecek kararlara imza atabileceklerini işaret etmektedir.

Alaska gibi sembolik bir yerde, ABD’nin son teknoloji askerî teçhizatları ve esasen son olarak İran tesislerini de vuran türden, B-2 gibi ağır ABD bombardıman uçaklarının refakati altında buluşma alanında beliren Putin, Trump’la ilk andan itibaren oldukça samimi ve dostane görüntüleri tüm dünyayla paylaştı. Şüphesiz, başta Ukrayna ve Filistin olmak üzere, dünya genelinde son dönem süren kısır askerî hevesler, yayılmacılık ve yıkıcı şiddet uğruna yitip giden 100 binlere varan sivil ve masum insanın kaybı düşünüldüğünde, tüm bu siyasete bir şekilde etki edebilen bu iki önemli rakip ülkenin, kapalı kapılar arkasında ne konuştukları tam olarak bilinmese de en azından kameralara bu şekilde verdikleri pozlar dünya barışı adına ümit verebilmektedir.

Bununla birlikte Putin’in, tahmin edilenden biraz daha kısa sürdüğü ifade edilen ve net mesajlar verildiği bariz olan toplantıda, başta NATO'nun genişlemesini temel sorun olarak gösterdiği, Ukrayna toprakları üzerinde Rus taleplerini yeniden vurguladığı kaydedilmiştir. Bu çerçevede, Ukrayna’da başta 2014 yılından beri Rus işgalinde olan Kırım yarımadası ve Doğu Ukrayna’daki stratejik alanlardan taviz vermek istemeyen bir “Rus gerçeği” zirve sonrası yansımalarda artarak dikkat çekmiştir.

Anılan toplantı öncesi daha katı görünen ve üst perdeden konuşmaktan çekinmeyen Trump’ın ise görüşme sonrası verdiği ilk demeçlerde oldukça pozitif ve diplomatik bir tonda “barış” için önemli bir yol alındığını ifade etmesi, göreve geldiğinden bu yana izlediği tarz çerçevesinde çok da şaşırtıcı olmamıştır. Tam detayları ve sonuçları basına kapsamlı şekilde yansımasa da bahse konu görüşmeden sadece üç gün sonra, bu defa Washington’da Trump liderliğinde toplanan Ukrayna, NATO ve Avrupa ülkelerinin temsilcileri arasındaki görüşmeler, Trump-Putin “samimi rekabetinin” tüm dünyada etki bırakan bir “yönlendirme ve şekillendirme süreci”yle bir arada ilerlediğine ilişkin sinyallerle uyumludur.

Washington'daki son zirve: Trump ve “maiyetinde hazır bekleyen” liderler 

18 Ağustos tarihinde Trump liderliğinde, Zelenski ve Avrupa liderlerinin katılımıyla Washington'da büyük bir diplomatik zirve düzenlendi. Zirve, bazı yorumlara göre, Alaska’daki zirvenin, ABD için “başarısız” olarak kayda geçen taraflarını ve bunun neden olduğu olumsuz atmosferi telafi etmeyi amaçladı, kimi yorumlara göre ise tam da Trump hedeflediği üzere, Putin’le ikili zirvesini çok-taraflı bir şekilde tamamlamayı hedefledi.

Yansımaları ne olursa olsun bu zirve, ABD Başkanı’nın, esasen Putin’in düzenli olarak Rus devlet yetkililerini “önüne dizme” suretinde gerçekleştirdiği yönetim ve danışma toplantılarını andıran sahneler de içerdi. İngiltere’den Fransa’ya, Almanya, İtalya ve hatta tarihi boyunca “Rus tehdidi”yle burun buruna olan Finlandiya’ya kadar kayda değer Avrupa ülkelerinin liderleri, son ziyaretinde Oval Ofis’te oldukça zor anlar yaşayan Ukrayna liderini bu defa yalnız bırakmadılar. Ancak yine de bu durum, “karşı ekip” ne kadar kalabalık olsa da Trump’ın kendine has üslup ve diplomasi tarzını uygulamasına engel olamadı. Özellikle çalışma masasında oturan ABD Başkanı’nı, âdeta bir hocası/öğretmenini dinleyen öğrenciler gibi masanın önünde sırayla dizilmiş sandalyelerde dinleyen konuk liderlerin basına servis edilen pozları, diplomatik teamüller açısından da oldukça dikkat çekmiştir.

