İstanbul Modern’de altı ay boyunca yer alan “Renklerin Yolculuğu” serginizin ardından, bu kez “Analogdan Dijitale” başlıklı yeni seçkinizle 42 Maslak’ta bulunan Artgalerim’de sanatseverlerle buluşuyorsunuz. Bu sergiyi bu mekânda açma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu sergiyi açma fikri benden çıkmadı. Luca Sanat Galeri’nin sahibi ve aynı zamanda sanat yönetmenim olan Ercüment Çilingiroğlu'ndan teklif geldi. Aslında böyle bir sergiye ihtiyacım var mıydı, emin değilim. Zira İstanbul Modern’de altı ay süren bir retrospektif sergim olmuştu; 1952’den günümüze uzanan, 100’den fazla fotoğrafla tarzımın zaman içindeki değişimini yansıtan bir seçkiydi. Ercüment Bey, yaz aylarında yolu buraya düşenleri mutlu edecek bir sergi olacağını söyledi ve bu fikrin peşinden gittik. Artgalerim’de 1952'den bugüne çektiğim İstanbul fotoğraflarından hazırlanan bir seçki yer alıyor. Fotoğraflar, İstanbul'un farklı yüzlerini yansıtıyor ve kentin görsel olarak keskin değişimini gün yüzüne çıkarıyor.
Son yıllarda eserlerinizin sergilerde büyük bir ilgiyle karşılandığını görüyoruz. Bu artan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz ve sizin için ne ifade ediyor?
Dediğiniz gibi fotoğraflarım koleksiyonerler ve oteller tarafından ilgiyle karşılanıyor, satışlar devam ediyor. Özellikle 50-60 yıl öncesine ait kareler, günümüzün net ve teknik olarak daha gelişmiş fotoğraflarından daha fazla rağbet görüyor. Çünkü o dönemden kalan görüntüler, zamanla artık yakalanması mümkün olmayan anları yansıtıyor. Siyah-beyaz fotoğrafın etkisi ise tartışılmaz. Hatta bazı büyük holdingler, 6-7 ayda bir gelip siyah-beyaz fotoğraflarımı alıyorlar. Eski İstanbul görüntülerime olan ilgi ise gerçekten çok büyük.
1950 ila 1960 yılları arasında çektiğiniz fotoğraf sayısını yeterli buluyor musunuz? “Keşke daha fazla kare yakalasaydım” diye düşündüğünüz oluyor mu?
Olmaz mı? Her ne kadar arşivimde şu an 1,5 milyona yakın fotoğraf bulunuyor olsa da kendimi suçlu hissediyorum. Bilhassa İstanbul’un bu kadar hızlı değişeceğini öngörememiştim. O yıllarda Karaköy’e ve Haliç civarına giderdim; sandallar, vapurlar, dumanlar, camiler... Bu anları yakaladığımda, o zamanlar pek de önemsemezlerdi. Aradan 50 yıl geçti ve İstanbul bambaşka bir hâl aldı. O dönemden kalan fotoğraflar şimdi büyük bir değer taşıyor. 1950’lerin başında toplamda ancak 250 kare çekmişimdir ki bu gerçekten çok az bir sayı. Ancak yine de 1-2 sergi çıkarabilirim o fotoğraflardan. Bugün ise sadece bir sabah Beyoğlu’nda dolaşsam rahatlıkla o günkü kadar, yani 250 fotoğraf çekebiliyorum.
İstanbul’un son 50 yılda geçirdiği hızlı değişim ve büyüme sürecini fotoğrafçı gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz? Şehrin korunması ve gelişimi konusunda neler düşünüyorsunuz?
