"Balkancisco"nun hikâyesinden önce sizin hikâyenizi öğrenmek istiyoruz. Yönetmenlik serüveniniz nasıl başladı?
Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunuyum. Siyaset, tarih, felsefeye ilgisi olan bir gençtim. Lise yıllarımda da belgesele çok ilgiliydim, çokça belgesel izlerdim. Tabii o dönem fazla belgesel kanalı yoktu. National Geographic ve Discovery'den başka pek bir şey bulamazdık. Her ne kadar belgesel deyince insanların aklına genellikle hayvan belgeselleri gelse de bu kanallarda farklı birçok belgesel bulunurdu ve hepsini büyük bir hayranlıkla izlerdim. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdikten sonra yurt dışına gitmeye karar verdim.
Öncelikle dil öğrenmek istiyordum. Bu sebeple San Francisco'ya taşındım. İngilizcemi geliştirmek için orada bir dil kursuna başladım. Dilimi geliştirdiğime inandım ve orada bir üniversiteye kaydoldum. İlk etapta sosyal bilimlerden ilerlemeyi düşündüm. Ama Amerika'da sosyal bilimler üzerine ilerlemek bana makul gelmedi. Daha çok teknik bir konu üzerine kendimi yoğunlaştırmak istedim. Ardından “web development”, yani web geliştirme üzerine eğitim aldım. Bu eğitim sürerken bir yandan çalışarak orada bir işletme kurdum. 2014’te üç arkadaş bir araya gelerek bir firma kurduk ve e-ticaret işine başladık. Dört sene boyunca bunu başarıyla yürüttük. Türkiye'den mal getirip internet üzerinden, eBay ve Amazon üzerinden satıyorduk. İnternetten alışverişin yeni yeni inşa edildiği zamanlardı ve bu alanda iyi bir başarı elde ettik.
“Görsellerle, şemalarla, fotoğraflarla, videolarla birtakım şeyleri anlatmak daha kolay”
Görsel pazarlamanın içinde olmak, sizi de çok beslemiştir muhakkak...
Evet. Ürünleri video, fotoğraf gibi görsellerle birlikte sunmanın pazarlama adına ne kadar önemli olduğunu gördüm. Mesela bazı ürünlerimiz fazla miktarda elimizde kalıyor ve satamıyorduk. Ürünlere bakıyordum, fotoğrafları güzel değil. Daha güzel fotoğraflar yüklediğimizde o ürünlerin satışlarının arttığını görüyorduk. Yahut bazı ürünlerimizde çok fazla iade yaşanıyordu. İade, ticarette masrafı arttıran bir şey. Ama o ürünlerimize güzel bir video hazırladığımızda bu durum değişiyor ve bize kâr getirmeye başlıyordu. Çünkü görsel, en iyi anlatım araçlarından biri. Herkes eşit derecede okumaya, bir şeyleri analiz etmeye, akıl yürütmeye mahir değil. Ama görsellerle, şemalarla, fotoğraflarla, videolarla insanlar birtakım şeyleri çok daha kolay anlıyorlar. Bunu görmek bende yeni bir ufuk oluşturdu. Türkiye’deki tedarikçi firma, şirketimizi satın almak istiyordu ve biz de şirketi sattık. Zaten e-ticaret işinden yorulmuş ve sıkılmıştım. Video prodüksiyon, fotoğraf çekim işleri hoşuma gittiği için bu alanlara yönelmeye başladım. Birçok reklam ve tanıtım videosu çektik. Silikon Vadisi’nde büyük birçok şirketle çalıştık. Böylelikle video prodüksiyon işimiz hızlı bir şekilde ilerledi ve bu alanda başarılı olduk.
Bu arada Amerika'da düğün videoları da çektik. Çok güzel bir eğitim oldu bizim için. Çünkü düğün videolarında anı yakalamakla ilgili bir endişe var. Hiçbir şeyin tekrarı yok, anı kaçırmamanız gerekiyor. Bu yüzden düğün videoları çekmek, bize çok şey öğretti. Video prodüksiyonla ilgili bir şey yapmak isteyenlere kesinlikle düğün videosu çekmelerini, o takım çalışmasının içinde bulunmalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Yaptığımız bu tür işlerle San Francisco’da pek çok ödül aldık. Tüm bunlar yaşanırken çocukluğumdan gelen belgesel yapma isteği, içimde tekrar yeşermeye başladı ve bunu hayata geçirmek için de elimde bir fırsat vardı.
