İstanbul Tiyatro Festivali’nin küratörlüğünü üstleniyorsunuz. Sizce bu yılın ruhunu önceki festivallerden ayıran en temel duygu ya da kavram nedir? Seyirciye nasıl bir deneyim sunuluyor?
Bunu çok keskin çizgilerle tanımlamak pek olası değil. Daha çok bir yaklaşım gibi değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu bağlamda iki temel yaklaşımın önceki festivallerden daha farklı olduğu kanısındayım: Birincisi roman uyarlamaları, romanda saklı kalmış dramatik yapının ya da dramatik olanın- açığa çıkarılması. İkincisi ise belki farkında olmadan hayatımızın dışında bıraktığımız, unuttuğumuz bazı kavramları, pratikleri tekrar yaşamımıza dâhil etmek. Örnek verirsem, annemizin aynı zamanda bir kadın olduğunu unutmamız gibi.
Festival programında Türkiye’den ve yurt dışından 16 yapım yer alıyor. Sizce bu çeşitlilik, İstanbul seyircisinin tiyatroya bakışını nasıl dönüştürüyor? Küresel üretimle yerel sahnenin karşılaşmasında sizi en çok heyecanlandıran şey ne oldu?
Farklılık ve çeşitliğin seyircimizin tiyatronun olanaklarını, zenginliğini kavramada önemli etkenler olduğunu ve bunun da tiyatromuz için dinamik bir itici güç oluşturacağını düşünüyorum. Festivalin bir karşılaşma olduğunu düşünmüyorum. Bu daha çok, bütünün parçalarının doğal bir birlikteliği bence.
İstanbul Tiyatro Festivali’nin güçlü bir uluslararası yönü var. Ancak Türkiye’nin farklı şehirlerinde de son yıllarda dikkat çekici üretimler yapılıyor. Sizce bu tür festivaller, merkez dışındaki üretimlerle nasıl daha sıkı bir bağ kurabilir?
İstanbul Tiyatro Festivali sadece İstanbul değil, ülkenin her yerinden gelen başvurulara açık ve arkadaşlarımız İstanbul dışındaki sizin tanımızla üretimleri de araştırıyorlar.
Bir konuşmanızda tiyatronun “geçmişin izlerini canlı tutan bir sanat” olduğunu söylemiştiniz. Bugünün Türkiye’sinde tiyatronun en çok hangi hatırlamayı, hangi sesi diri tutması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Burada “geçmiş” sözcüğünü tarih ile bağlantılı kullanmadım, daha çok bireysel ve toplumsal “pathos” anlamında kullandım. Bu bağlamda hem bireysel hem de toplumsal bağlamda yaşadığımız tutkuları, acıları, kayıpları kast ettim.
“Çağımızın hızı algımızı zorluyor”
Dijitalleşmenin her alana yayıldığı bir çağda tiyatro hâlâ doğrudan karşılaşmanın sanatı olarak kalabiliyor. Sizce tiyatro, bu çağın hızına ve alışkanlıklarına nasıl bir direnç ya da alternatif oluşturuyor?
Çağımızın hızı algımızı zorluyor, zamanı ve getirdiklerini kavramakta ve değerlendirmede zorluk çekiyoruz. Tiyatro zamanı yavaşlatarak, genişleterek içinde bulunduğumuz gerçekliği fark etmemize katkı sağlıyor diye düşünüyorum.
Dijitalleşme ve yapay zekâ tiyatroda yeni anlatım biçimleri doğuruyor. Sizce bu gelişmeler tiyatronun canlılık özünü dönüştürür mü, yoksa sadece yeni bir sahne dili mi yaratıyor?
Kişisel kanım sadece teknolojik bir gelişme olarak bir değeri var. Yoksa zaman zaman insanoğlunun ürettiği her şeyi büyük bir sorumsuzlukla kullana ve etik sorunları olan bir uygulama.
Akademisyen, yönetmen ve oyuncu kimlikleriniz uzun yıllara yayılıyor. Bu üç alanın birbiriyle ilişkisi sizin tiyatroya bakışınızı nasıl biçimlendirdi? Festival küratörlüğü yaparken bu deneyimlerden hangisi size en çok rehberlik etti?
Bunu ayırmak biraz zor, bir elbise gibi kolayca değiştirilmiyorlar. Doğrusunu isterseniz hangisinin rehberlik ettiğini kesinlikle bilmiyorum.
“Yeni Arayışlar” başlığı altında genç sanatçılara alan açmak değerli bir yaklaşım. Ancak genç tiyatro üreticileri çoğu zaman finansman, mekân ya da sürdürülebilirlik gibi engellerle karşılaşıyor. Bu konuda festivalin rolünü nasıl tanımlarsınız?
