18 Eylül 2025

Sahnelenmiş yakınlık ve acının tüketimi

Sosyal medyadaki "sahnelenmiş yakınlık"; gerçek yakınlık ihtiyacımızı gideremeyen, acıyı tüketime dönüştüren ve bizi kendi deneyimlerimize yabancılaştıran dijital bir ağrı kesicidir. Gerçek bağlar yerine, acaba paketlenmiş duygular mı tüketiyoruz?

Günümüz modern dünyasında giderek etki gücünü artırarak kendisini ortaya koyan fenomenlerden biri “sahnelenmiş yakınlık”tır. Sosyal medya araştırmalarında, Goffman'ın dramaturgy teorisine dayandırılarak tanımlanan bu kavram, dijital platformlarda sergilenen yakınlık performanslarını ifade eder. Hayatın içinde, kendiliğinden ve kontrolsüz olarak deneyimlenmesi beklenen duygusal ifadelerin ve açılımların yerini, artık stratejik olarak kurgulanmış ve tüketime uygun hâle getirilmiş kırılganlık gösterimleri alıyor. Sosyal medyada makyaj yaparken çocukluk travmalarını paylaşan içerikler, saç rutini sırasında aile içi şiddet yaşantılarını paylaşan hesaplar, yemek hazırlarken boşanma sürecini anlatan videolar, egzersiz rutini eşliğinde anlatılan depresyon süreci içerikleri ya da arkaya duygusal müzik koyup aşk acılarını anlatan yazı reelsları bunun örneklerinden bir kaçıdır.

Gerçek kırılganlık beklenmedik anlarda, zaman zaman kaotik ve kontrolsüz olarak ortaya çıkar. Sahnelenmiş yakınlıkta ise içerik; planlanmış, Instagram’a hazır hâle getirilir. Karşılıklı iletişim içinde alınan iki taraflı riskler artık yok olur; paylaşım, tek taraflı ve kontrollü bir etkileşim aracı biçimini alır. Kişi sahnesine çıktığında -yani kameranın karşısına geçtiğinde- her ne kadar takipçilerini yakınları olarak gördüğünü iddia etse de anlatım esnasında ona karşılık verebilecek bir taraf bulunmaz. İlişki değil, izleyici odağında dönen içerikler; acıyı, paketlenmiş bir gıda ürünü gibi tüketim malzemesi hâline getirir.

İletişimin sahte ritüelleri

Byung-Chul Han’ın "Ritüellerin Yok Oluşu” adlı kitabında bahsini geçirdiği "sahte ritüel” kavramı bu tarz içeriklerin işlevini anlamlandırmaya yardımcı olabilir. Han, geleneksel ve modern toplumlardaki acının işlenişi arasındaki farka odaklanırken; geleneksel toplumların acıya dönük kolektif, anlamlı ve dönüştürücü ritüeller geliştirdiğinin altını çizer. Bu ritüellere örnek olarak yas tutma törenleri, toplumsal destek grupları, pazar akşamları yenen aile yemekleri verilebilir. Modern toplumlarda ya da günümüz dünyasında bu ritüellerin kaybı, bireyleri kendi sözde ritüellerini yaratmaya iter. Ancak modern insanın acının içinde kalabilmeye dahi vakit bulamamasıyla birlikte yaratılan bu hızlı ve bireysel ritüeller; gerçek ritüellerin bütüncül, yavaş ve dönüştürücü özelliklerinden yoksundur.