“İlk uzun metraj belgeselim ‘Balkancisco’”
Neydi peki bu fırsat?
Bu fırsat; San Francisco'daki benim sıkça gittiğim, eğlendiğim, zaman geçirdiğim Balkan müzik camiasıydı. Her hafta pazar günleri çeşitli Balkan ülkelerinden gelen ve çoğunluğu Amerikalılardan oluşan bir grup insanın bir araya gelip Balkan müzikleri eşliğinde eğlendiği, dans ettiği, kültürel alışverişte bulunduğu bir camiadan bahsediyorum. Sırp, Yunan, Boşnak, Türk hepsi birlikte çok güzel vakit geçiriyorlar bu müzik mekânlarında. Her ne kadar tarihte birbirleriyle siyasi problemleri olan ülkelerden gelseler de bu insanlar, beraber çok güzel eğleniyorlar.
Bu mekânların birinde Duygu Gün ile tanıştım. Duygu “Balkancisco”nun baş kahramanı. Aynı zamanda bizim yaratıcı prodüktörümüz. Duygu'ya bir teklifte bulundum. “Sen de bu müziği ve buradaki insanlarla vakit geçirmeyi çok seviyorsun, oradaki müzisyenleri de tanıyorsun. Haydi birlikte böyle bir iş yapalım” dedim. Özgen Göksoy da bizim görüntü yönetmenimiz oldu. Özgen’le zaten uzun zamandır arkadaştık; onun gözünü, bakışını çok beğenirim. Vizörü çok kalitelidir hakikaten, çok özendiğim bir kabiliyeti vardır bu konuda. Böylelikle Özgen, ben ve Duygu bir araya gelerek bu belgeseli çektik. Yönetmenlik maceram bu şekilde başladı. Onun dışında ufak tefek kısa belgeseller de çekmiştim. Daha çok sessiz, sakin, doğal belgesellerdi bunlar. Onları da YouTube'a koymuştum ve çok güzel dönüşler almıştım insanlardan. Onlar da çok hoş anılar oldu benim için. Ama ilk uzun metraj belgeselim “Balkancisco” diyebilirim.
“Balkan müziğinde müzisyen ile dinleyici arasında büyük bir sinerji var”
“Balkancisco”nun başlangıç nüvesinden bahsettiniz. Peki bu süreç nasıl ilerledi? Balkanlara ait, daha yerel olarak düşünülen bir müziğin San Francisco gibi bir şehirde popülerleşmesi, ilgi uyandırması önemli bir gözlem. Müzikle daha önce bir ilişkiniz var mıydı, bu müzik mekânlarına dair izlenimleriniz nasıl oluştu, belgeseli çekerken nasıl bir yol izlediniz?
Daha öncesinde tabii ki müzikle alakam vardı. Ben birçok enstrümanı öğrenmeye başlayıp ardından bırakmış, çok sebat edememiş birisiyim. Çello denedim, akordeon denedim, bağlama denedim, gitar denedim. Ama hepsinden biraz çalınca hiçbirini çalmamış oluyorsunuz. Yine de iyi bir kulağım olduğunu biliyorum. Nota bilmeden herhangi bir müziği enstrümanlarla çıkartıp taklit edebiliyorum, sesleri bulabiliyorum. O açıdan bir yeteneğim var ama bu yeteneğin üzerine bir şey inşa etmişliğim yok. Tabii ki enstrümanlarla biraz içli dışlı olduğunuz zaman, müziğin bu enstrümantal taraflarına ve hüner gerektiren taraflarına da ilgi duyuyorsunuz. Yani bir flamenko gitarcısının ne kadar hünerli olduğunu, gitarla biraz da olsa uğraşan birisi aşağı yukarı anlıyor ve ona kıymet vermeye başlıyor. Yahut akordeonla biraz ilişkiliyseniz Balkan müziğinde Ciguli'nin akordeonu ne kadar maharetle çaldığını görür ve dehşete düşersiniz. Bu açıdan müziğe her zaman bir ilgim vardı. Balkan müziği ise benim için Amerika'dayken bulunmaz bir nimetti. Çünkü ben ülkemden uzaktaydım. Kültürel açıdan hiç kendimi ait hissetmediğim bir yerdeydim. Fakat kültürel açıdan benimle alakalı bir şeyler, burada kıymet görüyordu ve insanlar onları tatbik ediyordu. Müziklerini dinliyorlar, danslarını yapıyorlar ve çalıyorlardı. Bu çok etkileyici bir şeydi benim için. Zaten hikâyenin kişisel tarafı bu şekilde başlıyor.
