Belgeselden kurmacaya geçerken “yalnızlık” ve “toplumsal duyarsızlık” gibi temaları bu filmde ele alıyorsunuz. Belgesel deneyiminizin film diliyle nasıl birleştiğini anlatabilirdiniz?
Ensar Altay: Çok zor birleşti. Belgesel yaparken gerçeği gözlemliyorsunuz. Kurmacaya geçtiğiniz, o gözlemlediğiniz gerçeği arıyorsunuz. Dolayısıyla set sürecinde de epey yorulduk. O doğal atmosferi, hakiki olanı yakalayabilmek için çok çalıştık. Sağ olsun, değerli oyuncumuz Yıldız Kültür ve diğer oyuncularımız sabırla en iyisine ulaşana kadar uğraştılar. Kurmacada benim hissettiğim eksikliği onların desteğiyle kapattım.
Peki filmin yaşlı bir kadının kaybolması ve kimsenin onu bulamaması temasını seçmişsiniz. Bu filmin temasının çıktığı nokta nedir? Bir gözlem, bir deneyim, bir okuma mı?
E. A.: Bu seçtiğimiz yaşam biçimi, liberal yaşam biçimi. Şu anda insanlığın birlikte yaşama tecrübesinin geldiği, seçebileceği herhalde en iyi tecrübe. Fakat birtakım sorunlar var. Bazı değerler kayboldukça, onlara dikkat etmedikçe, yaşlılara sahip çıkmadıkça, aile bağları diri tutulmadıkça, sadece bireysel özgürlüğe ve faydaya odaklanılınca birtakım kara delikler oluşuyor hayatımızda. Bu kara deliklerden birisi de bence yalnızlık. Ve bunun en ağır sonuçlarıyla yaşlılar yüzleşiyor. Temel meselemiz; bu durumla ilgili herhangi bir yargılama yapmadan soru sordurmaktı izleyiciye. Bunu da başardığımızı düşünüyorum. Değil mi Yıldız abla?
Yıldız Kültür: Evet. Ben de Antalya'da ilk defa izledim filmi. Çok merak ediyordum. Gerçekten güzel olmuş. Teşekkür ederiz. Çok da güzel çalıştık. Çok anlayışlıydı Ensar bize karşı. Biz de onun istediklerini vermeye çalıştık. Karşılıklı güzel bir iş çıkmış.
Peki Yıldız Hanım, burada sorumu size yöneltmek istiyorum. Filmde oğlunun evinde kalma ihtiyacı duyan, demans başlangıcı yaşayan ve yalnızlık gibi ağır bir duyguyla mücadele eden yaşlı bir kayınvalideyi canlandırıyorsunuz. Ve film boyunca canlandırdığınız karakterin kayboluşunun sırrını çözmeye çalışıyoruz. Öncelikle bu role nasıl hazırlandınız?
Y. K.: Benim işim gözlemcilik. Ben 65 senelik sanatçıyım. Devlet Tiyatrosu’ndan emekliyim. Ankara Konservatuarı'nı bitirdim. Filmde canlandırdığım tarzdaki kadınları çok gözlemledim. Ensar da o kadar güzel rolü anlattı ki bana ilk buluşmamızda. Saliha’yı en iyi şekilde canlandırdığımı düşünüyorum.
E. A.: Benim de Yıldız abladan öğrendiğim bir şeydir, gerçek insanları takip etmek. Evet, belgesel üzerinden bir tecrübem var. Ama kurmaca filmde oyuncuları takip ettiğiniz zaman bir boşluğa düşüyorsunuz. Hakikati arıyorsunuz ama kendi zihninizde bir hakikat resmi de var. Yıldız Kültür gibi iyi oyuncularla çalışınca düşündüğünüz o gerçekliğin üstüne de çıkabilecek çok kıymetli anlar oluşuyor. O yüzden benim nasıl yorumladığımdan ziyade oyuncunun onu nasıl gerçek kıldığı bence daha kıymetli. Ve o konuda da çok şanslıydım, onu söyleyeyim. Sadece Yıldız Kültür özelinde söylemiyorum; Sinan Albayrak ve Didem İnselel de çok güzel oynadılar.
Y. K.: Torunlarım rolünde oynayan Ecem Bağcı, Züleyha Yıldız da çok başarılıydılar. O kadar güzel ifadeleri var ki şaşırıyorsunuz. Çok güzel oynadılar.
Yıldız Kültür: “Ailede bütün yükü kaldıran kadın”
Set ortamı da zaten böyle bir etkileşimi açan bir ortam. Film çekimi sırasında hikâyeyi bir oyuncu olarak yönlendirdiğiniz bir an oldu mu, özellikle de karakterinizi yaratırken bu etkileşim alanını nasıl kullandınız?
