“Poe’nun Kuzgunu” adlı serginiz Patan Art Gallery’de sanatseverlerle buluştu. Edgar Allan Poe’nun bu ikonik şiiriyle nasıl bir bağ kurdunuz? Bu serginin çıkış noktasını sizden dinleyebilir miyiz?
Edgar Allan Poe ile eskiye dayanan bir bağım var. Yıllar önce Nisan adlı dergide onun üzerine özel bir sayı hazırlamıştık. Aynı dönemde "Kızıl Ölüm’ün Maskesi" adlı kitabını da bazı ilavelerle birlikte yayımlamıştım. Hatta "Altın Böcek" hikâyesini de Tomris Uyar çevirisiyle ilave olarak okuyuculara sunmuştuk. Poe, çok sevdiğim bir yazar. Bu sergide de ona ufak bir gönderme yaptık, biraz da esprili bir şekilde. Aslında her sergiyi bir başlık altında topluyoruz ama bu, bütün resimlerin doğrudan o temayla ilgili olduğu anlamına gelmez. Bu sergide de tüm işler Poe’ya bağlı değil. Öyle bir bağ kurmak bana da çok sıcak gelmiyor açıkçası. Ama 1-2 işte ona dair izler bırakmak, bana iyi geliyor. Poe’nun bana bıraktığı dünya gerçekten büyük. Zaten dünya genelinde de pek çok insana ilham vermiş bir yazar. Baudelaire mesela, onu Fransa’ya tanıtmış, çevirmiştir. Ardından tüm Avrupa Poe’yu tanımaya başlamıştır. Eserleri birçok kez sinemaya uyarlandı, çoğunu izledim; belki de hepsini. Çok parlak, çok yaratıcı bir yazar benim için. Bu nedenle ona küçük bir selam göndermek istedim. Zaten zaman zaman sergilerde böyle göndermeler yapıyorum. Bir yandan da kuşları, özellikle kuzgunları ve kargaları çizmeyi seven biriyim. Çok hayvan çizen biri değilim ama bu tür figürler beni çekiyor. Daha önce Elif Patan ile birlikte yine Patan Art Gallery’de açtığımız bir sergide “Karganın Düşü” adını kullanmıştık. Bu sergi de onun bir devamı gibi oldu. Yani hem yer aynı hem konuya yakın. Böyle olunca sergiyi Poe’ya bağlamak da kendiliğinden gelişti diyebilirim.
İzleyiciye insan ruhunun karanlık taraflarını, yalnızlığı ve özlemi hissettiren bir atmosfer sunuyorsunuz sanki. Yanılıyor muyum?
Bence tam olarak öyle değil. Bu duygular sana nereden geldi, onu senin açman lazım. Yani izleyici olarak sende böyle bir his uyandıysa, bu da anlamlıdır elbette. Poe insanın görünmeyen, derin taraflarıyla ilgilenen bir yazar. Onu okuduğun zaman bu hemen hissediliyor. Mesela Walter Benjamin’in “Pasajlar”ında da Poe’ya ciddi bir yer ayrılmıştır. Benjamin, Poe’nun kalabalıktaki adam hikâyesi üzerinde özellikle durur. O öykü, ilk çevrildiğinde Türkçede yoktu. “Altın Böcek” kitabını hazırlarken, Thomas’tan rica ettim, “Bunu da çevirelim” dedim. Çünkü o hikâye çok etkileyicidir. Hatta neredeyse bir matematik dersi gibidir. Poe, bazı alanlarda gerçekten devrim yaratmış bir yazardır. Poe üzerine çok konuşabilirim ama bu sergideki işler onunla doğrudan bağlantılı değil. Yalnızca birkaç çizimde ona küçük göndermeler yaptım. Yine de onun edebiyatı, düşünce yapısı beni hep etkilemiştir. Mesela ‘Kalabalıktaki Adam’ı sinemaya uyarlamak istemişimdir hep. Dünya edebiyatıyla iç içe olduğum için sinemayı da o gözle düşünüyorum. Bir öyküden ya da bir yazarın hayatından film yapmak, beni her zaman cezbetmiştir. Bir arkadaşım var, Amerika’dan yayın yapıyordu. Radyo programlarında tanıştık. Poe’yla ilgimi bildiği için bana Poe’nun bir büstünü hediye getirdi; hâlâ burada, lambanın üstünde durur. Poe’nun hayatı da ilginçtir. Baltimore’da gömülü ama Boston’da doğdu sanırım. İngiltere’de falan da bulunmuş. Annabel Lee diye bir sevgilisi vardı, onun ölümüyle büyük bir bunalıma girdiği söylenir. Poe’nun karanlığı aslında acıdan geliyor. Bu acıyla dünyayı farklı bir yerden görmeye başlıyor insan. Herkes o derinliklerden geçebilir ama herkes onları fark edemez. Poe’nun üstün yanı, gördüklerini güçlü hikâyelere dönüştürebilmesiydi. Mesela “Kızıl Ölümün Maskesi” hikâyesi... Ölümün bir evi ziyarete geldiği metaforla anlatılır. Bunu yazabilmek büyük bir yetenek ister. O dönem için de çok yenilikçi bir yaklaşım. Bu yüzden onun çok parlak bir yazar olduğunu düşünüyorum.