Fakat bu zirvenin şekli ve dünyaya yansıyan fotoğrafları dışında muhteviyatı da önem kazanmakta. “Güvenlik Garantileri ve Ukrayna” ana gündem maddesi olarak konuşulurken, Trump’ın konuyu âdeta bir “iş görüşmesi” şeklinde çok taraflı ve kurumsal NATO boyutundan, “ikili askerî anlaşmalar” boyutuna çektiği söylenebilir. Yani Rusya’nın da belki Alaska’da ABD’ye ilettiği “NATO çekinceleri” tam olarak bu ikinci ayakta hayata geçerken, ABD ve Trump için bu “Rus ruhu” tam karşılık bulmuştur. Bu manada toplantıda Ukrayna’nın, öncelikle ilk “koruma kalkanı” olarak Avrupa’nın ama yetmemesi hâlinde ikinci planda daha çok ABD’nin “güvenlik kalkanı” ve “askerî savunma sistemleri” içine alınacağı zikredilmiş, anılan garantilerin tam içeriği ise zirve sonundaki açıklamalarda tam olarak netleşmemiştir. Ancak ana hususlardan biri olarak, artık NATO üyeliği perspektifi çok da konuşulmayacak bir Ukrayna’dan bahsetmek mümkündür. Trump, Avrupa liderlerinin de artık bu NATO seçeneğini çok belirtmemelerinin, Avrupa’nın “kendi güvenlik şemsiyeleri”ne yatırım yapmalarının ve bu surette bir tehdit altında, sıra ABD’ye gelmeden hem kendilerine hem Ukrayna’ya da destek olmalarının altını çizmiştir.

Ukrayna haritası önünde pozları keza basına çokça servis edilen Trump ile Zelenski’nin 18 Ağustos’taki son görüşmesine dair diğer önemli bir sonuç da çok yakın zamanda Putin-Zelenski zirvesinin Trump’ın da nezaretinde üçlü (trilateral) bir formatta gerçekleşme ihtimalidir. Mayıs ayından beri İstanbul’da başarıyla süren üst düzeyli görüşmeler ve çıkan yapıcı kararlar, en üst seviyede bu tür bir Barış ve Liderler Zirvesi’nin de keza Türkiye gibi etkin bir ara bulucunun ev sahipliğinde icra edilmesi yönündeki ümitleri arttırmaktadır.  

“Trump-Putin ortaklığı”nda NATO’nun yakın geleceğine dair

Joe Biden yönetimi altında ABD’de hâkim olan tabiri caizse “diplomasisiz” ve bir nevi tek-taraflı yapı, Trump’ın da eleştirilerini kimi zaman haklı çıkarır surette dünyadaki pek çok sorunun daha da derinleşmesine, askerîleşmesine, yeni ve daha derin çatışmaların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Esasen içte daha “insani” ve “liberal” görünen Demokrat Parti dönemlerinde dünyada daha derin insani krizlerin sürmesi şaşırtıcı bir gelenek hâline gelmiştir. Keza Trump’ın dilinden düşürmediği şekilde, Biden öncesi Demokrat Başkan Obama döneminde de Rusya’nın tüm günümüz ihtilaflarına konu toprak genişlemeleri artarak sürmüş, hatta Kırım ve Doğu Ukrayna o dönemde Rus saldırı ve işgaliyle tanışmıştır. Belki de Demokrat Parti-NATO ilişkilerinde de anılan kuruma verilen sonsuz güven ve genişleme garantileri başta Rusya olmak üzere kayda değer oyuncuların, uzlaşmacı ve diplomatik hareket tarzı yerine, daha saldırgan ve daha askerî bir oyuncu olmaları sonucunu da beraberinde getirmiştir.

