}
02 Ekim 2025

Hakan Ali Toker: “İçimden gelen müziği yapıyorum”

Klasik Batı müziğinden Türk müziğine ve caza uzanan geniş bir yelpazede eserler üreten piyanist ve bestekâr Hakan Ali Toker ile sanata bakışını, ilham kaynaklarını ve müzik yolculuğunun dönüm noktalarını konuştuk.

Müzikal kimliğinizde klasik Batı müziği, caz ve Türk müziği gibi üç ana damar birleşiyor. Kişisel müzik serüveniniz bu üç farklı türle nasıl kesişti?

Bu üç müzik türünün hayatıma girmesindeki etken, babamın plaklarıdır. Babamın evde küçük bir plak koleksiyonu vardı ve içlerinde her üç müzik türünden örnekler vardı. Ben bu koleksiyonu ilkokul çağındayken keşfettim. Babam bu plakları gençliğinde dinlemişti ama uzun zamandır çıkarmıyordu ortaya. Rica ettim; izin verdi, pikabı nasıl kullanacağımı gösterdi ve dinlemeye başladım. O sırada ben müzik hayatına zaten girmiştim: org çalıyordum.

Müziğe küçük bir org çalarak başladım. Zamanla ilgim arttıkça müzik okumaya karar verdim. Kısa bir süre özel ders aldıktan sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda okumaya başladım, ertesi yıl Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nin orta ve lise kademesini kapsayan Müzik Hazırlık Okulu’na geçiş yaptım.

Ben okula girmeden önce üç müzik türüne karşı ilgim oluşmuştu. Aile ortamında daha ziyade Türk sanat müziği sevilirdi, dinlenirdi. Klasik müzikle ise sanıyorum televizyondan tanıştım. O zamanlar -yani 80'li yılların sonları- TRT’de Hikmet Şimşek'in hazırlayıp sunduğu “Pazar Konserleri” vardı. Arkadaşlarım arasında dalga konusuydu bu program. Sıkıcı bir şeye örnek vermek gerekirse “Aman! Pazar Konseri gibi, ne bu ya? Kapat!” denirdi. Bense biraz çıkıntı bir karakter olduğum için Pazar Konserleri’ni tek başıma oturup izlerdim evde. Kimseye gösteriş yaptığım yoktu! Sadece, millet bunu neden sıkıcı buluyor, içinde ne var, anlamak isterdim. Bazı bölümleri gerçekten sıkardı beni, çünkü yaşım için fazla ağır eserler vardı. Ancak bazı programları beni coştururdu! Örneğin yeni yıl konserlerinde Viyana Filarmoni'nin çaldığı valsler, polkalar. Bir yandan bu programları izleyerek, bir yandan babamın plaklarını dinleyerek yavaş yavaş klasik müzik mikrobunu kaptım. Sonra bu işin eğitimini almaya karar verdim.

O dönemlerde Türkiye'de bir Doğu-Batı müzik ayrımcılığı vardı; farklı müzik türlerinin hem dinleyicileri hem müzisyenleri ve akademisyenleri birbirini dışlar, hor gördü. Bu; yıllarca ülkemizde devam etmiş, bir noktada zirve yapmış, sonra yavaş yavaş sönme sürecine girmiş bir ayrımcılık meselesi. Hâlen devam ediyor ama çok zayıflamış durumda.

Benim ailemde böyle bir ayrımcılık yoktu. Babamın plaklarıyla tanıştıktan sonra ben cazı da Türk sanat müziğini de klasik Batı müziğini de severek dinlemeye başladım. Okulum klasik müzik üzerineydi. Geleneksel Türk müziğine karşı okuldaki ve çeşitli müziksever ortamlardaki ayrımcılık beni şaşırttı ama buna direndim. O zamanlar bir konservatuarda alaturka müzik çalmak, caz çalmak yasaktı. Hatta benden önceki kuşaklar böyle bir şey yaparken yakalanırsa okuldan uzaklaştırılıyordu. Ben yakalandım, azar işittim. Sonuç olarak okulun görüşü, tutumu ne olursa olsun bu benim kişisel zevkimdi. Okul dışında bu müzik türleriyle ilgilenmeyi sürdürdüm.