Renk paletiniz, gölgeler ve ışık oyunları da oldukça belirgin. Bu görsel dili oluştururken sizi yönlendiren içsel veya dışsal etkiler nelerdi?
Şöyle söyleyeyim, o kadar çok şeyle ilgileniyorum ki bazen söylediklerimin yanlış anlaşılmasından bile çekiniyorum. Ama çok sevdiğim bazı isimler var, belki onların etkisinden söz edebilirim. Mesela ışık ve gölge deyince aklıma hemen Rembrandt gelir. Onu çok yakından takip ederim. Delacroix ve Van Gogh da öyle. Van Gogh bu anlamda biraz ayrı yerde durur ama çok severim. Matisse de yine renkleriyle beni etkileyen isimlerden. Bu ressamların sadece eserlerini değil, hayat hikâyelerini de ilgiyle takip ederim. Nasıl başladılar, ne yaşadılar, nasıl üretmeye devam ettiler… Bunlar da resimler kadar etkileyici benim için. Tabii sinemayla da çok ilgiliyim. İlk sergilerimde “çekemediği filmlerin karelerini resmediyor” gibi espriler yapılırdı. Boya başka bir şey, sinema başka bir şey ama görsel dünyamda sinemanın izi mutlaka var. Sessiz sinema döneminden yüzler, kara filmlerden gölgeler… Belki farkında olmadan resimlerime düşmüş olabilir. Bazen sevdiğim bir oyuncunun silueti bile yer bulabiliyor resimde, benim bile sonradan fark ettiğim oluyor. Bunlar bilinçli yapılan şeyler değil her zaman. İnsan zaman içinde bazı etkileri fark ediyor. Mesela bestelerimde de yıllar sonra bir melodinin bir yerden esinlendiğini anlayabiliyorum. O sırada farkında olmuyorsun ama dinlerken “Evet, burada Wagner etkisi varmış” diyorsun. Ya da Bach’ın Marcello’dan esinlenip adını da yazması gibi… Van Gogh’un Gustave Doré’den etkilenip “Apre Doré” diye not düşmesi gibi. Bunlar sevgiyle yapılan göndermeler. Picasso’nun Velázquez’e yaptığı gibi… Ben birebir almam ama zamanla izler kalır. Çok iyi bakarsan görebilirsin. Bu izleri fark etmek biraz da bu işlerle haşır neşir olmayı gerektiriyor. Yani o gölgeler, o yüzler… Nereden geldiği bazen benim bile sonradan dikkatimi çekiyor.
Bir eserde gördüğümüz izler, etkiler çoğu zaman başka eserlerden gelir; ama bunu çoğu insan fark edemez. Sizce bir sanat eserinin özgünlüğünü, bu etkilerin nasıl işlendiği mi belirliyor?