Festival bu konularda kendi imkanları bağlamında elinden geleni yapıyor. Saydığınız engelleri kaldırmak ancak kamunun üstesinden gelebileceği büyüklükte bir sorun.
“Benim sezdiğim, çağımıza hâkim bir sıkışmışlık hissiyatı var”
Tiyatro, çoğu zaman toplumsal değişimleri sessizce ama derinden yansıtır. Sizce bugünün tiyatrosu, toplumun hangi yönünü ya da duygusunu en çok sahneye taşıyor?
Benim sezdiğim çağımıza hâkim bir umutsuzluk ve sıkışmışlık hissiyatı var sanki. Ve bu nedenle de bu umutsuzluğun panzehri ya da anti tezi, kişinin varlığının ve kimliğinin altını çizmesi gibi tezahür ediyor. Bunun sonucunda da herkes elini kaldırıp kendi küçük hikâyesini anlatmak istiyor. “Ben buradayım ve sıkıştığım sınırları aşıyorum” der gibiler.
Son yıllarda sahnede kişisel hikâyeler ve otobiyografik metinler öne çıkıyor. Sizce bu eğilim tiyatronun “kolektif” doğasına zarar mı veriyor, yoksa onu daha sahici mi kılıyor?
Zarar kavramı ile biz düşünemeyiz. İçinde bulunduğumuz bu koşullarda, tiyatro böyle bir mecradan akıyor diye düşünmeliyiz. Ancak ilerde geriye dönüp bakanlar bunu değerlendirebilirler; zarlı mı, faydalı mı diye.
Tiyatro izleyicisinin değişen alışkanlıkları da sıkça konuşuluyor. Bugünün seyircisiyle 20 yıl öncesinin seyircisi arasında sizce nasıl bir fark var? “İyi seyirci” tanımınız değişti mi?
Benim iyi seyirci tanımım yok. Daha doğrusu benim için tiyatroya giden seyirci iyi seyircidir. Gitmeyen de kötü seyirci. Seyirciyi dondurup normlara bağlayamam.
Tiyatroda kahraman, anti-kahraman, maske gibi klasik arketipler hâlâ varlığını sürdürüyor. Sizce günümüz sahnesi bu kavramları dönüştürme cesaretine sahip mi?
Söz ettiğiniz kavramlar farklı nitelikleri içeriyor ve bir arada değerlendirilmesi zor. Maskeyi bir arketip gibi algılamıyorum. Bence maske demek zaten tiyatro demek. Maskenin etimolojik kökeni, eski yunanca da “persona” ile yani biraz sıçrayarak söylersek bugünün jargonu ile “oyun kişisi-karakter” ile aynı. Arketip kavramını Jungiyen bağlamda kullanıyorsanız değil tiyatronun yaşamın onu dönüştürmesi – neye dönüştürecekse- zor. Ayrıca niye dönüştürmek istediğimizi tam anlayamadım. “Dönüştürmek” çağımızın “politik doğruculuğu” ile mi ilintili. Dönüştürmeliyiz çünkü dönüştürebiliyoruz. Tanrıcılık oynamayı biraz yavaşlatsak sanki daha rahatlayacağız.
Zaman geçse de tiyatro, insanın en temel hâllerini korkularını, arzularını, merakını anlatmaya devam ediyor. Sizce tiyatronun “insana dair” anlatısında hiçbir zaman değişmeyecek şey nedir?
“Şimdiki zaman” insanın “an” içindeki halinin anlatımı ve şimdi zamanın yeniden düzenlenmesi diyebilirim.
Son olarak, on yıl sonrasının tiyatrosunu hayal etseniz… Sizce Türkiye tiyatrosu hangi temaları, hangi biçimleri konuşuyor olacak? Ve İstanbul Tiyatro Festivali bu geleceğin neresinde durmalı?
Bu soruya cevap vermek olası değil. Ve böyle bir şeyi de hayal etmek bana biraz tuhaf geliyor. Ben geleceğe doğru kehanette bulunmak istemem. 1894 yılında Çehov’un “Martı”yı yazacağını kim bilebilirdi -oyun 1895’te yazıldı. Teknoloji tahmin edilebilir bir çizgi izler, eğer dört işlem yapabilen bir bilgisayarınız varsa “yapay zekânın” hayalini kurabilirsiniz. Mutlaka olacaktır, sadece zamanı, yeri ve kimin ya da kimlerin yapacağı belli değildir. Ama sanat özel bir keşif alanı gibidir. Neyin keşfedileceği bilinmez. Çehov olmasaydı “Martı” oyununu başka birinin yazması olanaksızdı. Görelilik teorisini ise Einstein olmasaydı başka biri mutlaka ortaya atacaktı- zaten de üstünde çalışılıyordu- fizik biliminin doğal ve kaçınılmaz işleyişidir bu. Einstein başarısı ilk ulaşan olmasıdır.