Arkadaşım -kulakları çınlasın- Can Delikçi, Bilkent Üniversitesi’ne girmeden önce Emin Sefa Sağbaş’tan alaturka lavta dersleri almıştı. Türk sanat müziğinin, erken yaşta kaybettiğimiz bir üstadıydı Emin Sefa Sağbaş. Can, Emin ağabeyin evine zaman zaman ziyaretlerde bulunuyordu. Ben de merak ediyorum. “Beni de götür” dedim. Bir gün beraber gittik, tanıştık. Emin ağabey çok matrak bir adamdı. Evinde piyanosu da vardı, her çeşit müzik aleti vardı. Alaturka müziğin ustasıydı ama ırkçısı değildi; her tür müziğe açık biriydi. Bana alaturka müziği yavaş yavaş öğretmeye başladı. İlk saz semaisi, peşrev vb. notalarımı ondan aldım. Ben de bu tarzda besteler yapmaya başladım.

Sonra tabii caz… Piyano çalmaya başladığımdan beri kulaktan bazı caz parçaları çalıyordum ama bir cazcı gibi değil. Bilkent yıllarımın sonlarında okulumda bir caz bölümü açıldı. O bölümün başkanı Janusz Szprot’tan ilk caz bilgilerimi aldım. Lisans öğrenimimin ortasında Bilkent’i yarım bırakıp Amerika'ya gidip Indiana Üniversitesi'nde David Baker ve Luke Gillespie gibi hocalardan caz dersleri aldıktan sonra bu konudaki bilgim biraz daha pekişti. Caz alanında en çok sahnede piştim, diyebilirim. Amerika’dayken grup arkadaşlarımla piyasada hem geleneksel Orta Doğu ve Orta Asya müzikleri hem de caz çalardım. Türkiye'ye döndükten sonra Türkiye'deki caz müzisyenleriyle de çalışmaya başladım -tabii, klasik müzik ve alaturka alanındaki faaliyetlerimin yanı sıra.

Sonuç olarak, benim yolum, farklı müzik türlerini yaşam boyu öğrenmek, irdelemek ve bunlarla aşk yaşamak üzerine. Bu bitmeyecek bir süreç. Öğrenmenin sonu yok. Sizinle buluşmamızdan hemen önce Erol Sayan'ın kitabını karıştırıyordum. Orada 100-200 yıl önce yaşamış ustaların az bilinen makamlardaki eserlerini inceliyordum. Bu eserlere nasıl bir armonizasyon, çok seslendirme yapılabilir? Bu konulara kafa yormak çok keyifli.

“Her müziğin bir ses alfabesi vardır”
Piyano, doğası gereği tampere (eşit aralıklı ses sistemine sahip) bir enstrüman. Türk müziğinin komalı seslerini ve makam yapısını piyanoya uyarlamak hem teorik hem de pratik olarak büyük bir meydan okuma. Peki, bu konuda kendi tekniğinizi ve yaklaşımınızı nasıl geliştirdiniz?

Konuya vakıf olmayanlar için kısa bir açıklama yapayım. Nasıl ki her dilin bir alfabesi varsa, her müziğin de bir ses alfabesi vardır. A, B, C, Ç, D, E, F, G gibi; do, re, mi, fa, sol, la, Si; veya rast, dügâh, segâh, çargâh vs. müziğin ses alfabesini oluştururlar var. Alfabeler arasında ortak sesler olduğu gibi ortak olmayan sesler de vardır. İngilizce ve Türkçeyi karşılaştıralım: aynı alfabeyi kullanıyoruz; A, B, C'miz ortak ama Ç, Ğ harfi bizde var, onlarda yok; X harfi onlarda var, bizde yok. Türk ve Batı müzik alfabelerinde de aynı şekilde ortak sesler olduğu gibi, ortak olmayan sesler var. Bizde olup da Batı’da olmayan seslere “komalı sesler” diyoruz. Ve evet, belirttiğiniz gibi piyanoda bu sesler yok. Dolayısıyla standart bir piyanoda Türk müziğinin sadece belli makamlardan belli eserleri çalınabiliyor: buzdağının tepesi kadar küçük bir kısmı. Aslında o buzdağı o kadar büyük ki o küçük kısımla bir kariyer inşa etmek mümkün. Feyzi Aslangil bütün kariyerini piyano ile alaturka çalarak inşa etti.

