“Dondurmam Gaymak”, “Entelköy Efeköy’e Karşı” ve “İftarlık Gazoz” gibi filmlerinizin hem yönetmenliğini hem senaristliğini üstlendiniz. Yönetmenlik ve senaristlik kimliklerinizi nasıl ayırıyorsunuz? Yazarken aklınızda bir yönetmen olarak kurduğunuz sahneler var mıdır? Yoksa önce hikâye mi doğar sizde? Bu süreçte değişen bir ritminiz var mı?
Yani senaristliğimin yönetmenliğimden iyi olduğunu düşünüyorum. Çünkü senaryoyu yazarken özgür olabiliyorsunuz ve istediğiniz sahneyi tasarlayabiliyorsunuz istediğiniz duyguyla. Ayrıca sözcüklerle bir şey anlatmanız için yükleneceğiniz bir maliyetiniz yok. Ama işin yönetmenlik tarafı, çok maliyetli bir şey. Aynı zamanda biraz da sizin dışınızda gelişiyor; yani bir sahnede yazdığınız şey getirilebiliyorsa onu çekebiliyorsunuz. Oyuncu iyi oynarsa çekebiliyorsunuz, kamerada iyi ışık kullanılıyorsa, objektif kullanıyorsa yapabiliyorsunuz. Dolayısıyla yönetmenlik aslında iktidar gibi görünen iktidarsızlık bir anlamda. Bütün bunlara rağmen, yani senin dışındaki dinamiklere bağlı olmasına rağmen kendi rüyanı gerçekleştirebiliyorsan, ona yaklaşıyorsan da bu da çok kıymetli bir şey. Bu yönüyle yönetmenliğimin de yabana atılır olmadığını düşünüyorum. Elbette senaryolarım ilk bakışta çok gösterişli görünmeyebilir. Ancak filmlerim izlendiğinde özgün ve farklı bulunduğunu sıkça duyarım. Her ikisi de kendi içinde iddialı yanlar taşısa da ben özellikle senarist yönümü daha güçlü buluyorum.
Peki, günümüz film festivalleri ve ana akım sinema bağlamında kendi sinemanızı nerede görüyorsunuz?
Salon ve kendisini iktisadi olarak döndüren o ana akım sinema batacak, yok olacak. Avrupa sineması yapmaya çalışan insanlar için sinema yapmak çok zor hâle gelecek. Yani festivalin bir grameri var; yani “kalabalık seyirci peşine düşmenin” de bir grameri var. Fakat bizim gibi filmler yapan, yani öyküleriyle, tekstleriyle ya da filmlerinin kendi ilginçlikleriyle, enteresanlıklarıyla bir şey yapmaya çalışanlar için daha da zor. Kendimi nereye koyduğumla ilgili doğru teşhis yapamayabilirim. Ama şunu söyleyebilirim: Ben festivallerin bildiği janrın yönetmeni değilim. Bugünkü festivallerin ya da son yirmi yıldır “sinefillerin”, “entelektüellerin” ya da bir tür sinemanın üreticisi değilim. Yine “bir tür sinema” dediğimiz -sadece güldürmeye veya kan revan gibi kodlara endeksli- bir sinema var. Ben onlardan da değilim.
“Dondurmam Gaymak”dan “Bak Postacı Geliyor”a kadar yaptığım her işte sinema sanatının zorunluluklarına, dramatik yapıya, oyun yönetimine, oyunculuğa ve özgün konulara; bana ait olan, benim duyarlılığıma ait olan meselelere önem verdim. Amerika’da “ana akım” dedikleri ya da “ara akım” dedikleri filmlerdir belki bunlar.
“Disiplinler arası okumalara kendimden başlayıp tüm ekibi dâhil ediyorum”
Bir röportajınızda “Avlu” dizisini çekerken senaristlere cezaevi ve cezalandırma teknikleri üzerine Emile Durkheim ve Michel Foucault üzerinden literatür taraması yaptırdığınızı söylemiştiniz. Bu noktadan baktığımızda hikâyeyi kurarken, örerken toplum bilimleri üzerine düşünüyor musunuz? Disiplinler arası bir okuma yapıyor musunuz?
Tartışmasız. Bu sorunuz için çok teşekkür ederim. Bir doktora öğrencisi tezini yazarken nasıl çalışıyorsa ben de öyle çalışıyorum. “Avlu” ile ilgili örnek verdiniz. “Avlu” bir kadın cezaevinde geçiyor. Ve ülkemizde cezaevleri hassas yerlerdir. Her şeyi her daim çekip yapamazsınız. Bu dünyada geçtiğini göstermeniz lazım. Dünya seyircisi için de bu önemli bir şey. Farklı birçok ülkeye de satıldı bizim yaptığımız “Avlu” dizisi.
