}
20 Ekim 2025

Nilüfer Yıldırım: “İlham benim için bitmeyen bir akış”

Artweeks Istanbul’un 12. edisyonuna katılan sanatçı Nilüfer Yıldırım ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide; soyut sanatla kurduğu ilişkiyi, sanat pratiğini besleyen tematik ve teknik öğeleri, Merkur Galeri’de açacağı solo sergiyi ve farklı şehirlerde yaşamanın üretimine katkılarını konuştuk.

Artweeks Istanbul kapsamında izleyiciyle buluşan yeni eseriniz nasıl ortaya çıktı? Üretim süreci nasıl gelişti?

Kasım ayında Merkur Galeri ile açacağım solo sergim öncesinde, Artweeks Istanbul’un 12. edisyonunda o serginin bir parçasını, serginin habercisi niteliğinde izleyiciyle buluşturduk. Bu, benim için hem o serginin bir parçasını paylaşmak hem de izleyiciyle erken bir etkileşim kurmak anlamına geliyor. Üretim süreci ise oldukça uzun soluklu ve kişisel bir yolculuktu. 2022’de New York’tan döndüğümden beri aslında bu işler üzerine çalışıyorum diyebilirim. İstanbul’a döndüğümde kızım bir buçuk yaşındaydı; dolayısıyla hayatımda birçok şeyin yeniden şekillendiği, tek başıma ebeveynlik yaptığım bir dönemdi. Bu dönüşümün işlerime nasıl yansıyacağını başta kestiremiyordum ama süreç içinde hem kendimi hem de resmimi yeniden keşfettiğim bir dönem yaşadım. Yaklaşık bir yıl boyunca sadece küçük kâğıt işler yaptım; o süreçte resimle olan ilişkimi içgüdüsel bir şekilde yeniden kurdum diyebilirim.

Bu kâğıt işleri sonrasında büyük tuvallere taşıdım. Dolayısıyla, yakında açılacak olan solo sergimin bir parçası olan Artweeks’te yer alan iş, aslında bu uzun üretim sürecinin bir özeti gibi. Aynı zamanda bundan 15 yıl önce açtığım ilk kişisel sergim Roots’a da dolaylı bir atıf içeriyor; çünkü o dönemdeki figüratif unsurları, bugün soyutla figür arasında gidip gelen “Human Landscapes” serisinde yeniden yorumladım.

Geçmiş sergilerinizde hafıza ve estetik arasında kurduğunuz ilişki dikkat çekiciydi. “Human Landscapes” serisinde bu temalar yerini hangi kavramsal arayışlara bıraktı? Soyutla figüratif arasında kurduğunuz yeni dil, izleyiciye nasıl bir deneyim sunuyor?

“Human Landscapes”, soyutlama ile figürasyon arasındaki o belirsiz alanı keşfetmekle ilgili. Bu iki alan arasındaki geçiş, hem biçimsel hem de duygusal bir ikilik (düalite) yaratıyor. Bir yandan soyutla figüratif arasında gidip gelen bir dil kurarken, diğer yandan da çağdaş yaşamın duygusal ve psikolojik hâllerini araştırıyor. Bu seride söz konusu olan ikilik, hayatın doğasında yer alan geçişleri ve birlikte var olma hâlini görünür kılmanın bir yolu; birbirini dışlayan değil, birbirini var eden iki karşıtlık arasında kurulan dengeyle ilgili. Serinin merkezinde “bağlantı” fikri var. İki insan, iki kimlik ya da benliğin kendi içindeki ilişkiler arasındaki hassas denge. Form, renk ve doku aracılığıyla bağlılık ve bağımsızlık, bireysellik ve birliktelik gibi karşıtlıkların aslında birbirini nasıl var ettiğini sorguluyorum. Bu işler, insan ilişkilerinin psikolojik derinliğine odaklanıyor. Bazen bu ilişkiler parçalanmış ya da belirsiz görünebiliyor ama her durumda dünyayı algılama biçimimizi şekillendiriyorlar. Soyutla figüratif arasındaki bu belirsiz alan, insan bağlantısının akışkan doğasını yansıtıyor. Aynı zamanda izleyiciye de kendi deneyimlerini ve hikâyelerini bu alana yansıtabilmesi için bir alan açıyor.