Bilsen de görürsün, bilmesen de. Aslında “almamak” diye bir şey yok. Sanatçılar birbirlerinden etkilenir, bazen birebir alır, bazen de izleri eritirler. Ama genelde saygı hep korunur. Mesela Picasso’da Daumier etkisini görmek mümkündür. Benim için de böyle: Sait Faik’le büyüdüm, onun etkisini hayatımda hep hissettim. Don Quixote’la da uzun yıllardır ilgilenirim; Cervantes’in o dünyası benim resimlerimde de yer buldu. Dünya sanatı birbirini besliyor. Toplumlar bu alışverişi başarabiliyorsa gelişiyor; başaramıyorlarsa geri kalıyorlar. Bu yüzden geçmişten gelen eserlerle, metinlerle, müzikle ilgilenmek, onlardan beslenmek gerekiyor sadece tüketmek değil, onlara layık olmaya çalışmak lazım. Örneğin “görünmez adam” motifinin birçok yazarda tekrarlandığını görürsün; biz de o motifi alıp farklı bir duyguyla işleriz. Ben bir hikâyemde görünmez olanın üşüyüşünü, görünmez olmanın yalnızlığını anlattım. Özgünlük burada, temayı nasıl yeniden duyumsadığın ve dönüştürdüğündedir. Ayrıca sanatçıların birbirinden aldıklarını dürüstçe söylemesi, göndermede bulunması bana hep doğru geldi. Bu etkileşimler kültürü ileriye taşır. Bizim işimiz de elimizdekini bir bayrak gibi alıp bir yere götürmek.
“İnsanlar sanat aracılığıyla kendi seslerini bulabilirler”
Peki bu “alıntı” veya “göndermeyi” eserinizde fark eden izleyiciye ne söylemek istersiniz?
Fark eden izleyiciye teşekkür ederim; çünkü bakabilen gözü olan insan sanata daha çok şey katar. Ama aynı zamanda uyarırım: etkileri bulmak bir şey, onları olduğu gibi kopyalamak başka bir şey. Özgünlük, aldığı şeyi sindirip kendi dünyasına katabilmektir. Sanat sizi geçmişle konuşmaya davet eder; ondan kaçmak yerine ondan öğrenin, sonra da kendi sesinizi bulun.
Resimden ve edebiyattan bahsettik. Şimdi sinemaya gelelim. Sizin sinemayla ilişkiniz ne zaman ve nasıl başlamıştı?
Sinemaya ilgim çok küçük yaşlara dayanıyor. 10 yaşımdayken bile sinemayı ciddiyetle düşünmeye başlamıştım. O yaşta tuttuğum bir defter var hâlâ defterdeki yazılarımı görenler, bunun bir çocuğun elinden çıktığına inanmakta zorlanıyor. Hatta hakkımda çekilen belgeselde bu defteri gösterdim. O defterde, izlediğim filmleri, yönetmenlerin isimlerini, dergilerden bulduğum bilgileri not ediyordum. İlk sayfalar Alfred Hitchcock’la başlar. Evimizde Fransızca sinema dergileri olurdu; o zamanlar dil bilmesem de çevirerek anlamaya, öğrenmeye çalışırdım. İngilizce yazıları çevirdim, Türkçesini araştırdım, notlar tuttum. Gördüğüm her filmi yazdım, üzerine düşündüm. Ve hâlâ yazıyorum. O defter bugün de devam ediyor. 60 yılı aşkın süredir sinemayı böyle yakından takip etmek, benim için bir tutku hâline geldi. Kolay bir şey değil ama hayatımın doğal bir parçası gibi artık.
On yaşından beri süregelen sinema tutkunuzdan ve o döneme ait anılarınızdan bahsettiniz. Peki, sinema kariyerinizde bu erken yaşlardan gelen bu merak ve biriktirdiğiniz deneyimler nasıl şekillendi, sizi bugünlere getirdi?
İnanılmaz ama bazen notlarımı ararken, 12 yaşında Kirk Douglas’a mektup yazıp imzalı bir resim istediğimi buluyorum. O resmi bana göndermişti, hâlâ o mektup ve resim zarfı elimde duruyor. O zaman mahallede büyük bir olay olmuştu, çünkü Kirk Douglas çok meşhurdu. İstanbul’a geldiğinde ben Ankara’daydım ama onu ziyaret edip imzalamadım. Belgeselde de böyle anılarımı gösteriyorum. On yaşından beri sinemaya olan ilgimle ilgili belgeler var. Hâlâ devam ediyor, geçenlerde Beyoğlu’nda gezdik, sinema ve kitapçılarla ilgili çekimler yaptık. Beyoğlu çocuğuyum, gençken günde 5 film izlerdim. Lisede bir arkadaşla film sayısında yarışırdık. Bazen günde bile beş film izlemeyi hedeflerdik. O dönemde iyi filmler azdı, Türk filmleri genellikle kalitesizdi, yabancı filmler de öyle.
