“Cenaze” filmi fikri nasıl ortaya çıktı? Bu kez anlatmak istediğiniz hikâyeyi bir cenaze arabası şoförü üzerinden kurma kararınızın ardında ne yatıyordu?
Bu film aslında şehirler arası cenaze nakil işlemlerinin nasıl gerçekleştiğini tesadüfen öğrenmemle başladı. Bir cenazeyle uzun bir gece yolculuğuna çıkmak fikrini oldukça sinematik ve şiirsel buldum. Öykünün korku sinemasına dönüşümünde ise cenazenin bir yaşayan ölüye dönüşmesi kaçınılmaz adımdı. Bu ikilinin etkileşiminin sağlam bir dramatik potansiyel barındırdığını düşünerek hikâyeyi kaleme almaya başladım.
Film, soğuk bir gecede başlasa da giderek karakterin iç dünyasına yönelen karanlık bir yolculuğa dönüşüyor. Bu dönüşüm sürecini yazarken psikolojik katmanları nasıl yapılandırdınız?
Filmde iki karakterin dönüşümü oldukça farklı. Zeynep, başta kısmen bilinçsiz, yardıma muhtaç bir hâldeyken zamanla şiddetli bir intikam duygusuyla uyanıyor. Bu dönüşümü, bir bebeğin infantil dönemden çıkıp kendini tanımaya ve arzu nesnelerini fark etmeye başladığı sürece benzettim. Hatta filmde bu sürece dair, bilinen bir psikoloji deneyine küçük bir referans da yerleştirdim. Cemal ise filme arzu nesnesini yitirmiş, yönsüz ve amaçsız bir hâlde başlıyor. Kısa sürede Zeynep’in arzularının bir aracına dönüşüyor ve giderek kendini ona bırakıyor. Ancak bu kaybolmuşluk, bir anlamda ele geçirilme hâli, aslında onun tam da ihtiyaç duyduğu şey. Çünkü kendi iradesinden vazgeçmesi onu garip bir huzura taşıyor.
Cemal’in, nabzı atmayan ama hâlâ bir şekilde “varlık gösteren” bir bedenle baş başa kaldığı o gece hem ölümle hem de bastırılmış yaşam korkularıyla yüzleşmesini sağlıyor. Bu tür metaforik durumları hikâyeye dâhil ederken neyi tetiklemek istediniz? Korkunun kaynağını doğaüstünde mi, insanın kendi içinde mi arıyorsunuz?
Her ne kadar korku çoğu zaman dış uyaranlarla tetiklense de onun nasıl tezahür ettiği tamamen insanın algısıyla ilgili. Yani korkunun kaynağı nihayetinde insanın kendisi oluyor. Ama bu, korkuyu doğuran bazı tekrar eden paternler olmadığı anlamına gelmiyor. Cemal’in gerçekten korktuğu belki de tek an, sizin de tarif ettiğiniz o sahne. Çünkü tamamen bilinmezlik içinde kalıyor. Zaten korkunun pek çok formunda bu bilinmezlik duygusu hep çıkış noktası oluyor.
Korku ve distopya gibi türleri iç içe geçiren bir anlatı kuruyorsunuz. “Cenaze”de bu türlerin sınırlarını nasıl yorumladınız? Klasik formüllerden uzaklaşmayı özellikle mi tercih ettiniz?
Korku ve distopya benim için zaten aynı yerden beslenen türler. Gerilim, zamanla kurduğumuz ilişkiyi deforme ettiğinde korkuya; mekânla kurduğumuz ilişki bozulduğunda da distopyaya dönüşüyor. Bu filmde de ikisini iç içe geçirerek klasik tür kalıplarından uzaklaşmaya çalıştım.