Peki, piyanoya komalı sesleri nasıl kazandırabiliriz? Piyanoda saba, karcığar, hüzzam gibi makamları nasıl çalabiliriz? Bunun için benim yöntemim, piyanonun akordunu değiştirmek. Akordörü çağırıyorum. Belli tuşların, belli notaların akordunu değiştirtiyorum. Böylelikle si notası si olmaktan çıkıyor, bir segâh perdesi oluyor. Bu meşakkatli ve masraflı bir yöntem. Piyano akordu sanatçının kendi yapabildiği bir şey değil. Apayrı bir uzmanlık alanı. Bunu daha pratik nasıl yapabiliriz? Bunun araştırması devam ediyor. Tarih boyu bulunmuş çözümler var. Piyanoya ekstradan tuşlar eklemek, fazladan tuşlu klavyeler yaratmak bunlar arasında. Rönesans döneminde Avrupalılar bile yapmış bunu ve bugün de hâlen çeşitli icatlar var. Örneğin İngiltere'de Geoff Smith'in icat ettiği “fluid piano” diye bir enstrüman var. Bu enstrümanda klavye standart ama akordu sanatçının kendisinin değiştirebileceği bir düzenek yapılmış.

İsrailli piyanist, besteci ve ressam dostum Ronen Shapira da çok pratik bir düzenek icat etti. Herhangi bir piyanonun içine, tellerin arasına yerleştirilebilir küçük plastik ünitelerden oluşuyor.  Bir si bemol notasının tellerinin arasına Shapira'nın ünitesini sıkıştırdık mı onu bir segâh perdesine dönüştürebiliyoruz. Henüz mükemmel bir sonuç elde edilmiş değil. Her piyanoda ve her oktavında işe yaramıyor. Koma ayarını çok hassas yapamıyoruz. Ancak Ronen’in ve diğer mucitlerin bu konudaki araştırmaları, denemeleri devam ediyor.

Günün birinde kanun gibi bir piyanoya sahip olmayı hayal ediyorum. Henüz ideal bir çözüm ortada yokken eldeki seçeneklerle idare ediyorum. 2022 yılında Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda bir konser verdim. “Türk Rapsodisi” adında bir eser yazdım. Bu eserde dört piyano kullandım. Dördünü birbirine dönük olarak yerleştirdim ve dördünü de kendim çaldım. Biri nihavend, hicazkâr, nikriz gibi makamları çalmak için; diğeri hüseyni, uşşak, karcığar, saba; bir diğeri hicaz ve türevleri, biri de rast, segâh ve hüzzam makamlarını çalabilecek şekilde akortlandı.

“Her çeşit duygunun farklı bir malzemeyle anlatılabileceğine inanıyorum”
Farklı müzik sistemleri içerisinde yeni bir ortak alan inşa etmek hakikaten büyük bir emek. Peki bir besteci ve aranjör olarak da müziği oluştururken nasıl bir yaratım sürecinden geçiyorsunuz? Örneğin bir Türk müziği eserini caz armonisiyle düzenlerken veya klasik bir temaya makamsal bir doğaçlamayla yaklaşırken zihninizdeki öncelikler neler oluyor?

En büyük önceliğim kalbim. İçimden gelen müziği yapıyorum. İçimden nasıl geliyorsa öyle yapıyorum. Ama kalbimin bir denetleyicisi var: Aklım. Tamamen keyfi bir müzik yapmak teknik olarak zayıf ve dengesiz sonuçlara yol açabilir. İçimdeki hissiyatı şekillendirmek üzere aklımı kullanıyorum. Bu nedenle de yazdığım şeyler stilistik bakımdan her zaman aynı çizgide olmayabiliyor. Çoğu bestecinin belli bir tarzı vardır. Benim birden fazla var. “Hakan Ali Toker'in caz, klasik Batı müziği ve Türk müziği karışımı, sentez bir tarzı var” diyemeyiz. Çünkü Hakan Ali Toker'in tamamen katıksız alaturka besteleri, katıksız caz besteleri, katıksız klasik Batı müziği besteleri de var, klasikle cazı sentezlediği besteleri de var, cazla alaturkayı sentezlediği besteleri de var, üçünü karıştırdığı besteleri de var. İşin içerisine bazen pentatonik, Uzak Doğu esintileri girebiliyor; bazen Hint esintileri girebiliyor. Nereden, nasıl etkilenmişsem ve nasıl bir hissi ortaya çıkarmak istiyorsam o şekilde şekilleniyor eserlerim.