Genç yaşta sinema yarışmasında kazandığınız başarıdan müzik, edebiyat ve resim alanlarına uzanan yaratıcı yolculuğunuzu anlattınız. Bu farklı disiplinlerdeki deneyimleriniz sinema kariyerinize nasıl yansıdı?
70’ler, 65’ler daha doğrusu, ortaokul-lise yıllarım. 17 yaşındayken katıldığım bir sinema yarışmasında büyük ödül kazandım. Yarışmaya girmeden önce Onat Kutlar beni sınadı, Türk sinemasını ne kadar bildiğimi test etti. John Sturges ve Preston Sturges gibi isimleri doğru söyleyince kabul ettiler. Yarışmada rakibim 40 yaşındaydı, ben 17, zor sorularda o takıldı, ben 11’e kadar geldim ve para ödülünü aldım. Kazandığım parayla gitar aldım ve müzik çalışmalarım ciddi şekilde değişti. Müzikle çok uğraştım, iyi bir eğitim alamasam da besteler yaptım, senfoniler yazacak potansiyelim vardı. Orkestra bile kurdum ve müzik kariyerim sinema ile birlikte ilerledi. Edebiyata da erken başladım, karikatür çizdim, sonra yağlı boya resme geçtim. Resim alanında beni Amelie Edgü keşfetti ve sergiler açmamı sağladı. İlk büyük sergimde 120 resim sattım ve bu beklenmedik bir başarıydı. Çok düşman da kazandım ama umurumda değil.
Profesyonel yaşamınızda kıskançlıklar ve engellemelerle karşılaşmanıza şaşırmadık doğrusu. Bu zorluklar üretkenliğinizi ve motivasyonunuzu nasıl etkiledi, nasıl başa çıktınız?
Kurucusu olduğum Robinson Crusoe Kitapevi’nden ayrıldım mesela vakti zamanında… Ortaklarla fikir ayrılıkları oldu. Beraber çalıştığım kişiler zaman zaman bana çelme taktı, öne çıktığımda kıskançlık ve engellemelerle karşılaştım; bazen işler ciddi boyuta ulaştı, hatta tehlikeli girişimler bile oldu diye hissettim. Gazetecilik yaptığım dönemde gazetede de başıma ilginç olaylar geldi. Mizah üzerine yazdığım uzun bir yazı kayboldu, bastıkları yazıyı yok saydılar, birileri dost görünürken zarar vermeye çalıştı. Bunlar üzücü ama öğretici deneyimlerdi. Bunu yaşayınca iki şey anladım: Birincisi, doğruluğuma inanıyorsam geri adım atmam; ikincisi, bu tür davranışlar sizi yıldırmak için değil, daha ayakta durmanız için bir neden oluyor. Yanlışları gösterme cesaretini kaybetmedim; doğruluğumu kanıtlayınca çevrenin tavrı değişti, insanlar daha temkinli oldu. Kısacası, kıskançlıklar üretkenliğimi kırmaya çalıştı ama sonunda daha dikkatli, daha sorgulayan ve kararlı biri yaptılar beni.
Gazetecilik ve medya deneyimlerinizde yaşadığınız yanlış anlamalar ve hatalar mesleki duruşunuzu nasıl etkiledi? Günümüzde medya hakkında neler söylersiniz?
Gazetede çalışırken hatalar ve yanlış anlaşılmalar sık yaşanıyor; örneğin René Goscinny’nin ölüm haberinde ya da çizgi roman yazarlarıyla ilgili yazılarda karışıklıklar oldu ve ben bunlar yüzünden eleştiri yedim. Bir başka olayda Nobel ile Oscar karıştırıldı; böyle hataların basılması beni çok etkiledi. Bu tecrübeler bana “doğrulama”nın önemini öğretti: Haberi, ismi, kaynağı iki kere kontrol etmeden yayıma vermemek gerekiyor. Mesleki duruşum da bundan etkilendi daha sorgulayıcı, daha sağlam temelli çalışıyorum. İnsan ilişkilerinde de değişiklik oldu; doğruluğumu gösterebildiğimde çevre temkinli davranmaya başladı. Genel olarak medya, dikkat ve sorumluluk isteyen bir alan; kültüre ve doğru bilgiye saygı göstermek gerekiyor.