“Sinemada korku türü daha geniş bir ifade alanı sunuyor”
Türk sinemasında korku genellikle belli kalıplar üzerinden ilerliyor. “Cenaze”, bu kalıpları kırmayı hedefliyor gibi. Sizin tür sinemasına bakışınız nasıl? Yerli korku sinemasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de korku sineması uzun yıllar boyunca dinî motifler etrafında şekillendi. Bu yapı hem güçlü hem de işlevsel. Fakat zamanla kendi içinde tekrara saplanabiliyor. Bu da türün doğal bir parçası. Üretimin ve seyircinin fazla olması her zaman kıymetlidir. Öte yandan korku, çok daha geniş bir ifade alanı sunuyor. Hem estetik hem de düşünsel açıdan söyleyecek çok şeyi olan bir tür. Son yıllarda bu kalıpların dışında işler de görülmeye başlandı. Yerli korku sinemasını diğer filmlerin kaderinden bağımsız görmüyorum. Eğer sinemamıza kurumsal destekler daha sağlıklı ve sürdürülebilir şekilde verilirse, elimizdeki yetenek havuzuyla çok daha etkileyici filmler üretmemiz mümkün.
Filmin atmosferi bir hayli güçlü. Mekânlar, ışık, ses tasarımı ve tempo büyük rol oynuyor. Bu atmosferik anlatımı kurarken hangi sinemasal referanslardan beslendiniz?
Filmin görsel dünyasını oluşturmak için oldukça geniş bir film yelpazesinden faydalanarak bir görsel arşiv hazırladık. Bunun yanı sıra ressam Elif Nurşad ile birlikte bazı sahnelerin konsept çizimlerini yaptık. Ayrıca Can Alpan ile tüm filmin storyboardunu çıkardık. Bu ön hazırlık süreci hem filmin atmosferini kurmak hem de ekip içi iletişimi güçlendirmek açısından çok değerli bir kaynak havuzu oluşturdu. Genel estetik yönelimimiz ise özellikle Doğu Avrupa ve İskandinav sinemasından beslendi.
Ahmet Rıfat Şungar filmde oldukça yoğun bir performans sergiliyor. Karakterin yükünü bu kadar içselleştirmesi sürecinde yönetmen olarak nasıl bir yaklaşım izlediniz?
En şanslı olduğum konulardan bir tanesi, Rıfat’ın filmi en başından beri benimsemesi oldu. Yönetmen-oyuncu ilişkisi altında klasik bir metodoloji üzerinden ilerledik. Karakter analizi, ihtiyaçlar, motivasyonlar üzerine karşılıklı olarak sahneleri inceledik. Kendi hayatımızdan referanslarla bu duygu durumlarının ne şekilde tezahür edebileceği üzerine düşündük. Rıfat, karakteri çok iyi anlayan ve sonrasında kendi yorumuyla şekillendiren bir oyuncu. Bu da içselleştirme sürecine büyük bir fayda sağlarken, filmi de daha ileri taşımış oldu.
Film, ölüm ve kayıpla ilişkilenirken aynı zamanda varoluşsal bir sorgulama da içeriyor. “Karanlık bir yolculuk” ifadesi sizin için sadece görsel bir motif mi, yoksa düşünsel bir çerçeve de mi?
“Karanlık bir yolculuk” ifadesi benim için sadece bir görsel tercih değil; aynı zamanda düşünsel bir çerçeve. Zaten biçimle düşünce arasındaki ilişkinin kopuk değil, birbirini besleyen bir yapı olduğunu düşünüyorum. Varoluşsal bir yerden yaklaştığımızda, bu yolculuğun merkezinde çoğu zaman anlamsızlık duygusu yer alıyor. Cemal’in Zeynep’le kurduğu ilişki de bu anlamsızlık içinde bir anlam arayışına dönüşüyor. Her ne kadar yolculuk karanlıkta başlasa da aslında değişim süreci karanlığın içinden geçerek mümkün oluyor.
Senaryo yazım süreciniz nasıl işliyor? Özellikle türler arasında geçiş yapan yapılar kurarken ritmi ve sürükleyiciliği nasıl dengeliyorsunuz?