Eski İstanbul’u fotoğraflamak demek, aslında bir belge bırakmak demektir. Bu yüzden bilinçli çekim yapmak çok önemli. Genellikle Karaköy ve Haliç’i fotoğrafladım ama keşke daha farklı semtlere de gidebilseydim diye düşünüyorum. 1950’lerden 1980’lere gelindiğinde İstanbul büyük ölçüde değişmişti. Pek çok tarihî eser restore edilmişti… Camiler, surlar, Topkapı Sarayı gibi yapılar hâlâ duruyor olsa da şehir o kadar büyüdü ki güzelliklerini yakalamak zorlaştı. Tarihî bir eseri çektiğimizde yanındaki çirkin binalar dikkat çekiyor; nüfus artışı bunun doğal sonucu. İtalya’da Rönesans döneminden kalma yapılar hâlâ korunuyor. Keşke biz de İstanbul’u daha iyi muhafaza edebilseydik. 1950’lerden sonra İstanbul’a büyük bir göç yaşandı, betonlaşma arttı ve maalesef şehir tam anlamıyla korunamadı. Tüm bu zorluklara rağmen İstanbul’un güzelliği bozulmadı ve hâlâ dünyanın en güzel şehirlerinden biri. İstanbul’un iyi yönlerini görmek gerekiyor.
70 yılı aşkın fotoğrafçılık yolculuğunuzun başlangıcını da konuşmadan olmaz. Fotoğraf dünyasına adım atmanızı sağlayan etkenler nelerdi? Bu ilk yıllar size hangi deneyimleri ve bakış açılarını kazandırdı?
Fotoğrafçılığa lise yıllarında ağabeyim Leon Keribar’ın desteğiyle başladım. Kendisi benden 9 yaş büyüktü ve benim için âdeta ikinci bir baba gibiydi. O, büyük bir sanatçıydı ve beni fotoğrafla tanıştıran kişi oldu. Annemin beni klasik müziğe alıştırması gibi, ağabeyim de beni fotoğrafın büyülü dünyasına çekti. 1952’de siyah-beyaz fotoğrafçılıkla başladım, 1953’te başladığım dia dönemi uzun yıllar sürdü. 1985’lerden sonra orta format makinelerle de çalışmaya başladım ve 2003’te dijital fotoğrafçılığa geçiş yaparak teknolojiyi yakından takip ettim. Tüm bu süreç, benim için hem sabır hem de sürekli öğrenme ile dolu bir yolculuktu.
“Güney Kore dönüşü hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu”
1957 yılında askerlik görevini yapmak üzere Güney Kore’ye gittiniz ve bu süreçte fotoğrafçılığa ara verdiniz. 1980 yılına kadar geçen bu dönemi bizimle paylaşır mısınız? O yıllar sizin için nasıl geçti?
Bir noktada fotoğrafçılığa bir süre ara vermek durumunda kaldım. 1957 yılında askerlik görevim için Güney Kore’ye gittim. Orada, Türk Tugayı’nda birçok fotoğraf çekerek kişisel teknik stilimi geliştirme fırsatı buldum. Dış dünyayı tanıma ve farklı ülkeleri görme hevesim vardı; İstanbul’dan sonra gördüğüm ilk yer Kore oldu. Bu deneyim, fotoğrafçılığın gücünü derinden anlamamı sağladı. Özellikle savaş sonrası Seul şehrini fotoğrafladım ve elimde o döneme ait yaklaşık 500 karelik bir koleksiyon var. Bu koleksiyonu önümüzdeki yıllarda Kore’de sergilemeyi çok isterim. Kore’de Türkler ve de Türkiye büyük sevgiyle karşılanıyor ve ben de bu kardeşliği daha da ileriye taşıyabileceğimize inanıyorum. Güney Kore dönüşü ise hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu; eşimle tanıştım ve evlendim.
Evlendikten sonra hayatınızda neler değişti?