Y. K.: Senaryoya sadık kaldık. Tabii içimizden gelen bazı şeyleri yapıyoruz ama çok eklemeden. Senaryo dışına çıkmadık fazla. Ama gelinimi, oğlumu ve torunumu oynayan arkadaşlarım gerçekten çok güzel oynadılar. Zaten onun neticesinde iyi bir film çıktı. Birbirimize o anlamda çok yardımcı olduk.
Hem karakteriniz Saliha hem de çatışma yaşadığı karakter olan gelini Sude’nin hikâyede ortaklaştığı sorumlulukları var: Aile ve toplum içinde kadına yüklenen roller. Siz bir kadın olarak, kadına yüklenen bu sorumluluklara dair neler düşünüyorsunuz?
Y. K.: Ailede bütün yükü kaldıran kadın zaten. Anne, ev kadını, kocasının eşi, dışarıda iş yapıp eve tekrar gelip, maddi anlamda evine katkıda bulunan kişi… Birçok rolü var. Ama bu hikâyede aynı zamanda bazı kalıp düşünceler de değişim gösteriyor: Kayınvalide-gelin çatışması. Kaybolan bir kayınvalide var, her ne kadar çatışma yaşasa da sonunda gelini pişman oluyor ve kayınvalidesini o arıyor. Günümüz dünyasından düşündüğümüzde hayat şartlarımızdan dolayı artık insanların birbirine tahammülü kalmadı. Yaşlılar artık ağır gelmeye başladı. Tabii yaşlılar da egoist bir tutumda da olabiliyorlar; her şeyi çocuklarından bekleyebiliyorlar. Hâlbuki çocuklarımızı bize baksın diye doğurmuyoruz. Onların da kendilerine göre bir yaşantıları var. Onların mutlu olması için çaba gösteriyoruz. Ama şimdi bazı yaşlılarımız var ki çocuklarım da gelinlerim de hep bana baksın, hep benimle ilgilensin. Herkesin kendine özel bir yaşantısı var.
Ensar Altay: “Filmde de hikâyeyi asıl oluşturma kabiliyeti kurgudadır”
Hikâyenin bir de kurgu aşamasını merak ediyorum ben. Bu noktada tekrar Ensar Bey’e döneceğim. Filmin kurgusunu, senaryosunu ve yönetmenliğini üstleniyorsunuz. Bu üç rolü birlikte yürütmenin avantajları ve zorlukları neler oldu? Özellikle kurguda hangi unsurları baştan tasarlayıp sonra çekimde nasıl esneklik bıraktınız?
E. A.: Belgesel tecrübem var malumunuz. Belgeselde yönetmen önce darmadağınık eder her şeyi, sonra çok iyi toparlamayı başardığında iyi bir belgesel yönetmeni olmuş olur. Filmde de hikâyeyi asıl oluşturma kabiliyeti kurgudadır. Ben de kurgu yaparken ana meseleye odaklanıp geriye kalan bütün unsurlardan kurtulma düzleminde bir bakış açısı oluşturmaya çalıştım. Bu aşamayı, yani kurgu aşamasını, bazı sevdiğim saydığım sinemacılarla tartıştım, onların fikirlerini aldım ve filmin yeni birtakım versiyonları oluştu. Böylelikle de film son hâlini aldı. Siz bana sorsanız, kurguyu bugün otursanız yine mi yaparsınız? Evet, yine yaparım. Bitmedi film, henüz benim kafamda.
Peki, ekip nasıl oluştu? Nasıl bir araya geldiniz?
E. A.: İlk başta yardımcı yönetmenimiz Begüm'ün çok faydası oldu ekibi kurmakta. Ama ben Yıldız Kültür’ü çok uzun zamandır biliyordum. Çok uzun zamandır Türkiye'de pek iş yapmıyorum. Yani Türk piyasasını çok bilmiyorum. Fakat bir filmde izlemiştim Yıldız Kültür’ü ve bayılmıştım. Tam oluşturduğumuz karakter gibi bir karakteri oynuyordu. Aklımda kalmıştı. Sağ olsun yardımcı yönetmenimiz vasıtasıyla da ulaştık kendisine. İşte Sinan Albayrak ve Didem İnselel zaten yakın arkadaşlar. Onlar Ecem'i ve Begüm’ü getirdi. Ayrıca görüntü yönetmeni arkadaşımız Kürşat'ın adını anmam lazım. Filmde çok katkısı vardır. İşte böyle oluştu ekibimiz. Şöyle bir söz vardır: “Siz iyiyseniz iyiler sizi bulur, kötüyseniz kötüler sizi bulur.” Şimdi iş iyi olunca işinde iyi olan diğer iyiler de sizi buluyor.