Trump tarzı uluslararası siyasette ise yukarıdaki başlıklarda da özetlediğimiz gibi ana ilke, NATO gibi devasa bir yapı da olsa, buradaki her ülkenin “kendi ayakları üzerinde durabilecek” ve “kendine yetebilecek” bir imkân ve kapasiteye en azından ulaşmayı denemesi ve bu yolda NATO’ya da azami ölçüde maddi ve askerî desteği sunma arzu ve isteği üzerine kuruludur. Trump, bu yolda daha göreve gelmeden ve Putin’le samimi temasları öncesinde 2025 yılının ilk aylarında ve hatta 2017-2021 arasındaki ilk Başkanlık döneminde de net mesajlarını sürdürmüştür. Şimdiki NATO Genel Sekreteri Hollandalı Mark Rutte’yle oldukça esprili dostane görüşmeleri basına yansısa da ilk başkanlık döneminde NATO yetkilileriyle ve tüm NATO mekanizmasıyla oldukça gergin bir havada ilişkilerini sürdürdüğü ise bilinen bir durumdur.

Ukrayna hususundaki son Alaska ve Washington zirveleri de yukarıda bahsettiğimiz Trump-NATO denklemini kanıtlamaktadır. Diğer bir deyişle Ukrayna’nın savunmasını, belirli bir maddi karşılıkla, konjonktüre göre ve ikili anlaşmalar yoluyla yakın dönemde çözmek Trump’ın Avrupa ülkelerine de dayattığı birincil önceliği haline gelmiştir ve bu durum esasen, Soğuk Savaş’ın, komünizme karşı çoğu zaman “karşılıksız” ve “ilkesel” tarzda, herkesin “yardımına koşan”, “kutsal” Batı medeniyetinin en değerli aygıtı konumundaki NATO’nun klasik ruhuna da tabandan zıttır.

Nitekim gelinen aşamada, ülkelerin ikili görüşmeleri, dönemsel çıkarları ve güçlü liderler altında şekillenen dış politika ajandaları, NATO gibi modern dönemin Weberian tarzda iş bölümünü açık, işler ve üstün kılan bürokratik ve kurumsal yapılarının değerini düşürmektedir. Ukrayna gibi bu yolda ümitlenen ülkeler ise en azından bu dönem tam üyelik yerine, "NATO'ya köprü" niteliğindeki destek mekanizmaları üzerinden planlarına ve askeri kapasitelerini geliştirmeye devam edecek görünmektedir.

Her halükârda NATO, en büyük “anti-tezi” Varşova Paktı'nın dağılması sonrası varlık gerekçesi sorgulanan bir ittifak olmaktan çıkarak "genişleme" ve "kriz yönetimi" üzerinden yeni bir rol çizme stratejisine, son 30 yıldır çabaladığı şekliyle, farklı ve daha yaratıcı çözümlerle (belki de bir isim/rumuz değişikliğiyle) devam edecek midir, bunu zaman gösterecektir. Ancak Trump yönetimi altında ABD'nin daha da fazla tüm üyelere örgüt içi “yük paylaşımı baskısı” bir şekilde Avrupa savunma sanayisi üretimini şimdiden hızla artırmaya başlamıştır.

Bununla birlikte unutulmamalıdır ki Trump-Putin samimiyetinin NATO ittifakının stratejik mesajını dağıtan, caydırıcılığı parçalayıp, Kremlin'e "ayrışmış NATO" algısı sunan atmosferinin doğal bir sonucu olarak, sadece Ukrayna, Polonya, Finlandiya, İsveç ve Baltık ülkeleri gibi kendilerini sürekli tehlike hattında gören ülkeler değil, 2. Dünya Savaşı’nın ardından her daim çekinilen ve “askersizleştirilen” Almanya gibi, çok da uzak olmayan bir dönemin “sabıkalı” ancak her daim “maharetli” oyuncuları da herhangi bir kurumsal bağlantı ve sıkı denetim olmadan hızla silahlanma ve askerî kabiliyetlerini arttırmaya devam edeceklerdir. Hatta Filistin’deki soykırımına her gün yeni bir kılıf uyduran, Ukrayna krizi altında NATO ve Batı’nın çok da umursamadığı, hatta fütursuzca destek verdiği İsrail gibi pervasız ve yıkıcı oyuncuları da bu kapsama almak gerekir. Bu şekilde tekil oyuncuların git gide güçlenip “kabına sığamadıkları” dünya siyasetini, insanlık adına çok da hayırlı sonuçlar doğurmayan 18, 19 ve 20. yüzyıllarda yaşananlar başta olmak üzere, iyi okuyup değerlendirmeye devam etmeliyiz.