Son dönem çalışmalarınızda dokunun önemi iyice hissediliyor. Resimlerinize bakan biri, hem görsel hem neredeyse dokunsal bir hisle karşılaşıyor. Doku sizin için nasıl bir anlatı aracına dönüştü?

Evet, son dönemde doku benim için çok daha belirleyici bir anlatı aracına dönüştü. Aslında doku, resimle kurduğum ilişkiyi daha fiziksel ve içgüdüsel bir hâle getiriyor. Boya katmanları, yüzeydeki kazıma ve birikme hâli, benim baktığım yerden duygusal bir yoğunluğu taşımaya başlıyor. Her katman, resmin belleğinde bir iz bırakıyor. Üretim sürecimde bu anlamda çıkarma ve ekleme arasında gidip geliyor; bazı katmanları koruyorum, bazılarını siliyor ya da örtüyorum, bazen de üzerine yeniden inşa ediyorum. Böylece her resim, zamanla kendi içinde bir tarih oluşturuyor. Doğadaki dokular da bu yaklaşımda çok etkili. Özellikle taş yüzeyleri, eski duvarlar, aşınmış katmanlar beni her zaman çok etkiliyor. Onlarda da aynı yaşanmışlık hissi var; zamanın izini hem fiziksel hem görsel olarak taşıyorlar. Benim işlerimdeki dokular da biraz o hissi arıyor geçicilikle kalıcılık, doğallıkla müdahale arasındaki o dengeyi.

Dokunun ve malzemenin resminizdeki anlatımdaki rolünden bahsettiniz. Farklı şehirlerde yaşamanız ise hem tematik hem teknik açıdan üretiminize etki etmiş. Milano, İstanbul ve New York gibi farklı ritimlere sahip şehirlerde geçirdiğiniz zaman, sanatınızda hangi yeni duyarlılıkları ve teknik izleri ortaya çıkardı?

Farklı şehirlerde yaşamak, benim için hem kişisel hem de sanatsal anlamda dönüştürücü bir deneyim oldu. Her biri bende başka bir tarafı açığa çıkardı; kimi zaman hareket ve yoğunluk, kimi zaman dinginlik ve durup düşünme hâli. Farklı ritimlerin içinde yaşamak, zamanla hem algımı hem de üretim biçimimi değiştirdi. Aslında bir yerde uzun zaman geçirmek, o şehrin sesiyle, temposuyla, insanlarıyla doğal bir bağ kurmayı sağlıyor. Bu bağlar, ister istemez yaptığım işe de sızıyor diye düşünüyorum ama bilinçli bir etki olarak değil, daha çok yaşanmışlığın bir parçası gibi. Gördüğün sanat, sokakların ritmi, ışığın tonu, gündelik hayattaki karşılaşmalar… Hepsi zamanla içselleşip bir dile dönüşüyor. Bugün baktığımda, o farklı şehirlerin ritimlerinin bende bir araya gelerek bir görsel dile dönüştüğünü hissediyorum.

“O boşluk hissi benim için daha çok bilinçli bir belirsizlik”
Farklı şehirlerin ritimlerinin sanat pratiğinize yansıdığını ifade ettiniz. Bu ritimlerin, yalnızca form ve teknik değil, aynı zamanda kompozisyonlardaki boşluk ve sessizlik kullanımı üzerinde de bir etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Özellikle hem küçük boyutlu kâğıt işlerinizde hem de büyük ölçekli tuvallerinizde izleyiciye ait bir “sessizlik” ve “boşluk” alanı hissediliyor. Bu boşluk hissi sizin için bir duraklama mı, bir geçiş mi, yoksa bilinçli yaratılmış bir belirsizlik mi?