Ailem ve sorumluluklarım arttıkça, babamın yanında çalışmaya başladım. Fotoğraf çekmeye devam ettim ancak daha çok küçük çaplı, pikniklerde ve İstanbul içi gezmelerdeydi. Bu dönemde antika koleksiyonculuğuna da yöneldim; özellikle porselen koleksiyonuna yoğunlaştım. Aynı zamanda klasik müzikte de derin bir ilgim vardı. 1970 yılında pul koleksiyoncusu oldum ve özellikle İsviçre pulları konusunda uzmanlaştım. 1850-1862 yılları arasında İsviçre kantonlarının özel damgalarını etüt ettim. Türkiye’de bu konuda çok az kişi bilgi sahibidir. Koleksiyonumu kataloglardan derleyip uluslararası yarışmalara gönderdim ve çeşitli bronz ve gümüş madalyalar kazandım. Ancak altın madalya ödüllerine ulaşamadım, çünkü koleksiyonumdaki bazı nadir ve çok pahalı pullara sahip olamadım; Basel Güvercini, Zürih Dörtlüsü ve Cenevre İkilisi gibi. 1977 yılında koleksiyonumu İsviçre’de yaklaşık 100 bin dolara sattım ve bu gelirle şu an oturduğumuz evin büyük bir kısmını finanse ettim. Ayrıca 18. yüzyıla ait Viyana porselen koleksiyonum var; bunlar müzelik parçalar olarak kabul edilir.
“Önemli olan, insan-mekân ilişkisini doğru kurabilmektir”
1980’li yıllarda İFSAK’a katılarak fotoğrafçılığa yeniden dönüş yapıyorsunuz. Bu ikinci dönemde üretim anlayışınızda nasıl bir değişim oldu? İnsan-mekân ilişkisini merkeze alan yaklaşımınız nasıl gelişti?
1980’li yıllarda İFSAK’a üye olarak fotoğrafçılığa yeniden döndüm. Yeni dostluklar, yeni geziler, bol fotoğraf, yeni yarışmalar ve birkaç yıl sonra gelen büyük ödüller… Gerçek fotoğrafçılığı o yıllardan sonra öğrendiğim diyebilirim. Bu defa İstanbul’un her yanını bol bol fotoğrafladım. Yine de 40-50 yıl geçti o dönemden. Ancak şuna inanıyorum: 2025’te çektiğim kareler, zamanla büyük bir değere kavuşacaktır. Çünkü zaman, fotoğrafın değerini artırıyor. Fotoğraflarımda Türkiye’nin dört bir yanından tarihî eserleri, türbeleri, sarayları, konakları, köşkleri, sokakları bulabilirsiniz. Ancak sadece yapıları değil, o mekânların içindeki hayatı da yakalamaya çalıştım. Arka plandaki insanları mekânla birlikte kadraja almak her fotoğrafçının kolayca yapabileceği bir şey değildir; bu, zamanla ve belli bir birikimle kazanılır. Benim için önemli olan, insan-mekân ilişkisini doğru kurabilmek ve bunu kareye en doğal haliyle yansıtmaktır. İşte o zaman fotoğraf, bir belgeden çok daha fazlasına dönüşüyor.
Az önce 2003 yılında dijital fotoğrafçılığa geçiş yaparak teknolojiyi yakından takip ettiğinizi söylediniz. Peki, analogdan dijitale geçiş süreci sizin için nasıl bir deneyim oldu? Bu dönüşümü benimsemek kolay mıydı, yoksa karşılaştığınız belirli zorluklar oldu mu?
1952 yılında siyah-beyaz fotoğrafçılıkla başladım, ertesi yıl ise dia (slayt) fotoğraflar çekmeye yöneldim. Dia dönemi benim için oldukça uzun sürdü. 1985’ten sonra, fotoğrafçılıkta belli bir seviyeye ulaştığımı hissettiğimde orta format kameralara geçiş yaptım. Sorunuza gelecek olursam; dijital fotoğrafla ilk temasım 2003 yılında oldu. Bir gün Viyana’dan bir telefon aldım. Üç günlük bir çekim için 4 bin dolarlık bir teklif sundular. Ancak bir şartları vardı: dijital çekim istiyorlardı. O sırada elimde dijital bir makine yoktu. Hemen Sirkeci’ye gidip bir dijital fotoğraf makinesi satın aldım. Cihazı kısa sürede ezberledim ve döndüğümde “Bu da gayet iyiymiş” dedim. 2-3 gün içinde dijitale alıştım. O günden sonra sırasıyla D100, D200, D300, D700 D750 ve son olarak D850 gibi makineleri kullandım. Aynasız ancak daha ufak olan kameralara da geçiş yaptım ve zamanla analog makineleri bıraktım. Böylece analogdan dijitale geçiş süreci benim için hızlı ve verimli bir deneyim oldu.