Ensar Altay: “Kanto,Türk kadının ilk görünür olduğu yerlerden biri”
Filmde kanto çok merkezî bir yerde duruyor. Hem ismini de veriyor filme. Neden kanto ismini ve metaforik varlığını seçtiniz film içerisinde?
E. A.: “Kanto” filmin ana eksenlerinden birisi. Kanto entelektüel olarak hikâyeyi çok beslemiyor ama “kanto” Türk kadının ilk görünür olduğu yerlerden biri. 1800'lerin sonlarında, 1900'lü yılların başında, bir sanat performansı. Bizim filmimizdeki gelin karakteri de kayınvalide de kız çocukları da ailede görünmeye çalışıyorlar, hayata katılmaya çalışıyorlar. Tıpkı kantonun kaderi gibi bizim üç kuşaktan oluşan kadın karakterlerimiz de o sosyal kalıplar içerisinde biçilmiş o makus karakteri taşımaya devam ediyorlar. Saliha da çocuğunu tek başına büyütmüş güçlü bir kadın. Filmin ismini taşıması ve Ecem’in okul gösterisinde kanto yapması, babaannesinden dans figürü öğrenmesi; aslında kuşaklar içerisinde kadının hâlâ görünememesini ve bu konudaki mücadelesini temsil ediyor.
Didem İnselel: “Aileye dair her şeyin müsebbibi ya da sorumlusu hep kadın oluyor”
Bu noktada filmde kadın rolünün bütün yükünü taşıyan Sude karakterine hayat veren Didem İnselel’e sorumu yöneltmek istiyorum. Sude karakteriyle buluşma süreciniz nasıl oldu? Karakterin sizde çağrıştırdığı şeyler nelerdi?
Didem İnselel: Karakterimin bana ayrıca filmle ilgili kattığı bir şey olmadı. Çünkü zaten hem kendi etrafımda hem ülkemizde hem dünyada, her yerde bütün evin, ailenin bir olmasının ya da dağılmasının sorumlusu, müsebbibi ya da kahramanı hep kadın oluyor. Onun için çok bildiğim bir hikâyeyi hepimizin sosyal kültürel ekonomik farklılıklar gözetmeksizin farklı dozlarda da olsa yaşadığı bir sorunu aslında canlandırmış oldum. Filmi dördüncü izleyişim olacak ve sanıyorum bugün de farklı bir yerden bakarak çıkacağım buradan. Çünkü her seyrettiğimde hangi karakterin penceresinden bakarsam onu haklı buluyorum. Mesela bugün ne olacak bilmiyorum. Kaç kere izlersem kaç tane haklı çıkarabilirim bilmiyorum ama herkesin kendine göre haklı olduğunu düşünüyorum filmde.
Her karakterde olduğu gibi karakterinizin de bir gelişim süreci var. Film sürecinde karakterinizde bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
D. İ.: Filmde Sude’nin duygu durumu kadar fiziksel hâli de değişim gösteriyor. Bunu takip edebilmemde en büyük şans, yönetmenimizin çekim sırasında kronolojik sıraya sadık kalması oldu. O yüzden ben de Sude’yi takip etmekte o kadar zorlanmadım. Tutunduğum duygudan devam edebildim. İki ileri bir geri yapmak zor olabilirdi böyle bir gelişim süreci için.
Peki, bu tür bir aile ve kuşaklar arası ilişki filmi bağlamında sizce sinemada kadın karakterlere yüklenen sorumluluk nasıl değişiyor ya da nasıl değişmeli? Filminiz bu anlamda neler söylüyor?
D. İ.: Bununla ilgili en önemli şeyin kültür farklılıkları olduğuna inanıyorum. Çünkü her kültürde kadının yeri ve toplumun kadından beklentisi aynı ama yine de farklılık gösterebiliyor. Daha ataerkil aile yapısında kadının çalışması hoş görülmezken, daha modern ailelerde kadının ev içi emeği hizmetçilik olarak değerlendirilebiliyor. Filmde de bu kültür farklılığına dikkat çekiliyor, Sude ve eşinin yaşadığı gerilim buradan kaynaklanıyor. Onların evliliğindeki en önemli problem kültür farklı. Bireylerin, ailelerin kültür uyumu, hayata bakış biçimleri çok önemli.