Geçtiğimiz hafta uzun bir aradan sonra Pasaj Zivo’da kendi plaklarınızdan oluşan özel bir dinletiyle müzikseverlerin karşısına çıktınız. Yıllar sonra kendi kayıtlarınızı dinlemek size neler hissettirdi?
Bunu tarif etmek ve verdiği hazzı anlatmak gerçekten çok zor. Aslına bakarsanız, böyle bir etkinliğin çok daha önce yapılması gerekirdi. Çok önemli bir organizasyondu. Genç nesil beni pek tanımıyor; benim yaşımdaki insanlar, X ve Y kuşağı biliyor ama özellikle 20 yaş altı için durum farklı. Bu nedenle tanıtım açısından çok değerliydi. Kaliteli genç bir nesille karşılaştım.
Enstrümanlarınız arasında deve çanları, motor kaskları gibi alışılmadık malzemeler de var. Bunların performans esnasında özellikle gençlerin ilgisini çektiğini gözlemledim. Sizce bir enstrümanın özellikle vurmalı çalgıların karakteri nasıl oluşur? Enstrüman ile duygusal bağ kurmaya dair neler söylersiniz?
Duygusal bağ olmadan enstrümanın gerçek karakteri ortaya çıkmaz. Her aletin bir mesajı vardır. Yıllar boyunca kendi yaptığım pek çok enstrüman oldu; hepsinin vurgusu, dokusu ve duygusu da farklıdır. Enstrüman aslında yaşayan bir şeydir; çalmazsan küser. Bir örnek vermek gerekirse Hindistan bu açıdan çok zengin bir yer. Modern müzik, dans, heykeltıraşlık… Hepsi bir arada ve oldukça ilham verici. Farklı kültürlere temas ettikçe yeni ritimler, yeni fikirler de istemsizce doğuyor. Ritme ‘anne’ demelerinin sebebi de budur; doğuran o olduğu için. Melodi ise daha kısa olduğu için ‘baba’ olarak görülür. Üzerine doğaçlama geldiğinde ise müziğin sonsuzluğu başlar.
“Drummer of Two Worlds” albümünüz yeniden plak formatında dünyanın dört bir yanında satışa çıktı. 45 yıl sonra müziğinizin Japonya’dan Amerika’ya yeniden dolaşıma girmesi de aslında bahsettiğiniz “sonsuzluk” hâline işaret ediyor. Bu zamansızlık size ne söylüyor? Bu döngüde kendinizi nereye koyuyorsunuz?
Bu plağı tamamen tek başıma yapmıştım. “Denizaltı Rüzgârları”nı da ekleyerek Stockholm’da hazırladım. Sonra Caz Plak’ın sahibi Haluk Damar ile konuştuk. “Bunu yeniden çıkaralım” dedik. Çünkü bu müzikler ümit veren, birbirine benzemeyen işler. Sabun gibi kayıp giden müziklerden değil; yıllar geçse de insanlara bir şey söylemeye devam edenlerden. Neyzen Aka Gündüz Kutbay ile yaptığımız ‘Zikir’ plağını da buna örnek gösterebilirim. O plağın giriş parçasını Fransa’daki radyolarda 6 ay boyunca çalmışlardı. O sebeple böyle yapıtlar ölmez; tıpkı ritmin ve doğaçlamanın yarattığı o sonsuzluk gibi…
1967’de İsveç’te başlayan uluslararası müzik yolculuğunuz, Türk cazının dünyaya açıldığı dönem olarak da anılıyor. Sizce o yıllarda Batı cazının kalbinde Türk ezgilerine ilgi duyulmasının temelinde ne vardı?