O müzikleri icra eden insanlarla iletişim kurduğumuzda çoğunluğunun Amerikalı olduğunu gördük. Amerikalıların uzun süreden beri bu müziklere ilgisinin olduğunu; Balkan müzik kamplarında, Orta Doğu müzik kamplarında hocalarından, anne ve babalarından bu müzik kültürlerini, enstrümanları öğrendiklerini gördük. Avrupalılara ya da Amerikalılara 9/8’lik ritmi, aksak ritimleri anlatmak çok zor. Komalar, onlar için alışılmış şeyler değil, enstrümanın akordunda sorun olduğunu düşünebiliyorlar, kulaklarına yanlış geliyor. Ama müziğin içine girdiğiniz zaman; o notanın, ritmin müzikteki yerini fark ettiğiniz zaman bambaşka bir şey hissediyorsunuz.
“İnsanlar hep birlikte müziğin içinde olalım istiyorlar”
Modal müzik, Batı müziği tınılarından çok farklı; bu farklılık mı onları etkiliyor?
Türk müziğinin, Balkan müziğinin, hatta Hint müziğinin böyle güzel bir tarafı, rengi var. Bu güzel rengin farkında Amerika’daki insanlar ve alışagelmiş Avrupa ritimlerinden, Avrupa tarzı müzik ve eğlence biçimlerinden kopmak istiyorlar. Farklı müzik kültürüne yönelmek istiyorlar. Belgeselimde bir dansçı “Bir partide dj şarkı çalıyor, oradaki herkes aynı yöne bakarak yavaş yavaş sallanıyor. Ben bunu istemiyorum” diyor. Balkan müziğinde insanlar birlikte hem çalıyorlar hem söylüyorlar hem oynuyorlar, büyük bir sinerji var aralarında. Dinleyici ile performans gösteren sanatçı arasında sınır, biraz daha silikleşmiş gibi….
Belgeselden başka bir kahraman Mark Levy, bu sinerjiden bahsederken şöyle diyor: “Eskiden ben klasik müzik çalardım. Klasik müzikte bir virtüöz piyanoyu çalıp eseri bitirdiği zaman dinleyiciler alkışlarlar, klasik müzikte dinleyici ile müzisyen arasındaki alışveriş budur. Ben bunu istemiyorum.” Çalarken biz de alkışlayalım, oynayalım, hep birlikte müziğin içinde olalım istiyorlar. Bu sinerji onların da aradığı bir şey. Modern Batı kültürünün, bazı yönleriyle bireyleşmiş ve monatlaşmış bir yapısı olduğu için o yalnızlığı bu bir arada olma hissiyatıyla gidermeye çalışıyorlar. Müzik dinlemek çok bireysel bir şey onlar için, bu yüzden müziğin bu bir araya getiren unsur olarak karşılarına çıkması ilgilerini çekiyor.
Biz bu müzisyenlere “Böyle bir belgesel çekmek istiyoruz, ne dersiniz?” diye teklifle gittiğimizde çok olumlu dönüşler yaptılar, çok istekliydiler. İlk etapta “Nasıl bir şey olacak?” endişeleri oldu tabii. Çünkü müzisyenler, sanatçılar; kendilerinin doğru yansıtılmasına çok önem verirler haklı olarak. Bu endişelerini biz mümkün olduğu kadar giderdik. Belgeselimizin prömiyerini San Francisco’da gerçekleştirdiğimizde konuk olarak ağırladığımız müzisyenlerin hepsi çok tatmin oldular, kendilerini beyaz perdede görmekten dolayı mutlu oldular. Birçok müzisyen, şarkıcı ve dansçı, “Keşke biz de belgeselde olsaydık” dedi. Onları da anlıyorum ama zaman kısıtlılığımız vardı. Sadece informatif bir belgesel olsun istemedik; eğlenceli bir tarafı olsun istedik. Bu yüzden müzikle röportajları dengelemek zorundaydık.