Bu gerçekten çok güzel bir soru ve çok yerinde bir tespit aslında. O hissin fark edilmiş olması benim için önemli. O boşluk hissi benim için daha çok bilinçli bir belirsizlik. Benim baktığım yerden, o yokluk sayesinde diğer şeyler daha algılanabilir hâle geliyor ve bu da diğer anlatıların görünür olmasını sağlıyor. Bu, aslında bu seride bahsetmek istediğim düalite fikrinin biçimsel bir karşılığı gibi; varlık ile yokluk, sessizlik ile yoğunluk arasında bir denge kurmak. O sessizlik hem resmin nefes alması için gerekli hem de örneğin kalabalık figürlerin olduğu bir resimde fon sessiz kaldığında, o kalabalığın içinde bir yalnızlık hissi yaratabiliyorsun.

Renk ve form kullanımınızda “soyut” ile “figüratif” arasında geçişken bir dil kuruyorsunuz. Bu ikili yaklaşım sizin için neden bu kadar vazgeçilmez?

Çünkü kendimi en iyi bu şekilde ifade ettiğimi düşünüyorum. Bu benim dilim ve başkasını bilmiyorum. O iki alan arasındaki geçişin kendisiyle ilgileniyorum. Ben o aradaki alanda, yani anlamın tam oturmadığı ama hissin güçlü olduğu yerdeyim. Ne tam soyut ne tam figüratif dediğimiz noktada. Mesela benim için bir resimde bir yaranın izi gibi görünen bir form, başkası için vazodan çıkan bir çiçeği çağrıştırabiliyor. Tanıdık ama belirsiz imgeler, herkesin hafızasında farklı bir şeye dokunduğu için her izleyici kendi anlamını kurabiliyor; herkes kendi duygusuyla, kendi deneyimiyle orada bir bağ kurabiliyor. Zaten işlerime bakanların “Ben şunu görüyorum, ben bunu görüyorum” demesi de bundan kaynaklanıyor. Çünkü eğer tamamen figüratif olsaydı, anlam sabitlenirdi; tamamen soyut olsaydı da o çağrışım alanı daralırdı. Ben o iki uç arasındaki geçirgenlikte, izleyiciyle resim arasında ortak bir alan yaratmak istiyorum.

Kullandığınız başlıklar genellikle şiirsel, çağrışımsal ve açık uçlu. Bir resmin ismi sizin için bir başlangıç noktası mı yoksa son cümlesi mi? İsimler, izleyici ile resim arasında nasıl bir ilişki kuruyor?

Ben genellikle resmin ismini en son buluyorum. Çünkü resme bir fikir ya da kavramla başlamıyorum; süreç tamamen sezgisel ilerliyor. Resim bittikten sonra dönüp baktığımda, o anda bana ne hissettirdiğine göre bir isim geliyor. Mesela resimlerimden biri “Steps Echo All Night.” Aslında o ismi, hastane odasında yatarken koridorda duyduğum ayak seslerinden yola çıkarak koymuştum. O an kimseyi göremiyorsun ama birilerinin varlığını o yankılardan hissediyorsun. Bu bana çok güçlü gelmişti; görünmeyen bir varlık hissi. Benim için çok kişisel bir çağrışımı var. Benim için başlıklar, resmin anlamını sabitlemekten çok onunla bir tür şiirsel bağ kurmakla ilgili. İzleyiciye bir yön değil, bir çağrışım vermesini seviyorum. Yani hem o anki hissiyatımın bir yansıması, hem de izleyicinin kendi duygusunu yerleştirebileceği biraz olsun özgür bir alan gibi.

“Şehirde olmayı da doğada kaybolmayı da seviyorum”
Eserlerinizde “kentsel manzara ile doğa arasında salınan” bir atmosfer var; bu, çağdaş insanın konumuna dair bir şeyler söylüyor gibi. Şehirde yaşayan biri olarak bu ikiliği kendi içinizde nasıl dengeliyorsunuz?