Bazı besteciler daha ideolojik yaklaşıyorlar. Belli bir müzik dilini tespit etmiş olmak ve ona odaklanmak onlar için önemli olabiliyor. Benim yöneticim kalbim olduğu için ideoloji odaklı yaklaşmıyorum. Ben her çeşit duygunun farklı bir malzemeyle anlatılabileceğine inanıyorum. Atonal müzik mesela. Atonal müzik tamamen kulak tırmalayan aralıklar üzerine kurulu. Dolayısıyla çok küçük bir kitleye hitap ediyor. Pek çok insanı rahatsız eden bir müzik bu. Öte yandan bu müziğin de bir işlevi, bir duygusu var. Örneğin, olumsuz durumları, kaosu, yıkımı anlatabiliyor. Ben birinci piyano konçertomda makam kullandım, caz kullandım, Çigan kullandım, Hint kullandım, atonal müzik de kullandım: onunla savaşı anlattım.

Her nota bir hikâyeye ortak oluyor, tanıklık ediyor anladığım kadarıyla. Türler arası geçişlerde de bu ortak hikâyeye odaklanmalıyız, öyle değil mi?

Müzikte kategorizasyon kaçamayacağımız bir şey, olmak zorunda. Bu, kötü bir şey değil. Kötü olan ayrımcılık. Türler arasında geçişkenlik aslında hep varmış. Ben bunu daha geç yıllarda fark ettim. İlk zamanlar herkes gibi bana da caz, klasik Batı müziği, Türk müziği farklı dünyalar gibi geliyordu. Bunların farklı gezegenlerden inmişçesine algılandığı ortamlar var. Fakat müzik tarihini tanıdıkça, müziği daha derinlemesine inceledikçe hepsinin aynı kökenden geldiğini görüyorsunuz. Bu, genlerimiz gibi... Yeryüzündeki tüm insanlar kardeş, tüm canlılar kardeş. Bütün genler bir kökten çıkmış, zaman içerisinde evrimleşerek çeşitlenmiş. Kültürlerimiz de müziklerimiz de aynı şekilde ortak noktadan başlayıp zaman içinde farklılaşmış. Bundan 1500 yıl önceye gittiğimiz zaman Avrupa'nın Orta Çağ dönemindeki halk dansları, şarkıları bizim birtakım halk şarkılarımıza, danslarımıza benziyor; çalgıları da ezgileri de benziyor. Zaman içinde Avrupa çok sesliliği önemsemiş, o yönde gelişmiş. Bizimkiler ise tampere sistemin ötesine geçirmiş müziği, komalı farklı bir müzik alfabesi geliştirilmiş.

Ben sentezleme yaparken, farklı türleri bir araya getiren bir eser yaratırken hep bu farklı türlerin geçmişine dönüyorum. Zaten var olan ortak noktaları kurcalıyorum ve onları öne çıkarıyorum.

Bu ortak alfabe içinde sanırım önemli bir dil, doğaçlama. Sanatınızın merkezinde yer alan doğaçlama her müzik türünde farklı kurallara ve anlamlara sahip. Klasik müzikteki kadanslardan cazdaki solo anlayışına ve Türk müziğindeki taksime kadar bu farklı doğaçlama disiplinlerini kendi icranızda nasıl birleştiriyorsunuz? Sizin için doğaçlama anı önceden planlanmış bir yapı üzerine kurulu bir keşif mi oluyor? Yoksa tamamen o anın getirdiği içgüdüsel bir akış mı bunu belirliyor?