Alçak gönüllü olmam beni bugünlere getirdi diyebilirim. O dönemde herkes caz çalıyordu ve insanlar bundan biraz sıkılmıştı. Ama ben farklı şeyler arayan bir müzisyendim; Trompetçi Don Cherry de böyle bir arayış içindeydi. Şanslıydım ki Türk müziğini oraya taşıyabildim. Oradaki müzik çevresi, davul ve enstrümanlarımla çok iyi çalıştığımı, Türk oyun havalarının, mesnevi müziğinin ve sufi müziğinin enerjisini, mistisizmini ve kıvraklığını gördü. İsveç farklı kültürlere açık bir ülkeydi ve oradan hem maddi hem manevi destek aldım. Oysa Türkiye’de hâlâ “Sen ne yapıyorsun?” diyen insanlar çıkıyor; pop ve arabesk müzik geçmişte olduğu gibi bugün de ön planda. Oysa müzik, moral vermeli; Roman müziği gibi neşeli ve canlı işler çok değerli.
“Müzik piyasasında moral vermeyen, dramatik müzikler kol geziyor”
Günümüzde pop ve arabesk gibi müziklerde duygu yoğunluğu yüksek, ama moral vermek daha az öne çıkıyor dediğiniz gibi. Sizce müzikte ritim ve eğlence unsuru neden geri planda kalıyor, bu durum müzik eğitimini ve toplumsal algıyı nasıl etkiliyor?
Sanatın günümüzde çok yelpazesi var ve ciddi paralar dönüyor. Ama moral vermeyen, sadece dramatik ve yakınma içeren müzikler öne çıkıyor. Mesela zamanında Müslüm Gürses dinleyen bazı insanlar kendine zarar veriyordu; pop müzikte de hep “Bıraktın kaçtın!”, “Gidersen ne yaparım?” tarzı yakınmalar var. Moral olmadığı için ritim de öne çıkmıyor; güzel ritimciler yetişmezse müzik insanları eğlendiremez. Bu, müzik eğitiminde ve ritmin değerinde ciddi bir eksiklik olduğunu gösteriyor.
Eskiden müzisyenlere kaset gönderip “ev ödevi” yaptırıyordunuz. Bugün internet çağında parçaları anında paylaşabiliyorlar. Bu kolaylık, müzikteki ciddiyeti ve samimiyeti etkiledi mi? Özellikle genç nesil ve yeni yetenekler açısından bakarsak, müziği sadece para kazanmak için çalmak mı, yoksa sanat için çalmak mı daha önemli sizce?
Her şey çok kolaylaştı; Londra’daki bir müzisyene bir dakikada link gönderebiliyorsun, stüdyolar birleşti, kilometreler ortadan kalktı. Ama müzikte hâlâ ciddiyet ve disiplin şart. Egzersiz yapmak, kendi soundunu bulmak gerekiyor. Avrupa’da sanatçılar para kazanmak için popüler şarkı yapmıyor; kendi tarzlarını geliştiriyorlar. Türkiye’den gelen birçok müzisyen ise ‘para için çalıyorum’ diyor. Böyle yaparsan uluslararası alanda kalıcı olamazsın. Benim ciddiyetim ve tutkum, müziğe annemin karnında başlamamdan geliyor; annem ud çalıyordu ve müzikle büyüdüm. Yıllar boyunca farklı kültürlerde ve türlerde çaldım, ama hiçbir zaman müzikten sadece para kazanmak için çalmadım. Finlandiya’da yaşayan oğlum konservatuar mezunu ama “Müzikten para kazanılmaz” diyor; doğru. Büyük sanatçı olmak için farkındalık ve egosuzluk şart; “Ben yaptım, bitti” diyemezsin.
Günümüz müziğinde Doğu’nun makam temelli yapısı ile Batı’nın armonik ve form odaklı geleneği bir araya geliyor. Sizce bu etkileşim özellikle genç kuşak ve popüler müzikte nasıl bir ortak alan yaratıyor? Bu birleşim günümüz müzik anlayışını nasıl şekillendiriyor?