Vakit kaybına yerimizin kalmadığı modern hayatın içinde, fazla zaman kaybetmeden acıları kıyaslıyor, merakımızı gideriyor ve günlük rutinlerimizi en doğru şekilde yerine getiriyoruz. Her şeyin en sağlıklısı ve kalitelisinin peşinde koştuğumuz bu çağda üzülüp durmaya izin bulamıyoruz. Sistemde varlığını sürdürebilmek için acından başka pazarlayabileceğin bir şeyin yoksa, onu da tüketime hazır hâle getirip satmalısın. Gerektiği kadar acı bilgisine sahip olmak da bu bakımdan değerli bir hâle geliyor, zamanı gelince pazarlayabilmek adına. İçeriği tüketenler bazında düşünüldüğünde ise bu videoların bu kadar ilgi çekici olması; bireylerin kendi gerçek acılarıyla yüzleşmek yerine, kontrollü dozlarda başkalarının acılarına odaklarını kaydırabilmeleriyle açıklanabilir. Han'ın "palyatif toplum" tespiti ışığında, performatif ve sahnelenmiş yakınlık aslında bir tür dijital ağrı kesici işlevi görür. Acı ya da anlamsızlık ortadan kalkmamakla birlikte modern birey üzerindeki etki gücü bir şekilde azalır. Ağrı kesicinin etkisi azaldığında doz alımını tekrarlamak gerektiği gibi bu tarz içerikleri tüketmeye devam etmek, modern insanın temel bazı ihtiyaçlarını karşılamasını sağlıyor. Bu durum, -öncelikle- kendi duygularıyla uğraşmak yerine başkasının duygularını tüketerek çaba gerektirmeyen bir duygu düzenleme mekanizması sunuyor. "En azından onun kadar kötü değilim" rahatlığıyla karşılaştırmalı iyilik hâli yaratıyor. Ve böylece gerçek ve yakın ilişkilerin risk ve sorumluluğu olmadan, kişi, tek taraflı yakınlık ihtiyacını gidermiş oluyor.

Bu durumun sebep olduğu bir başka problem ise konsantrasyon ve zaman algımıza devamlı atakların olmasıdır. Kişinin normal hayat akışında edinmesi imkânsız olan bu kadar travmatik bilgiyi günlük rutin içinde görüyor ve dinliyor oluşu; olayları derinlemesine işleme, hazmetme ve anlamlandırma sürecine olumsuz etki eder.  Her deneyimin sosyal medyaya uyarlanabilir şekilde paketlenmesi modern zamanın egemen zaman algısını besler. Zaman sürekli akan, hız ve verimlilik odaklı bir şekle büründükçe etkisini ve dönüştürücülüğünü kaybeder. Oysa deneyimin içselleşebilmesi, anlamın yaratılması adına dönüşümün gerçekleştiği nitelik öncelikli zamana ihtiyaç vardır. Modern insan sürekli hızlı zamanda yaşayarak, deneyimleme kapasitesini kaybeder - sadece "kaydeder" ve “paylaşır." Tüm bu analizlerin ışığında şu soruyu sormak gerekiyor.

Performatif yakınlık, deneyimin kendisine yabancılaştırır mı?

Sonuç olarak, sahnelenmiş yakınlık günümüz dünyasındaki deneyime yabancılaşmanın sofistike edilmiş bir savunma mekanizmasıdır. Byung- Chul Han’ın “ritüellerin kaybı” tespiti ışığında, sorun acı bilgisi eksiliği değil, acıyı anlamlandırabilmemize yarayacak kolektif yapıların yokluğudur. En tezat kısım ise bağlantı arayışı ihtiyacımız arttıkça daha da yalıtılmış bir hâle gelmemizdir. Çünkü otantik kırılganlık ve paylaşım deneyimlerimiz gün geçtikçe yok olmaktadır. Gerçek bağlar yerine "performatif yakınlıklar" tüketiriz, bu da hem daha fazla yalnızlığa hem de travma enflasyonuna sebep olur. Zaman algımızın çöktüğü bu hızlı döngüde ne acımızı ne sevincimizi gerçekten işleyebiliyoruz - sadece onları tüketiyoruz.

Bu döngünün belirtileri

Kişilerin bu tarz bir döngünün içinde olup olmadıklarını anlamalarına yardımcı olabilecek belirtiler mevcuttur. Bireylerin kendilerine karşı gittikçe mesafelenmesi, duygusal ve duyumsal olarak hissizleşmesi, kendi yaşantısına dair acı veya mutluluk deneyimlerini "Bu viral olur mu?" ya da "Bunu ne şekilde sunabilirim?" gibi endişeler taşıması bunlardan bazılarıdır. Kişinin olağan akıştaki yaşananlara tepki veriş şekli gittikçe doğallığını ve otantikliğini kaybedebilir.