Bir logline şeklinde, kısa bir ana öykü cümlesi ortaya çıkıyor her şeyden önce. Sonra bu fikrin etrafında kısa notlar aldığım, filmin ritmini de belirleyen bir müzik arşivi oluşturduğum bir sürece giriyorum. Bu uzun süreç tamamlandığında, bu notlar havuzundan faydalanarak daha metodolojik bir senaryo yazım sürecine geçiyorum. Yazarken bir tür önceliğim veya buna bağlı bir sadakatim olmuyor açıkçası; kendiliğinden bir tür aidiyeti ortaya çıkıyor.
“Toplumsal olayların sinemaya etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçek”
Sinemanızda anlatmak istediğiniz meseleler genellikle karakterlerin iç yolculuklarıyla birleşiyor. Karanlık, çürüme, yalnızlık gibi temaları bu kadar merkezde tutmanızın nedeni nedir?
Karakterin iç dünyasında daha derin bir noktaya ulaşmanın, karanlık duygu ve durumların irdelenmesiyle mümkün olduğuna inanıyorum. Bunun yanı sıra güncel toplumsal olayların da sinemaya doğal bir etkisi oluyor elbette. Umutsuzluk, kaybedilmişlik, yalnızlık gibi duygular zaman zaman kolektif olarak oldukça yoğun bir şekilde hissediliyor. Korku sinemasının kendiliğinden bir politizasyon taşıdığını da düşünürsek, bu temaların öne çıkması bana kalırsa kaçınılmaz bir sonuç oluyor.
“Cenaze”nin Türkiye’de geçen ama evrensel olarak da anlaşılabilir bir hikâyesi var. Sizce bir hikâyenin “yerelliği” ile “evrenselliği” arasında nasıl bir bağ kurulmalı?
Yerellik ve evrensellik arasında bir karşıtlık olduğunu düşünmüyorum. Aksine bir hikâye ne kadar sahici bir yerel dünyaya yaslanıyorsa, evrensel olma ihtimali de o kadar artıyor. “Cenaze”de de Türkiye’ye özgü detaylar olsa da ölüm, saplantı, intikam gibi konular herkesin anlayabileceği evrensel karşılıklar taşıyor. Yereli bir süsleme unsuru olarak değil, karakterin dünyasını kuran bir zemin olarak kullanmak bana daha anlamlı geliyor.
Teknolojik gelişmeler, özellikle görsel efekt, ses tasarımı ve yapım süreçlerini dönüştürüyor. Bu anlamda siz teknolojiyle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Filmde dijital olanaklardan nasıl yararlandınız?
Her işimde teknolojik gelişmelerin yeni konfor alanları sunduğunu gözlemliyorum. Dijital kameraların gelişimi, görsel efekt süreçlerinin hem hızlanması hem de kalite açısından ileriye gitmesi bu dönüşümde önemli bir rol oynuyor. Ses tasarımında da her geçen gün genişleyen arşivler, geçmişe kıyasla çok daha fazla olanak sağlıyor. Tabii bu, post-prodüksiyon sürecine tamamen bel bağlamak anlamına gelmiyor. Şahsen, set efektleriyle dijital efektleri birlikte kullanmanın en iyi sonucu verdiğine inanıyorum.
Yapay zekâ artık senaryo yazımı, storyboard tasarımı, ses üretimi gibi alanlara dâhil oluyor. Sizce bu gelişmeler sinemanın yaratıcı özünü tehdit eder mi, yoksa yeni olanaklar mı sunar?
Bence bu tarz teknolojik gelişmeler sinemanın yaratıcı özünü tehdit etmekten ziyade yeni olanaklar sunuyor. Yapay zekânın senaryo, ses ya da görsel tasarım gibi alanlara entegre olması yaratıcı süreçleri kolaylaştırabilir ama nihai kararların hâlâ insan tarafından verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sinema, duygusal bir sanat; algoritmalar bazı işleri hızlandırsalar da derinlikli bir bakış açısı ve sezgi hâlâ insana ait. İşin aslı, yapay zekânın bağımsız bir şekilde fikir üretme becerisinin yapısal olarak sınırlı kalacağına inanıyorum. Ama elbette üretim süreçleri üzerinde büyük bir dönüştürücü gücü olacağı da kesin.