Şimdi, cezaevi deyince… Bu konuya ilk kez suç ve suç sosyolojisi bağlamında kafa yoran isim Emile Durkheim’dır. Suç, biliyorsunuz, İngiliz polisiyeleri ve metropol yaşamıyla birlikte organize suçların ortaya çıkmasıyla kriminoloji alanının da gelişmeye başladığı bir süreçte ele alınır. Öncelikle kabahatler ve komünal toplumların kendi gelenekleri içinde çözdüğü meseleler vardır. Durkheim’in o dönemde suç ve ceza üzerine yazdıkları bu yüzden önemlidir. Foucault da hapishanenin doğuşu, suç, normallik ve anormallik üzerine ezber bozan çalışmalarıyla ayrı bir yerde durur.
Aynı zamanda Kemal Tahir’in “Karılar Koğuşu”ndan başlayıp, Nazım’ın şiir ve külliyatına; Türk edebiyatından dünya edebiyatına, Victor Hugo’nun Jean Valjean’ına kadar uzanan geniş bir gelenek içinde edebiyat ve sanatla suç arasında tuhaf bir katartik akrabalık vardır. Dolayısıyla senaryo veya herhangi bir yapıyı tasarlarken, bu disiplinler arası gidip gelmeleri bir ders gibi önce kendime, sonra oyuncularıma ve ilgili ekiplere mutlaka okutuyorum.
Peki hem sinema hem de dizi projelerinde yer alan bir yönetmen olarak uzun soluklu dizi anlatımı ile kısa ve yoğun anlatımı olan film arasında nasıl bir fark olduğunu düşünüyorsunuz?
Elinizde iki ayrı anlatı biçimi var gibi düşünün: Biri destan; Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı gibi… Dizi buna benziyor; daha uzun soluklu bir yapı. Sinema ise daha modern, daha özgür ve daha ünik; roman gibi müstakil bir şey… Başlıyor, bitiyor ve izleyicinin etrafında tek bir öykü örgüsü kuruluyor. Bu biricikliğinden ötürü bence sinema çok değerli. Ama bu, dizilerin kıymetsiz olduğu anlamına gelmez. Diziler anonim edebiyata; darbı mesellere, destanlara, kıssalara tekabül ediyor. Nasreddin Hoca’yı komedi olarak çekmeye kalksanız hangi fıkrasını seçeceksiniz? Binlercesi var; üstelik Çin’de ayrı, İran’da ayrı, Irak’ta ayrı. Dolayısıyla dizileri anonim edebiyatın bir karşılığı, anonim bir üretim evreni olarak görüyorum. Sinemanın -ticari olanın dışındaki sinemanın- müstakil ve ünik bir yapıya sahip olduğunu ve özgün kaldığını düşünüyorum.
“Ufuk açıcı ve sınırları zorlayan bir alan yaratmak gerekiyor”
Son soru olarak sinemayı bir endüstri ve aynı zamanda bir sanat dalı olarak sağlıklı bir zemine oturtmak için yapımcıların, izleyicilerin ve yönetmenlerin üstüne düşen temel sorumluluklar sizce neler?
Seyirci buna gelir mi, gelmez mi; kapitalizmin ve yatırımın geri dönüşüne dair hassasiyet… bunlar bizim için çok önemli meseleler. Ama aynı zamanda başka bir şeyi düşünmek, ufuk açıcı ve sınırları zorlayan bir alan yaratmak da gerekiyor. Bence bu döngüsel bir yapıya kavuşmalı: Sinema; seyircinin salonlarda rahatça yer bulabildiği, filmlerin daha rahat tüketilebildiği; sübvansiyonların, sponsorların desteklediği bir sistem olmalı… Avrupalılar bu işi nasıl çözmüşse, uzağa gitmeye gerek yok; biz de aynı modeli uygulayabiliriz diye düşünüyorum.
Sinema sektörüne adım atmak isteyen genç yönetmen adaylarına nasıl bir tavsiyede bulunmak istersiniz?
Sektöre bomboş gelmesinler; hakikaten iyi anlatacak bir hikâyeleri yoksa o zahmete değmez. Çünkü sinema, bunca beden emeğine rağmen “semeresini en az veren” işlerden biridir; Türkiye’de genel olarak entelektüel faaliyet olarak görülür. Ben mecburiyetten sinemaya yöneldim: Oradan atıldım, buradan sürüldüm, hiçbir işte dikiş tutturamadım. Sinemayı o yüzden başlangıçta biraz araçsallaştırdım; konuşmamla, havasıyla etki yarattım ve bunun da faydasını gördüm. Sonra zaman içinde bu iş sofistike bir hazza, bilimsel bir meraka dönüştü; kendimi tuhaf bir sürecin içinde buldum. Karşılıklı birbirimizi dönüştürdük.
Ama şunu söyleyeyim: Tutkularınızın peşini bırakmayın. Sinema büyük bir tutkudur; sen gidersin ama film kalır. Sen toprak olursun, kül olursun; fakat film, evrenin ortasında kendi kaynağıyla durur. Ontolojik bir tadı var, çok özel bir sanat…