“Aynı şeyden keyif almak, sevgi için yeterli bir sebep sanki”
Peki, o müzik mekânlarını nasıl buldunuz? Birbirleriyle bağlantılı mıydı? Nasıl alanlara girdiniz?
“Balkan Sundays” ile başladı serüven. Revolution Cafe’de gerçekleşiyordu “Balkan Sundays”. Daha sonra Revolution Cafe kapandı, başka bir yerde devam ediyor şimdi etkinlik. Belgesel de ilk bu etkinlikle, Balkan Sundays ile başlıyor. Tabii ki biz oraya pazar günleri sürekli gittiğimiz için oradaki insanları yakinen tanıyorduk. Bana hep ilginç geliyordu. Amerika’da, San Francisco’da haftada bir Balkan etkinliği yapılıyor ve çok talep görüyor. Haftada bir Balkan etkinliği için aslında çok sık bir periyod. Bunun dışında daha büyük bir etkinlik var “Kafana Balkan”da. Daha büyük bir mekânda 2 ayda bir gerçekleşiyor. “Kafana Balkan” aynı zamanda biletli bir etkinlik, İnspector Gadje gibi müzik grupları performans gösteriyor, dans şovları da oluyor. Bize İnspector Gadje’nin davulcusu ve menajeri Marco Peris çok yardımcı oldu. “Kafana Balkan”da çok kaliteli sesler aldık, blackmagic gibi iyi kameralar kullandığımız için güzel görüntüler de aldık. Üç kişiydik ama bu işi başarılı bir şekilde yapacağımızı biliyorduk. Belgesel bitince müzisyenler de çok beğendiler zaten.
“Balkancisco”nun ilerleyen kısımlarında Balkan Kampları dâhil oluyor hikâyeye. Bu kampların nüveleri 1970’lerde ortaya çıkmaya başlıyor. O yıllardan beri süren bir gelenek Balkan Kampları. Burada yaşlı nesil, genç nesle müzikal ve kültürel aktarımda bulunuyor. Enstrümanların nasıl çalındığı, farklı notaların nasıl tınladığı, ritimlerin yapıları burada öğretiliyor. Kamplarda Balkan coğrafyasından gelen hocalar, sanatçılar da var, Amerikalılar da var. Çok eğlenceli, bizim için gurur verici bir hikâyesi var bu kampların. Birileri sizin kıymet verdiğiniz bir şeye, kıymet gösterdiğinde aynı yakınlığı hissediyorsunuz. Çünkü aynı şeyden keyif almak, sevgi için yeterli bir sebep sanki.
“San Francisco’da farklı coğrafyalardan gelen pek çok insan, kültürel bir kaynaşma yaşıyor”
Müzisyenlerin de sizin de vurguladığınız şey etkileşim. Hepsinin hikâyesi birbirinden farklı olmasına rağmen o müzisyenleri San Francisco’da buluşturan da bir unsur var. Sizce bu unsur neydi?