Bu tespiti çok sevdim, çünkü gerçekten benim resimlerimde hem kentsel bir manzara hissi hem de doğaya ait bir atmosfer var. Sanırım bu hem doğayı hem şehri aynı anda sevmemden geliyor. Doğada kendimi çok uyumlu hissediyorum; sessizlik, dinginlik, doğayı dinlemek, izlemek bana çok iyi geliyor. Ama aynı zamanda şehirde olmayı da o enerjiyi ve temposu içinde var olmayı da seviyorum. Uzun dönemlerde sessiz, daha izole ortamlarda üretmeyi çok seviyorum. New York’tayken Upstate New York’ta bir atölyem vardı ve bütün yazı oradaki atölyemde geçiriyordum. Benim için hayatımda unutulmaz dönemlerden biridir. Oranın yeşili ile çevrili o atölyede dinlediğim müzikler, dinlenmek için oturduğum koltuk, akşamüstü yürüyüşe çıkıp topladığım çiçekleri vazoya yerleştirmek, zamanın yavaşlaması harika bir duygu. Bu anlar bana hem üretim anlamında hem de ruhsal olarak iyi geliyor. Bir dönem tamamen doğaya çekilip sakinleşmek, sonra yeniden şehre dönüp o temponun içine karışmak... Sanırım bu denge, bende nasıl bir hissiyat yaratıyorsa, resimlerime de aynı şekilde yansıyor.

Sanat pratiğinizde organik ve geometrik formlar hem estetik hem de duygusal referanslar taşıyor gibi görünüyor. Bu formları oluştururken genellikle sezgisel mi ilerliyorsunuz, yoksa önceden planlama yapıyor musunuz?

Kafamda fikirler ve kurgular da oluyor, ama genellikle sezgisel ilerliyorum. Önceden tam olarak ne yapacağımı planlamıyorum; süreç içinde biçimler kendiliğinden oluşuyor. Bir noktadan sonra formun kendi dengesi beliriyor ve ben de o yönü takip ediyorum. Belki bu form duyarlılığı biraz eğitimimden geliyor. Milano’da grafik tasarım ve sanat tarihi okudum, dolayısıyla form ve oran gibi kavramlarla o dönemde doğal bir yakınlık kurmuştum. Şimdi o birikim, bilinçli bir tercihten çok, sanki içgüdüsel olarak sürecin bir parçası hâline geliyor. Benim için yeni görsel ilişkiler kurmak, resmin kendi içinde yeni bağlantılar bulmak çok keyifli bir keşif hâli. Örneğin kasımda açacağım solo sergide daha heykelsi formlar öne çıktı. Bu yapıların içinde hem geometrik hem organik biçimler var. Organik olan daha akışkan ve duygusal bir yerden geliyor; geometrik olan ise daha dengeli, daha yapısal bir karşılık kuruyor. Ben bu iki dili, birbirini sessizce tamamlayan iki unsur gibi görüyorum.

“Kontrolü bırakıp malzemenin beni yönlendirmesine izin veriyorum”
Geniş bir teknik skalaya sahipsiniz: pastel, mürekkep, akrilik, kolaj, buluntu nesneler… Bu teknik çeşitliliğin, sizin için ifade alanını genişletmek dışında nasıl bir işlevi var?

Benim için malzeme hep sürecin aktif bir parçası oldu. Farklı tekniklerle çalışmak; el yapımı kâğıt, keten bez, akrilik, pastel ve mürekkep ifade alanını genişletmenin yanında, her birinin farklı bir enerjisi ve davranışı olduğu için resmin yönünü de değiştiriyor. Çoğu zaman bir malzemenin tesadüfen bıraktığı bir iz ya da beklenmedik bir etki yeni bir fikrin başlangıcı olabiliyor. O yüzden malzemeyle ilişkim oldukça deneysel; belli bir noktada kontrolü bırakmayı, malzemenin kendi doğasının bana rehberlik etmesini seviyorum. Bu deneysellik başından beri bir tür merak aslında. Arkadaşlarım bunu bilir; biri Tokyo’ya gittiğinde bana “Burada çok iyi pigmentler var, ister misin?” diye sorar. Ben de gittiğim her yerden mutlaka malzeme toplarım. Örneğin Güney Fransa’da yıllardır alışveriş yaptığım küçük bir kâğıt fabrikası var. Mürekkebimi, bazı fırçalarımı ve pigmentlerimi hep belirli yerlerden alırım. Zaman içinde hangi malzemenin benim pratiğimle daha iyi “konuştuğunu” öğrendim. Bu çeşitlilik aslında oyun alanımı genişletiyor. Tek bir dilin içinde kalmak...