“Kış şartları, filmin yolda geçmesi ve makyaj gibi unsurlar çekim sürecini zorlaştırdı”
Türkiye’de bağımsız sinema yapmak, özellikle tür sineması söz konusu olduğunda daha da zor olabiliyor. Bu film özelinde karşılaştığınız en büyük zorluklar neydi?
“Cenaze”, prodüksiyon anlamında oldukça zor bir filmdi. Kış şartları, yol filmi olması nedeniyle sürekli güzergâh değiştirme ihtiyacı ve plastik makyaj gibi unsurlar, çekim sürecini fazlasıyla zorlaştırdı. Tüm bu zorlukların yanında, kısıtlı finansman da birçok ödün vermenizi gerektiriyor. Daha iyi sonuçların mümkün olduğunu bilirken bazı kararları bu kısıtlar doğrultusunda almak, sanırım en büyük zorluktu.
Filminiz MUBİ gibi bir platformda gösterime girdi. Dijital mecralarda film göstermek sizin için sinema salonlarının yerini doldurabilir mi? Seyirciyle kurduğunuz bağ açısından bu geçişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Cenaze”nin MUBİ gibi bir platformda gösterime girmesi, filmin çok daha geniş bir izleyiciyle buluşması açısından önemli bir fırsat sundu. Dijital mecralar sinema salonlarının yerini tamamen doldurmasa da özellikle bağımsız yapımlar için büyük bir alan açıyor.
Birçok farklı ülkede izleyiciyle buluşmak ve filmin ömrünü uzatmak açısından dijital gösterimlerin katkısı çok büyük. Seyirciyle kurulan bağın biçimi değişiyor ama bence bu yeni biçimin de kendine ait güçlü tarafları var.
Son yıllarda dijital platformlar yükselişteyken, sinema salonlarına olan ilgi ise ciddi şekilde geriliyor. 2024’ün ilk 6 ayında izleyici sayısı 20 milyonu bulmuşken, 2025’in aynı döneminde bu sayı pandemi yılı olan 2020’nin bile altına düşerek 16 milyonun gerisine indi. Bu da son 10 yılın en düşük salon izleyici sayısı olarak kayıtlara geçti. Sizce bu ilgisizlik sadece dijitalleşmeyle mi açıklanabilir, yoksa sinemaya ve izleyiciye dair daha derin bir kopuşun işareti mi?
Bence bu yaşananlar doğal bir geçiş süreci. Dijital platformlar izleme alışkanlıklarını değiştiriyor ama kolektif sinema izleme ritüelinin tamamen kaybolacağını sanmıyorum. Salonda bir arada film izlemek hâlâ çok özel bir deneyim. Ayrıca IMAX gibi, sadece sinema salonlarında yaşanabilecek deneyimlerin zamanla daha da yaygınlaşacağını düşünüyorum.
Son olarak, bundan sonraki projelerinizde nasıl dünyalar anlatmak istiyorsunuz? Tür sineması içinde kalmayı mı düşünüyorsunuz, yoksa anlatı biçiminde başka denemeler de var mı ufukta?
Bu konuda kendimi sınırlandırmıyorum ama bir süre daha tür sineması içinde üretmeye devam edeceğimi hissediyorum. Şu an yazmakta olduğum film de korku sinemasının başka bir alt türünde. Biraz daha minimalist yapılarla karakterlere odaklanma arzusundayım. Öte yandan bir belgesel film kariyerim de var ve bunun hem zinde kalmama hem de kurmaca işlerime katkı sağladığını düşünüyorum.