Öncelikle San Francisco’daki Balkan Kampı’nın etkisi çok önemli. San Francisco çok özel bir şehir. Çok açık görüşlü bir şehir. Yani bu açık görüşlülüğün sınırları yok denecek kadar, geniş. O yüzden kültürel açıdan insanların kendini var edebildiği ve yargılanmadan kendini bu kültürel etkileşimin içerisinde var edebildiği kocaman bir sahne aslında San Francisco. Teknoloji endüstrisi var ve iyi bir para girişi söz konusu oluyor şehre. Mimari açıdan çok tarihî ve güzel görünen nitelikli yapılarla donanmış bir şehir San Francisco. Böyle bir ortamda insanlar yaratıcılığa daha açık oluyor. Öyle bir iklimi var çünkü. İnovasyonun da Silikon Vadisi’nin de orada olmasının sebeplerinden biri bu. İnsanlar orada yaratıcı olma isteği duyuyorlar. Bu bir etken olarak düşünülebilir. Bir diğer etken ise tabii ki orada iyi sanat üniversitelerinin olması. San Francisco'nun Devlet Üniversitesi, Kaliforniya Üniversitesi'nin bir uzantısı var. Aynı zamanda Berkeley Üniversitesi de orada. San Francisco, liberal sanatlar üzerine yoğunlaşmış ve kültürel açıdan çok güçlü bir nokta. Bu, insanların oralarda sanat üzerine öbekleşmesine imkân tanıyor.
Yine San Francisco'nun dışarısına çıktığınız zaman, Los Angeles'a kadar büyük bir kültürel hazinenin olduğunu fark edebiliyorsunuz. Bu hikâyenin temelinde bu hazinenin etkilerini görüyorsunuz. Oradaki profesörlerin, hocaların bu bölgelere gidip gelmeleri, kültürel alışverişte bulunmaları bir müddet sonra kendilerinden sonraki nesle de sirayet ediyor. Kendi çocuklarına, öğrencilerine müziği, enstrümanları öğretiyorlar; zamanla o nesilde de müziğe karşı bir ilgi uyanıyor.
San Francisco, ayrıca önemli bir göç noktası. Dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlar var. Balkan coğrafyasından gelen insanlar var. Bu insanlar savaş görmüş, sıkıntılar yaşamışlar. Türkiye’den gelen insanlar var. Farklı coğrafyadan pek çok insan burada kültürel bir kaynaşma yaşıyor. Bu kaynaşmaya Amerikalılar “melting pot” diyor. Burada onu görebiliyorsunuz. Amerikalıların oryantalist bakış açısı, göçmenlerin durumu ve San Francisco’nun kültürel çeşitliliği orada böyle bir ortamın doğmasına zemin hazırlıyor.
“Ortaklaştıran müziği duymak, geçmişteki kötü anıları bir miktar unutturabilir”
Zaten bir sonraki sorumda bu hususa gelmek istiyordum. İnsanlar kültürel kodlarına yine de sahip çıkıyorlar. Belgeselinizde sadece Balkan müziğini göstermiyorsunuz; yemek kültürüne ait böreği, çayı, kahveyi de vurguluyorsunuz. Kültürel açıdan hem o coğrafyaya uyum (melting pot diye adlandırılsa da) hem bu şekilde karşı bir duruş söz konusu hegemonyaya. Peki, Türk ve Balkan diasporası hakkında ne düşünüyorsunuz bu noktada, San Francisco’daki gözlemleriniz doğrultusunda?
Benim belgesel üzerinden oradaki diasporayla temas kurduğum nokta, daha çok kültürel ve sınırlı bir şekilde müzik alanıydı. Bu müzikler hakikaten Türkiye'de, Edirne'de veya İzmir'de dinlenen bir müzik. Ama ta Hırvatistan'ın sınırlarına kadar uzanır aslına bakarsanız. Bu konuda bir anlaşmazlık yok bölge insanları arasında. Yemek konusunda da aynı şekilde; börek, kahve, baklava vs. hepimizin ortak kültürü. Sırbistan'da da gidip güzel bir baklava yiyebilirsiniz, güzel bir Türk kahvesi içebilirsiniz ve Sırplar bunlarla gurur duyarlar. Kendi kültürleri olarak sahiplenirler ve severler. Ama siyasi açıdan ne kadar Amerika'da birbirleriyle geçiniyorlar, bundan emin değilim.