Kameranın ya da seyircinin varlığına çok fazla şartlanan kişi, tek başınayken dahi "izleniyormuş gibi" davranma eğilimleri gösterebilir. Akışta, spontane anları deneyimlemekte zorlanırken, devamlı yaşadıklarından içerik çıkarma kaygısı baş gösterebilir. Bireyler hayatlarını yaşamaktan çok bir film izliyormuş gibi gözlemlemeye başlayabilir, gerçekliğe ve kendilerine karşı dissosiyasyon geliştirebilirler.

Toplumsal yansımalar

Öte yandan bu tarz videolara devamlı maruz kalmak, bireylerin gerçek hayatta karşılaştıkları problemlere dönük toleranslarını azaltabilir. Ya izlemeyi ya anlatmayı daha kolay bulup, karşılıklı diyalogların içindeki sorunlardan soyutlanma eğilimi artış gösterebilir. Paylaşıma dayalı durumlardan kaçınma arttıkça sosyal izolasyon ve yalnızlık hislerinde artma gözlemlenebilir.

Toplumsal düzlemde ise herkesin travmasına her dakika her yerde maruz kalabiliyor olmak, duyarsızlaşmaya ve bunun sonucunda sorunlara karşı eyleme geçme kapasitemizde düşüşe sebep olabilir.

Döngüden çıkış yolları

Hepimizi az çok içine almış olan bu döngüden sıyrılabilmek adına sosyal medya detoksunun ötesinde kendimiz ve çevreyle olan bağımızı güçlendirmeye ihtiyacımız var. Elle günlük tutmak, telefonsuz ve mümkünse karşılıklı iletişimde yemek yeme saatleri oluşturmak, doğada tek başına sessiz oturma pratiği yapmak bu yönde atılabilecek adımlardan bazılarıdır.

Fiziksel dünya ile bağımızı arttıracak müzik, dans, el sanatları gibi hobisel uğraşlar edinmek, grup derslerine katılmak, zamanı ve birbirimizi daha derinlikli deneyimlememize fayda sağlayabilir. Gerçekten travmalarımızı paylaşmakla alakalı bir isteğimiz mevcutsa yüz yüze ya da herkesin iletişim içinde olabileceği kişi sayısınca yapılan grup terapilerine yönelebilinir.

Bedensel duyumlarımızı anlamlandırmamıza yardımcı olacak meditasyon, vücuttan gelen hisleri ve duyumları dinleme gibi ana bağı güçlendirecek çalışmalar da önemlidir. Sonuç ya da amaçtan bağımsız, verimsiz duygulara daha fazla yer açmak, sıkılma kapasitemizi arttırmak, gelip geçen hüznün normalleşmesine dönük kabul pratikleri geliştirmek bu süreçte destekleyici olabilir.

Sonuç olarak, bahsi geçen belirtiler ve çözüm yolları her kişiye özgü farklılaşabilir ve genişletilebilir. Ancak Pirandello'nun 'Biri, Hiçbiri ve Binlercesi' kitabındaki ayna metaforu üzerinden düşünecek olursak, kişinin hem aynaya bakıp hem yaşamaya devam etmesinin imkânsızlığı karşımızda duruyor. Yaşadığımız performatif düzenin içinde dijital aynalarımıza karşı da aynı kilitlenmeyi yaşıyor, deneyimin derinliğinden uzaklaşıyoruz. Belki de yapılabilecek en radikal eylem bu aynalardan yüz çevirmektir - ya da en azından aynaların ayna olduğunu unutmamak.

Kaynakca

Pirandello, L. (1926). Uno, nessuno e centomila [Biri, hiçbiri ve binlercesi]. (Çev. E. San). İthaki Yayınları. (Orijinal eser 1926 yılında yayımlanmıştır)

Han, B.-C. (2021). Ritüellerin yok oluşu. (Çev. S. Dolanoğlu). Metis Yayınları.

Han, B.-C. (2020). Palyatif toplum: Acının bugünü. (Çev. M. Tüzel). Metis Yayınları.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...