İlham kaynaklarınız arasında kişisel deneyimlerin ve belleğin yanı sıra, şehirler, malzemeler, doğa ve hatta boşluk da yer alıyor gibi. “İlham” kelimesi sizin için hâlâ geçerli mi, yoksa yerine başka bir kavram koydunuz mu?

İlham benim için bir anda gelen bir şey gibi değil de sürekli devam eden bir akış gibi. Hayatın içinden geçen, kendini işe sızdıran bir hâl. Son zamanlarda beni en çok besleyen şey ise Milano’da açtığım yeni atölyem ve oraya gidip gelmek. Bu dinamizm, bu hareket hâli bana gerçekten iyi geliyor. Orada yeni bir yaratıcı topluluğun parçası olmak, farklı insanlarla karşılaşmak ve o enerjiye dâhil olmak benim için çok besleyici.

Resimleriniz, kişisel hafızanın katmanlarıyla örülürken aynı zamanda izleyiciye kendi anlam yolculuğunu sunuyor. Bu açık uçluluk ve çağrışımsallık arasında, her yeni seride ya da tuvalde kendinizle ilgili neyi yeniden keşfediyorsunuz?

Aslında her yeni işte kendimi aramıyorum. O an sadece resmi yapıyorum; sonra dönüp baktığımda fark ediyorum ki orada geçmişte bıraktığım bir his, bir doku ya da bir duygu hâli kendini göstermiş. Tabii bu da o dönemde içinde bulunduğum ruh hâlinden, yaşadıklarımdan yansıyor. Yani aslında spontane bir dışavurum hâli, sonrasında anlam kazanıyor gibi.

Soyut sanatla kurduğunuz ilişki oldukça kişisel ama aynı zamanda izleyiciye de açık bir alan bırakıyor. Sizce bir resmin tamamlanmış sayılması sizin müdahalenizle mi, yoksa izleyicinin onu hissetmesiyle mi gerçekleşiyor?

Aslında bir resmin ne zaman tamamlandığını biliyorum. Artık müdahale etmemem gerektiğini hissettiğim bir an oluyor. Ama bence resmin yolculuğu orada bitmiyor. Çünkü o noktadan sonra izleyiciyle karşılaşıyor, başka birinin bakışıyla yeni anlamlar kazanıyor.

Sanatsal üretim sürecinizde, seyirciden gelen geri dönüşler ve etkileşimler sizin için ne kadar belirleyici oluyor? İzleyiciyle kurduğunuz ilişki, sonraki işlerinizin yönünü nasıl etkiliyor?

Aslında üretim sürecinde izleyiciyi düşünerek hareket etmiyorum ama onların tepkileri, işleri sergiledikten sonra bende bir yankı bırakıyor. Bazen biri bir şeyi öyle bir yerden görüyor ki, ben o açıdan hiç düşünmemiş oluyorum. O yüzden izleyiciyle kurulan ilişki sonraki işlerimi doğrudan yönlendirmiyor ama bana başka bir bakış açısı kazandırabiliyor diyebilirim.

Gelecek için planladığınız veya denemek istediğiniz yeni teknikler, temalar ya da iş birlikleri var mı?

Şu anda odak noktam Kasım ayında İstanbul’da Merkur Galeri’de açılacak olan solo sergim; ona hazırlanıyorum. Bir yandan da Knoll ile yaptığımız iş birliği devam ediyor; şu anda eserlerim Knoll Paris ve Knoll Milano showroomlarında ocak ayına kadar eş zamanlı sergileniyor.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...