“Babamın bizim için sanattan vazgeçmesi, benim için çok önemli bir konu oldu”
Sanata olan ilginizin çocukluk yıllarınıza kadar uzandığını biliyoruz. Şair Salah Birsel dayınızın kitaplığı ve sinema dergileriyle geçirdiğiniz zamanlar hayatınıza çok etki etmiş gibi görünüyor. Ancak bir yandan da babanızın sanatla ilgili vazgeçişi ve bu durumun üzerinizdeki etkisi, oldukça derin bir tema. Babanızın sanat yolundan çekilmesinin size nasıl bir yansıması oldu? Özellikle sanatın sizin için bir kaçış yolu olup olmadığını ve bu durumun yaşamınıza nasıl şekil verdiğini paylaşır mısınız?
Çocukluğumdan beri sanata çok meraklıydım. Dayım Salah Birsel’in kitaplığı beni çok etkiledi küçük yaşta… Oraya hep dalardım. Sinema dergilerini karıştırmak da çok zevk verirdi. Babam da aslında ressamdı ama bizi büyütmek için resmi bıraktı. Bu onun için büyük bir pişmanlık teması. Babamın sanattan vazgeçmesi, benim için çok önemli bir konu oldu. O yüzden ben çocuk yapmadım, kendi yolumu seçtim. Babam bizi takip ederdi; mesela benim gazetede çıkan resimlerimi saklardı. Sanat, benim için hem bir tutku hem de hayatımda bir kaçış yolu oldu. Babamın pişmanlığını düşünmüyorum ama onun yolunu devam ettirmek gibi bir sorumluluk hissettim.
Sinema ve sanata olan ilginizin yanı sıra, hayatınızdaki önemli anları da bizimle paylaştınız. Örneğin, ilk filminizi gösterdiğiniz gün babanızı kaybetmeniz ya da sağlık sorunlarınızla ilgili yaşadığınız kritik bir dönemde yaşadığınız deneyim. Tüm bu olaylar, sanatla olan ilişkinizi nasıl etkiledi? Sanatın hem kişisel hem de duygusal açıdan bir iyileşme aracı olup olmadığını düşünüyorsunuz?
İlk filmim gösterildiği gün babamı kaybettim, heyecandan öldüğünü düşünüyorum. O gün biri sarıldı bana, “Kolay gelsin” dedi, ben eve geldim, babam ölmüştü. Kişisel olarak da geçtiğimiz yıl mesela… Kendi filmimde ölüyordum zaten. Sağlık sorunlarımda da çok zor anlar yaşadım; kalp problemi yaşadım, ambulans gelmedi, arkadaşım taksiyle başka hastaneye götürdü, yoksa ölüyordum. Bunlar çok ciddi deneyimlerdi. Sanat, benim için hem acılarımı hem de hayatımı anlamlandırma yolu oldu bu nedenle.
Sağlık sorunlarınızda çok zor anlar yaşadınız; kalp problemiyle karşılaştınız, ambulans gecikti, arkadaşınız taksiyle başka hastaneye götürerek hayatınızı kurtardı. Böyle kritik bir dönemde hemşerilerinizin ve dostlarınızın yanınızda olması size nasıl hissettirdi? Minnet duygusunun sizin için ne ifade ettiğini, bu zor süreçte nasıl bir güç kaynağı olduğunu biraz açabilir misiniz?
Benim için en büyük destek hemşehrilerimin, dostlarımın varlığı idi. Onlar benim şarkımı söyleyerek hastanede yanımda oldular. Bu çok esprili ve güzel bir şeydi. Onları şimdi bile anıyorum ve minnet duygusu yaşıyorum. Minnet duygusu yaşamayan adama da adam denmez bence! Minnet duygusu kadar güzel bir duygu da yoktur. Kim sana ne yaptıysa, onun altını çizebiliyorsa 'helal olsun sana' derler. Kendime de diyorum aslında bunu. Başkalarına da söylüyorum; böyle nankörler olunca çekiyorum kulaklarını.