“Fotoğrafı çekerken önemli olan cihaz değil, bakış açısıdır”
Zaman içinde ekipmanlar ve teknolojiler değişti. Bugün geldiğiniz noktada, bu dönüşümle birlikte fotoğraf çekim alışkanlıklarınızda nasıl değişiklikler oldu? Gündelik çekimlerde nasıl bir yöntem izliyorsunuz?
Şimdi geriye dönüp baktığımda, yıllar boyunca o kadar ağır makineleri nasıl kaybetmeden, yorulmadan taşıdığımı hayretle düşünüyorum. Artık yaşım ilerledi; bu nedenle profesyonel işlerde genellikle bir asistanla birlikte çalışıyorum. Örneğin, son olarak Kültür Bakanlığı için Sivas Divriği’ye gittik. Eğer tek başıma gidiyorsam, daha hafif ve taşınabilir olduğu için aynasız makineleri tercih ediyorum. Şunu da itiraf etmeliyim: Günümüzde telefonlar da çok iyi fotoğraflar çekebiliyor. Ben de zaman zaman iPhone 14 Pro ile çekim yapıyorum. Ama nihayetinde önemli olan cihaz değil, bakış açısıdır. Fotoğrafı asıl anlamlı kılan, onu çeken gözün neyi nasıl gördüğüdür.
Teknolojinin fotoğrafçılık pratiğinize etkisini konuştuk; şimdi, günümüzde yapay zekâ destekli fotoğrafçılık uygulamalarının çekim sonrası düzenlemelerde sunduğu olanaklar ve beraberinde getirdiği tartışmalar gündemde. Siz bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Fotoğrafın özgünlüğü ve sanatındaki yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Dünya bu konuda ikiye bölünmüş durumda; yapay zekâ olmalı mı, olmamalı mı tartışmaları sürüyor. 2003 yılında dijital fotoğrafçılığa geçiş yaptım, Photoshop’u öğrendim ve sonrasında dersler vermeye başladım. Teknolojiye ayak uyduramazsanız geride kalırsınız. Geçmişte dijital fotoğrafçılığa karşı çıkanlar vardı, “Bu da mı fotoğraf?” diye soruluyordu. Yapay zekâ, ChatGPT, Grok gibi araçları henüz aktif kullanmıyorum ama zaman zaman gerekebiliyor; örneğin fotoğraflardaki rahatsız edici telleri kaldırmak için kullanıyorum.
Yapay zekâyı bilmezsem geride kalırım. Benim ihtiyaçlarım farklı; hayatım boyunca fotoğraflarımın %100’ünü analog makinelerle çektim ve eserlerim organik (gülüyor). Yapay zekânın ne olduğunu bilmek, neyin nasıl çalıştığını anlamak da önemli. Getty Images ile çalışıyorum; şu anda yapay zekâyla üretilen fotoğrafları kabul etmiyorlar ama 10 yıl içinde bu konuda esneyeceklerdir. Ancak Türkiye’de, özellikle tanınmış kişilerin bazı ilanlarda yapay zekâyla “konuşturulması” konusunda hassasım; bu dolandırıcılık ve iftira riski taşıyor. Yapay zekâyla üretilmiş videoların kötü amaçlarla kullanılabilmesi büyük bir sorun ve bunun nasıl aşılacağı çok önemli.
“Fotoğrafçılık mesleğinde sürdürülebilirlik ve tutku önemli”
70 yılı aşkın deneyiminizden yola çıkarak, fotoğrafçılık alanında kariyer yapmak isteyen gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Onlara yol gösterici olabilecek en önemli prensipler veya yaklaşım biçimleri nelerdir?