Arap müziği artık Batı’ya daha yakın bir hâl aldı, özellikle çeyrek tonlu ezgiler hâlâ mevcut. Klarnetçiler bu ezgileri çalarken çok duygusal oluyor; dinleyicide de hüzün yaratıyor. Hüsnü Şenlendirici bunun güzel bir örneği; babası dünya çapında ve çok kontrollü bir müzisyendi. Hüsnü ise muazzam bir müzisyen ama zamanla janrı değişti. Bazen nağmeler gelir, sonra yine ağlamaklı melodiler başlar. Maalesef sosyete de dahil olmak üzere toplum olarak bu hüzünlü ezgilere alıştık. Bu durum hem müzik kültürümüzde hem de popüler algıda Doğu ve Batı’nın ortak etkisinin nasıl işlendiğini gösteriyor.
“Türk cazı benim için bir türden ziyade bir ruh hâli”
Doğu ve Batı müziğinin günümüz popüler anlayışına etkisi, özellikle genç kuşak ve yeni yetenekler açısından dikkat çekiyor. Bu perspektiften bakıldığında, Türk cazı dediğimizde, aslında sizin kurduğunuz o kültürel köprüden söz ediyoruz. Bugün "Türk cazı" tanımını duyduğunuzda ne hissediyorsunuz? Bu müziği bir tür olarak mı yoksa bir ruh hâli olarak mı görüyorsunuz?
Herkes Türk cazı yapmaya çalışıyor ama çoğu zaman elini yüzüne bulaştırıyor. Biz bunu en iyi şekilde yaptık. İsveç’e tulum ve zurna çalan müzisyenleri götürdüm, Binali Selman’ı ve Bodrumlu kemancı dostum Salih Baysal’ı… Onlar konserler verdi, plaklar yaptık. Kuzey Avrupa’da büyük ilgi gördüler. Sonra bir baktım, Bodrumlu kemancı dostum dünya 4.’sü seçildi. Orada çaldığı havalara ve sanatına bakıyorlar; Avrupa’daki dinleyici verdiği mesaja odaklanıyor. Türkiye’de kimse onu bilmiyor ama müziğin ruhu orada değerini buluyor. Türk cazı benim için bir türden ziyade bir ruh hâli, kültürel bir köprü.
Hayatınız boyunca sadece çalmadınız, aynı zamanda gençleri yetiştirdiniz ve yeni enstrümanlar geliştirdiniz. Bir ustalık felsefeniz var mı? Size göre gerçek bir müzisyen nasıl bir ‘dinleme’ yeteneğine sahip olmalı?
Orijinal oldum ve özgün sesleri bulup çıkardım. Bugün, eskiden ustaya gösterilen hürmet maalesef azalmış; elektronik müzik dinleniyor ve birçok kişi klasik ustalığı göz ardı ediyor. Oysa müzikte gerçek ustalık, sadece çalmak değil, aynı zamanda derinlemesine dinlemeyi bilmektir. Örneğin ‘Derviş’ plağımı dinleyin; böyle bir yaklaşım başka yerde yok.
17 yıl boyunca Beyoğlu’nda eğitim verdiğiniz atölyenizde her yaştan yeteneklerle kurduğunuz o özel bağ, müzikteki ustalık ve derin dinleme anlayışınızı da yansıtıyordu. Bu uzun yolculuğun sonunda atölyenizi kapatmak zorunda kalmanız, sizin için hem kişisel hem de müzik dünyası açısından nasıl bir anlam taşıyor? Geleceğe dair hâlâ bir umudunuz ve beklentiniz var mı?
Evet, müzik atölyemi maalesef kapattım. Atölyemi ilk kurduğum yıllarda 120 kursiyer vardı; doktorlar, hakimler, polisler, ev kadınları… Herkes geliyordu. Ancak kira 100 bin liraya çıktı ve bunu karşılayamadım. Kursiyer sayısı 5’e, haftalık ders günü ise 6’dan 1’e düştü. Gençlerle yaptığımız çalışmalar çok değerliydi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek gelmesi hâlinde atölyemi yeniden açabilirim; bu durum beni son derece memnun eder.