Geçtiğimiz yıl bazı zorluklarla karşılaşmış olsanız da ameliyatınız başarılı geçti ve şimdi çok daha iyisiniz. Bu deneyim, hayatınıza ve sanatınıza bakış açınızı nasıl etkiledi? Böyle zor dönemlerde dayanışmanın ve sevginin önemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hayat böyle. Benim için çok büyük bir deneyim oldu bu süreç. İnsan, böyle anlarda neyin değerli olduğunu daha iyi anlıyor. Dayanışmanın, sevginin, minnetin önemi ortaya çıkıyor. Hastanede yaşadığım zorluklar, ama sonrasında çevremdeki dostların desteği, bu dünyada yalnız olmadığımızı gösteriyor. Bu da insanı daha güçlü yapıyor, daha sabırlı kılıyor. Sanatıma da yansıyan, yaşadığım tecrübeler oluyor doğal olarak. Çünkü hayatın içinde ne varsa, sanat orada başlar. O yüzden bu süreç beni hem hayata hem de sanata daha derinden bağladı.
Sizi yaşama bağlayan, en güçlü motivasyon kaynaklarınızdan biri de hiç şüphesiz müzik. Bu bağın temelleri çocukluğunuza kadar dayanıyor. Müzikle olan ilişkiniz, aileden gelen etkilerle nasıl şekillendi? Bu bağın hayatınıza ve sanatınıza katkıları neler oldu?
Ailemde kulağı iyi olanlar vardı. Babamın ve annemin müzik duygusu güçlüydü; dayım da ritim duyumu fark etti. Ben zaten küçük yaşta radyodan şarkılar öğrenip söylüyordum, yedi yaşında bile şarkı söylüyordum evde. Gerçek başlangıç gitarla oldu: 13–14 yaşlarında annem taksitle gitar aldı, zor da olsa o enstrümana kavuştuğumuz gün müzik ciddileşti benim için. Cihangir’de oturuyorduk; kendi kendime çalışmaya başladım, mahallede gitar çalanlar çoğaldı, Beatles etkisiyle herkes gitar tutmaya başlamıştı. Küçük bir grup kurduk, çok çalıştım bazen günde altı saat çaldığım olurdu; anneannem bile buna tepki verirdi, ama bir gün “sesin güzelleşiyor” deyince çok memnun olmuştum. Taklit yaparken aynı zamanda besteler de çıkarmaya başladım; farklı sesler yaratıyordum ve bunun bestecilik olduğunu zamanla ben ve çevremdekiler fark ettik. Mahalle orkestralarında çaldım, grup üyeleri değişti; bazıları yurt dışına gitti, bazıları sağlık gibi sebeplerle ayrıldı; grup devam etmedi. Kendi çabamla, temaslarla ve çok çalışmayla tekrar topladım insanları ve gücümü sağladım. Askerlik döneminde iş daha da ilerledi: iki kez orkestraya seçildim, binlerce kişi arasından seçildim. Orada torpilin işlemediğini gördüm ve bu beni çok mutlu etti. Orada “Lennon Mehmet” diye anıldım; sahnede Elvis ve Beatles parçaları çalardım. Askerlik hem sahne deneyimimi hem disiplinimi geliştirdi; sonuçta müzik yolculuğum sabır, çalışmak ve fırsatlarla şekillendi.
“Askerlik benim için çok önemli bir dönüm noktası oldu”
Askerlikte orkestra seçilmeniz, sahnede “Lennon Mehmet” denilmesi ve oradaki deneyiminiz size hangi dersleri verdi? O dönemde edindiğiniz disiplin ve “hak edene verilmesi” anlayışı müzikal yolculuğunuzu nasıl etkiledi?
Askerlik benim için çok önemli bir dönüm noktası oldu. Ordu gerçekten liyakat üzerine işliyor. Torpilsiz bile kimseyi seçmediklerini düşündüğüm hâlde, beni iki kez orkestra seçtiler. Bu, bana hak edenin hakkını alabileceği bir ortamın mümkün olduğunu gösterdi. Disiplin ve adalet duygusunu geliştirdiğim için müzik yolculuğumda da daha kararlı ve dürüst oldum. Her şeyin çalışmak ve yeteneğe bağlı olduğunu anladım. O dönem sahnede “Lennon Mehmet” olarak anılmak, sevildiğimi hissettirdi, özgüvenimi çok artırdı. Ordu müziğiyle gelişmek, sanata olan bağlılığımı güçlendirdi.