Türk diasporasının San Francisco’da yeni yeni oluşmaya başladığını düşünüyorum. Öncesinde çok büyük bir aktivitesi yok. Devlet öncülüğünde olan bir durum söz konusuydu. Bu hâlâ devam ediyor. Ama Türkler sivil toplum işine çok eğilebiliyorlar mı, bundan emin değilim. Yeni yeni başladılar. Kendi kültürlerini yansıtmak, kendi kültürleriyle ilgili festivaller yapmak noktasında diğer ülkelerden gelen insanlar daha aktif faaliyetler yapıyorlar... Mesela Yunanlar bu konuda bizden çok daha iyiydi. San Francisco’da yılda bir yapılan Yunan Festivali, Yunan Lezzetleri Festivali, Yunan Filmleri Festivali gibi etkinlikler düzenliyorlar. Aynı şekilde Çinliler de öyle, San Francisco’da Çin Filmleri Festivali var mesela. Türklerin de bu konuda biraz daha aktif olmalarını isterdim.
Yine de orada yaşayan Türkler, Balkan bölgelerinden gelen Sırplar, Boşnaklar, Arnavutlar, Yunanlar, Bulgarlar kültürel alışverişte bulunup birbirlerine büyük bir hürmet göstererek keyifli vakitler geçiriyorlar; bundan emin olabilirsiniz. Tarihte yaşanan siyasi sorunlar, onlar için bugün Amerika’da karşı karşıya gelecekleri meseleler değil. Çünkü hayattan keyif almaya çalışan ve bunun için de yeterli sebepleri ve materyalleri olan halklar bence. Yani ortaklaştıran müziği duymak, geçmişteki kötü anıları bir miktar unutturabilir.
Balkan müziği ile uğraşmak ve hatta sadece ilgilenmek bile hegemonyaya karşı bir duruş esasında. İçinde bulunduğumuz tüketim dünyasında, fenomenler ve akımlar dünyasında Balkan müziği bir karşı kültür. Çünkü geçerli akçesi yok. Birincisi çok para kazandırmaz. Eriştiği kitle sınırlı. Çok emek yoğun bir iş. Amerikalılar için Balkan müziği hem maddi hem de toplumsal açıdan çok ödüllendirici sayılmaz. Ama buna rağmen Amerikalılar bu işi aşkla yapıyorlar. Bu hâkim kültürün karşısında bir duruş. Balkan müzik aşkı onları mecburen hegemonyanın karşısında konumlandırıyor.
“Müziğe kategorik bakmanın doğru olmadığı kanaatindeyim”
Çünkü ortak bir hisse temas ediyor ve belki de bütün ayrımları yok sayan bir alanda buluşturuyor müzik. Belgeselinizde de bu birlikteliği görüyoruz. Benim ilgimi başka bir birliktelik de çekti izlerken. Müziğe yönelik farklı görüşlerde olan müzisyenler de bir aradaydı. Bazı müzisyenler geleneksel kodlara sıkı sıkı bağlıyken bazı müzisyenler farklı türlerle daha fazla iç içeydi. Bu farklı görüşlerin birlikteliği “Balkancisco” adına ne söylüyor sizce?
Bir kere şunu bence çok güzel ifade ediyor: Balkan müziği, entelektüel bir hobi olmaktan ziyade canlı ve hâlâ tüketilen, tüketilmeye de fazlaca alan açan bir müzik. Yani bu müzik, tarihin sayfalarında kalmış ve artık bir hobi olarak yapılan bir şey değil. Beats Antique, Balkan Bump gibi gençlerin ruhunu yakalamış, onlarla hemhâl olmuş elektronik müzik grupları da Balkan ezgilerinden, ritimlerinden ve danslarından çok faydalanıyorlar. Yani Balkan müziği, San Francisco'da hâlâ canlı ve geleceği var. Gittikçe gelişen ve bir yöne doğru ilerleyen bir hikâyeyi anlatıyor.
Geçmişten gelen daha klasik, daha geleneksel müzisyenler, üstatlar tabii ki biraz daha bu konularda muhafazakâr olabiliyorlar. Çünkü yaşadıkları dönemin öğrenme aşamalarındaki zorluklarıyla ilgili endişeleri var. Daha kurallı gitmek, öğrendikleri gibi ilerlemek istiyorlar. Maharetlerini sergilemek ve yeni nesle aktarmak istiyorlar. Ama tabii ki dönem değişti, artık dijital çağdayız, tüketim çağındayız. Müziklerin daha hızlı tüketilebilir olması bekleniyor bu çağda. Hızlı tükenebilir içeriğinin olması, her türlü iletişim aracı, medya için nasıl gerekliyse müzik için de öyle. Bunun müzik için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama elbette geleneksel müzik icrası kulağa daha kaliteli geliyor, ustalık ve maharet gerektiriyor. Yine de müziğe kategorik bakmanın doğru olmadığı kanaatindeyim.