Mesleğimi severek devam ettim ve hep ilerleme arzusuyla çalıştım. İnsanlarla iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdim, üniversitelerdeki söyleşilere katıldım. Bugüne kadar 84 ülkeyi gezdim; her birinde fotoğraf çekmenin farklı yönlerini deneyimledim ve hep fotoğrafçı gözüyle baktım. Fotoğraf eğitimi alan kimi öğrenciler, fotoğrafçılık hayatımı örnek alarak tezler hazırlıyorlar. Fotoğraflarımı herkesle paylaşmaktan çekinmedim, yapıcı öğütler vererek bu noktaya geldim. Markalaşmak ise sektörde var olmanın en önemli unsurlarından biri. Birçok moda fotoğrafçısı tanıyorum; çoğu 1-2 yıl iş yapıyor ama sonrasında sesleri duyulmuyor, makinelerini satmak zorunda kalıyorlar. Bu yüzden sürdürülebilirlik ve tutku çok önemli.
Fotoğrafçılık alanında kariyer yapmayı düşünen gençlere yönelik bir diğer önemli konu da bu mesleğin ekonomik boyutu. Sizce gençlerin bu alanda para kazanma konusunda karşılaşabilecekleri başlıca zorluklar ve riskler nelerdir? Bu konuda onlara nasıl bir yol haritası çizebilirsiniz?
Bu durum her zaman yaşanıyor; ben de aynı yollardan geçtim. Benim gençliğimde fotoğrafçılık meslek olarak pek kabul görmüyordu. Dijital fotoğrafçılığın yaygınlaşmasıyla birlikte herkes fotoğrafçı oldu. Ancak az önce bahsettiğim kriterler olmadan gerçek anlamda fotoğrafçı olunamıyor. Kendinizi sürekli geliştirmeli, sabırlı olmalısınız. “Marka” olmak bir günde gerçekleşmiyor. Fotoğrafçılıkta 75. yılımı kutluyorum ve ancak 60. yıldan sonra mesleğimde adım duyulmaya başladı.
Fotoğrafçılığın sabır ve uzun süreç gerektirdiğini ifade ettiniz. Bu bağlamda, size ilham veren veya örnek aldığınız bir fotoğrafçı oldu mu? Onun çalışma biçiminden ne gibi dersler çıkardınız?
Sebastião Salgado benim idolümdü. O, 15-20 günlüğüne bir yere gidip “Fotoğraf çektim” deyip dönmezdi; gittiği yerde bir yıl boyunca kalırdı. Fotoğrafçılık gerçekten sabır ve uzun bir süreç ister. Ayrıca para ve bilinç de işin içinde olmalı. Salgado’nun Güney Sudan’da çektiği kareler çok etkileyicidir, Brezilya’daki altın madenlerinde yaptığı çalışmalar ise onu dünya çapında tanınan bir fotoğrafçı hâline gelmesinde önemli rol oynamıştır. İşte bu derinlik ve özveri, onun başarısının anahtarıdır.
Fotoğrafçılığın hem yoğun fiziksel hem de zihinsel emek gerektiren bir meslek olduğunu biliyoruz. Tüm bu zorluklara rağmen uzun yıllar aktif kalan biri olarak, sizce fotoğrafçılıkta “emeklilik” kavramı mümkün müdür?
Fotoğrafçılıkta emeklilik diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Öncelikle işi severek yapmak gerekiyor. Teknolojiyi yakından takip etmek, kendini sürekli yenilemek şart. Fiziksel olarak da dayanıklı olmak önemli; bir fotoğrafçının yürüyebilme kapasitesini kaybetmemesi lazım. Örneğin, gelecek yıl Prag’a gitmeyi planlıyorum ve şimdiden hazırlıklarını yapıyorum. Artık asistanımla gidiyorum, öğle yemeği sonrası mutlaka iki saat dinleniyorum, merdivenleri hızlı çıkmamaya dikkat ediyorum. Geçtiğimiz yıllarda stent taktırdım, bu bana güven verdi. Fotoğrafa olan sevgim beni zinde tutuyor; fotoğraf çekerken yorgunluk hissetmiyorum. Özetle, gerçek bir fotoğrafçı için emeklilik düşüncesi bile yoktur.