Askerlikte edindiğiniz disiplin, sahne deneyimi ve “hak edene verilmesi” anlayışı, sonraki müzik hayatınızı şekillendiren önemli yapı taşları olmuş. Bugüne geldiğimizde, hâlâ besteler yapıyor musunuz?
Evet, hâlâ besteler yapıyorum. O yetenek ve istek hiç azalmadı bende. Kendi kendime çalışmaya devam ediyorum, bazen yeni şarkılar yazıyorum, bazen eski eserleri yeniliyorum. Belki bir orkestram yok ama müzisyen dostlarımla sürekli irtibat hâlindeyim. Yeni projeler için görüşüyoruz, bazen küçük gruplarla canlı performanslar yapıyoruz. Teknolojinin gelişmesiyle evde kayıt yapma imkânım oldu, bu beni çok memnun ediyor. Sanatın ve müziğin içinden kopamıyorum; bu hayatımın vazgeçilmez parçası.
Peki beste üretimi sürerken, söz yazarlığı tarafınızda nasıl bir gelişim oldu? Bir besteci ve söz yazarı olarak yıllar içinde sizde neler değişti, neler aynı kaldı? Özellikle şarkı sözleriyle kurduğunuz ilişki zamanla nasıl evrildi?
Valla ben aslında şarkı sözü yazmak yerine hikâye yazmayı tercih ediyorum. Eşim ve yakın dostlarım İngilizce sözler yazıyordu, hatta 1995 çıkışlı İngilizce bir albümüm var: “Cihangir’de Bir Gece.” Şarkı sözlerinin çoğunu dostlarım yazdı; ben arada birkaç tane yazdım ama asıl söz yazarı Görkem (Yeltan) olmuştu. Benim kadim dostum, filmlerimde başrol oynadı, şarkı sözlerini o yazdı ve birlikte birçok projede çalışıyoruz. Onun desteği olmasaydı, sağlık sorunlarımı da atlatamazdım.
Farklı sanat dallarında üretim yapan biri olarak, müzikle kurduğunuz bağdan sinemaya uzanan yaratım süreciniz nasıl şekillendi? Sinema, diğer disiplinlerle örülü bu çok yönlü ifade dünyanızda nasıl bir yer tutuyor?
Aslında ayırt edemeyecek kadar tutkuluyum bu işlere. Yani müzik yaparken sinema düşünüyorum, sinema yaparken resim düşünüyorum desem bile, hepsi bir bütünleşti bende artık. Yazı yazarken “Bunu nasıl film yaparım” diye düşünmüyorum dersem yalan olurum. Müzik yaparken de “Bir filme koyabilirim” diyebiliyorum. Zaten daha sonraki filmlerde de eski yaptığım müzikleri kullandım. Şimdi de kullanıyorum. Bazı başka arkadaşlara veriyoruz, onlar yeniden düzenliyorlar. Müzikler hem duruyor hem çoğalarak devam ediyor. Bazılarını yeniden yapıyoruz. Şimdi müzikleri Yalçın yapacak mesela, benim filmim için. Ben aradan çekildim. Emre var, gitarcı dostum, 20 yıldır beraberiz. Jülide var, çellist; Şeniz var, soprano. Yani bir sürü insan... saymakla bitmez. Otuz kişilik bir kadroyuz. Unuttuklarım kusura bakmasın. Bu insanlar her zaman birlikte çalıştığım insanlar. Ben onlar için koşarım, onlar da benim için koşar. Emeklerimiz boşa gitmiyor. Dün mesela Corinne Hotel’e gittik. Sahibi Suat Bey çok eski dostumuzdur. Bu evi yaparken, ben hastayken bile arkadaşlar kitapları yerleştiriyordu. İçeride çok büyük bir kütüphane var. Hepsi elbirliğiyle oluştu. Hâlâ o otelin duvarlarında benim resimlerim asılı. Yani hayatın her alanında üretim iç içe ve paylaşarak oluyor.
Teknolojinin hızla değiştiği, dijitalleşme ve yapay zekânın hayatımıza giderek daha fazla girdiği günümüzde, sizce müzik hâlâ o duyguyu, zamanı ve derinliği taşıyan bir alan olarak kalabiliyor mu? Yoksa bu alan da bu dönüşümle birlikte bambaşka bir şeye mi evriliyor?