“İnsanlar yatırımlarına devam ettiği sürece bu müzik daha da canlı kalacaktır”
Sanırım belgesel süreci pandemiyle denk geliyor. Bu durum belgeseli nasıl etkiledi? Müziğin icra edildiği, insanların bir araya geldiği alanlarda ne gibi değişimler oldu? Kısıtlamalar bu mekânlardaki müzikal aktarımı etkiledi mi?
Biz çok şükür çekimlerin çoğunu pandemiden önce bitirmiştik. Bu büyük bir şanstı bizim için. Kimse bilemez pandeminin gelebileceğini. Biz de öngöremedik tabii ki ama buna hazırlıklı olduk. İçimizdeki o belgeseli bitirme aşkı bizi biraz daha çabuk davranmaya itmiş olabilir o zamanlarda. Ama tabii ki bu pandemi sürecinde müzisyenler, çok büyük problemlerle karşılaştılar. Çünkü müziklerin, dansların icra edildiği kafeler, barlar; insanların bir arada bulunması gereken yerler. Böyle bir eğlence biçimi çünkü. Revolution Cafe bu yüzden kapandı mesela. Pandeminin o zorluklarına direnemedi. Zaten küçük bir yerdi, çok niş bir kafeydi. O küçük kafe içerisinde sanat müziği, Balkan müziği, Afrika müziği yapılıyordu, herkese kapısı açıktı. Tabii ne kadar bu işi sürdürebiliyordu, biz bunu bilmiyorduk. Ama pandemi sürecinde devam edemedi ve kapandı. Bunun gibi kapanan, el değiştiren çok mekânlar oldu. Bu mekânların kapanması, müzisyenler için çok büyük zorluklar ortaya çıkarıyor. Çünkü yeni bir yerle anlaşmanız gerekiyor tekrar, onlara kendinizi ispat etmeniz gerekiyor ki tekrar belirli aralıklarla, periyotlarla müziğinizi yapabilin ve insanları oraya getirebilin. Mekânların da para kazanması gerekiyor öte yandan. Bu sürecin geri dönüşü zor oldu aslına bakarsanız. Ama Balkan müziğini sevenler, Balkan müziğini yapanlar, o kadar derinden bir sevgiyle birbirine bağlılar ki pandemi sonrasında tekrar buluştular. Müzisyenler ve müzik mekânları yeniden para kazanmaya başladılar. O camia kaldığı yerden devam edebildi ve daha da devam edecektir bence.
Sırf bir endüstriyel bir değeri olduğu için, para kazandırdığı için yapılan bir şey olamaz müzik. Gerçekten çok büyük paralar kazanılamaz böyle şeylerden. Amerika'da hele çok daha zor. Bir rap şarkıcısı olduğunuz zaman daha çok para kazanabilirsiniz Amerika'da. Bunun gibi birçok ihtimal var. Balkan müziği bunlardan bir tanesi değil. Buna rağmen bu insanlar, bu zor enstrümanları (mesela sol klarnet gibi çalarken meşakkat gerektiren enstrümanları) çalmaya çalışıyorlar. Amerikalı bir müzisyen örneğin, sol klarnet almış ve çalmaya çalışıyor Balkan tarzında. Yani bunun çok fazla tahvil edilebilir, getiri getirebilir bir tarafı yok. Ama buna büyük bir yatırım var... Enstrüman çalmak öyle bir şey. Yıllarca ilgileniyor müzisyen, emek veriyor ve bunun karşılığını da tabii ki görmek istiyor. Görmediği zaman da bırakabileceği, “Haydi biraz da şunu yapayım” diyebileceği bir durumda da olmuyor. Çünkü büyük bir emek yatırımı, zaman yatırımı yapmış. Ve bu insanlar yatırımlara hâlâ devam ettiği sürece bu müzik daha da canlı kalacaktır. Ben buna inanıyorum.