Koşullar hızla değişiyor ama ben hâlâ bu işin içindeyim ve nasıl ilerlediğini yakından takip ediyorum. Mesela YouTube’u takip ediyorum; orada konuşmalarım, şarkılarım, filmlerim var. Ama bazıları yok çünkü teknik değişti, bazı formatlar bugüne uymuyor. Teknik çok hızlı ilerliyor. Yakında belki “bunları çöpe at” bile diyecekler. Eskiden bir DVD’yi bilgisayara sokardık, şimdi öyle bir şey yok. Çünkü şirketler seni sürekli yeni bir şey almaya zorluyor. Ticaret böyle çalışıyor. Bu da bizim işimizi zorlaştırıyor elbette. Ama öte yandan yeni şeyler de mümkün oluyor. Mesela yapay zekâ... doğru kullanılırsa, dürüstçe yaklaşırsan, işine de yarıyor. Ama yanlış ellerde başka şeyler de olabilir. Senaryo yazarları, gazeteciler gibi meslekler için riskli olabilir ama teknik gelişmeyi durduramazsın. İnsanlık hep ileri gidiyor. O yüzden ben gelişimin karşısında değilim. Elektriğin gelmesi gibi düşünsene; ilk zamanlar karşı çıkanlar oldu ama sonra bütün New York aydınlandı. Bilim, kendi yolunu buluyor. Mesele senin nerede durduğun. Ben çalışmaya, üretmeye devam ediyorum. YouTube, arkadaşlarım, müzikler... hepsi bir yerde buluşuyor aslında.
Sizce dijital dönüşüm sürecinde, üretimlerinizin izleyiciyle buluşması ve arşivlenmesi konusunda nasıl bir deneyim yaşıyorsunuz? Bugün sizi en çok ne tatmin ediyor, ne zorluyor?
Pek çok şey şaşırtabiliyor beni. Mesela YouTube’a biri yıllar önce yapılmış bir konser kaydını koyuyor, ben bile unutmuşum. Altında yüzlerce yorum var, insanlar hâlâ dinliyor. Bu bir sanatçı için çok kıymetli bir şey. Ama aynı zamanda bir kırılganlık da var. Çünkü bazı şeyler kayboluyor, ulaşılmaz oluyor. Benim arşivim çok geniş; filmler, şarkılar, yazılar, resimler... Ama dijital dünyada hepsi bir yere sığmıyor. Teknik olarak artık uyumlu değil bazıları. Mesela DVD’yi bilgisayara koyacak yer kalmadı artık. Eskiden büyük emekle yaptığın bir şey, şimdi açılmıyor bile. Ama buna da alıştık. Önemli olan bence şu: Ben hâlâ bir şey üretiyorum ve biri bir yerden buluyor onu. Belki genç biri, belki bambaşka bir ülkeden biri. Ve o bağ kuruluyor işte. Bu hâlâ çok değerli. Arşivcilik, emek isteyen bir şey ama en çok da şunu öğrendim: Ne yaparsan yap, izi kalıyor bir yerde. Hele dijital dünyadaysa, bazen sen farkında olmadan bile kalıyor. O yüzden üretmeye devam.
Uzun yıllara yayılan yaratıcı yolculuğunuzda, geriye dönüp baktığınızda, üretme isteğinizi canlı tutan en güçlü motivasyonunuz nedir? Zaman içinde bu motivasyonun nasıl şekillendiğini düşünüyorsunuz?
Canlı kalmak. (Gülüyor.) Ancak o yani. Başka ne olabilir ki? Çünkü hepimiz aslında küçücük bir şeye bağlıyız, anladın mı? Bir nefese. O nefesin varsa bir şeyler üretiyorsun. O nefes ki yakın zamanda bir şeyler yaşadığımı biliyorsunuz. O aslında benim sonum olabilirdi. Ama bana bir şey lütfedildi dünya. Bana “Git biraz daha bir şeyler yap” dendi. Ben de geldim, yeniden bir şeyler yapıyorum. Yaşayacağız, üreteceğiz ve nihayetinde toprak olacağız. Arkamızdan iyi şeyler söyleniyorsa ne mutlu bize; söylemeyenlerin de canları sağ olsun, herkes kendi yolunda ilerleyecek.