“Birçok festivalden ödül aldık, olumlu pek çok dönüş oldu”
Birçok film festivalinde yer aldınız, ödüller aldınız. Belgeselinizin gösterimi sonrasında nasıl dönüşler oldu?
Gerçekten yurt dışında birçok festivalden olumlu dönüşler aldık. San Francisco Arts Commission, yani oranın San Francisco'nun Sanat Komisyonu bize güçlü bir destek sağladı. Bu destek sayesinde biz birçok pazarlama faaliyeti yürüttük. Festivallere katılabildik, kendimizle ilgili web sitesiyle ilgili bazı şeyleri, dijital pazarlamayla ilgili bazı şeyleri yürütebildik bu sayede. Bunun çok avantajını gördük ve San Francisco'nun bize bu desteği sağlamış olması da çok değerli, çok kıymetli. Çünkü San Francisco büyük bir şehir. Ve bize diyor ki “Sizin yaptığınız belgesel benim markamı, benim şehrimi iyi tanıtıyor ve insanlara olumlu bir biçimde gösteriyor.” Bu çok gurur verici bir şeydi bizim için.
Birçok festivale daha katıldık. İskoçya'da bir festivalden ilk gösterimimizi yaptık. Glasgow'da, “Balkancisco”yu gösterdiler (Internatinonal Film Festival Glasgow). Arkasından Sırbistan'da bir üniversitenin düzenlediği güzel bir festivalde yer aldık. Öğrencilerin düzenlediği, Dok’n’ Ritam diye bir festivaldi. Sonra Güney Afrika'da bir festivalde aynı şekilde belgeselimiz gösterime girdi. Yakın zamanda Kıbrıs'ta, Yunanistan'da iki şehirde gösterime girdi. Bize şeref ödülü verdi bir tanesi, bir başkası bizi Official Selection, yani özel seçkiye aldı. Bunun gibi ödüller aldık. San Francisco'da bir seçkiye davet aldık, başka bir festivalden de en iyi müzik belgeseli ödülü aldık (San Francisco New Concept Film Festival). Birçok böyle ödülümüz var. Yani DokuBaku'da gösterime girdik, özel seçkiye alındık. Kanada’dan ReelHeart Film Festivali’nden “En İyi Müzik Filmi” ödülü aldık. Birçok festivalden ödül aldık. Olumlu dönüşler oldu. Ama tabii TRT Belgesel'in, Uluslararası Belgesel Ödülleri'nin bizdeki yeri çok daha farklı oldu.
“Çok amatör bir ruhla, çok profesyonel bir iş çıkardığımıza inanıyorum”
Son olarak “Balkancisco” belgeselinin sizdeki yeri nedir kişisel olarak? İleriki projelerinizde neler yapmak istiyorsunuz?
Bu belgesel ilk uzun metrajlı belgeselim olduğundan benim için yeri çok başka ve hep başka olacak. Çünkü çok farklı bir ortamda, farklı bir dinamiklerle bu belgeseli gerçekleştirdik. Çok amatör bir ruhla, çok profesyonel bir iş çıkardığımıza inanıyorum. Belgesel festivalinde de aldığımız birçok feedback bize bunu söyledi. Bu profesyonel kaliteyi insanlar 5-10 belgesel çektikten sonra yakalayabiliyor ve biz o kadar istekliydik ki bunu ilk belgeselimizde yakalayabilmiştik. Bu bize çok büyük mutluluk ve gurur veriyor. Bunun gibi belgeseller özellikle yurt dışında çekmek istiyorum. Ama ondan önce bir başka belgeseli Türkiye'de çekmek ve bunu YouTube'da yayımlamak istiyorum. Çünkü çok fazla sayıda insanlarla, seyirciyle buluşmasını istiyorum. Türkiye'de bir medikal hapın kötüye kullanımı söz konusu ve bu, gençleri mahvediyor. Gençleri mahveden bu durumu ortaya çıkarmam ve bununla ilgili bir gündem oluşturmam gerektiğini hissediyorum. İnsanların, gençlerin böyle bir sarmalının içerisine düşmesi bana büyük üzüntü veriyor. Bununla ilgili bir proje gerçekleştireceğim.