İkisinin karışımı. Her doğaçlama ustası doğaçlamaya başladığı anda elinin altında bir alet çantası vardır. O çantadan birtakım kalıplar çıkarır, onları birleştirerek doğaçlar. Ben de böyle yapıyorum. Benim farklı stillerde (alaturka, alafranga) alet çantalarım var. Dolayısıyla renkli kombinasyonlar ortaya çıkabiliyor. Dilersem kendimi bir çantayla sınırlayabiliyorum, veya dilersem bunları çeşitli oranlarda karıştırabiliyorum: hangi amaca yönelik nasıl bir doğaçlama yapacağıma göre değişiyor. Bunun ne kadarının önceden planlandığının, ne kadarının o anda çıktığının bir oranı var. Örneğin klasik müzikte, konçertodaki kadanslar, bestecinin yazmış olduğu ezgilerin, yani konçertoda geçen temalarının üzerine yapılır. Bu, doğaçlamayı sınırlayan, önceden belirlenmiş bir kriterdir. Cazdaki sololar, bestecinin yazdığı akorların üzerine yapılır. Bu da önceden belirlenmiş bir kriterdir. Türk müziğinde ise makam üzerine yapılır. Bu kriterleri ben de devreye sokuyorum ama gerektiği yerde esneterek birbirine karıştırıyorum.

“Yaratmak için tek yapabileceğimiz şey sentez”
Özellikle sizin gibi farklı türler arasında seyahat etmek isteyen müzisyenlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Müziğin evrensel dilini farklı kültürel lehçelerle konuşmak isteyen genç piyanistlere veya bestecilere bu yolculuğa başlarken atması gereken ilk adım olarak neyi önerirsiniz?

Her şeyden önce müzik bir dil. Müziğin dil gibi bir yapısı var. Ve dil konuşarak öğrenilir. Ana dilimizi nasıl öğreniyoruz? İlk önce enstrümanı keşfediyoruz: Vücudumuzu, ses tellerimizi. Bir bebek, önce “agugu” gibi rastgele sesler çıkarır. Uzun süre dinler. Bir süre sonra duyduklarını taklit eder. Sonra taklit ettiklerinden kendi sentezlerini yaratır. Minik minik önce kendi kelimelerini söyler, sonra kendi cümleciklerini kurmaya başlar. Müzik öğrenmenin de bana göre en sağlıklı yolu bu. Her müzisyen, enstrümanıyla bir çocuk gibi zaman geçirmeli, onunla oyun oynamalı; bütün özelliklerini kurcalaya kurcalaya keşfetmeli; müzik dinlemeli ve çalgısını kullanarak duyduklarını taklit etmeli, dil öğrenirken olduğu gibi...

Tek bir dili öğreniyorsak, o dili konuşanları dinlemeliyiz, o dilde başarılı bir şekilde yazıp çizenleri okumalıyız. Birden fazla dili öğreniyorsak hepsi için aynı çabayı ayrı ayrı sarf etmemiz gerekecek. Yani, farklı müzik türleriyle uğraşmak isteyenler bu türlerin kaliteli örneklerini dinlemeli, sonra bunları taklit etmeli. Örneğin Tamburi Cemil Bey'i, Vladimir Horowitz’i, Charlie Parker’i açıp dinlemeli, kaydı kısa aralıklarla durdurup taklit etmeli. Bu çalışmalar çok yapıldıkça bu ustaların malzemesin bizler de içselleştirebiliriz. Bu şekilde bir süre sonra müzisyenin kendi alet çantası ve kendi tarzı oluşmaya başlar.

Bazı müzisyenler "Etki altında kalmayayım diye müzik dinlemiyorum" derler ama bu saçma bir yaklaşım. Etkiden kaçmak mümkün değil. Asıl yapılması gereken, etkilendiğimiz örnekleri çoğaltarak dağarcığımızı zenginleştirmek. Çünkü yaratmak için tek yapabileceğimiz şey sentez. Hiçbir yaratım süreci sıfırdan bir varoluş değildir. Her yeni yaratı, daha önce var olan bir şeylerin sentezidir. Sentezleyebilmek içinse pek çok şeyi taklit edebilmemiz lazım. Tek bir tarzı çalışırsak, onu çok iyi taklit edersek, biz o akımın bir parçası oluruz. Birden fazla müzik dilini ya da müzik stilini iyi taklit edersek, bir süre sonra onları sentezleyerek daha özgün karışımlara varabiliriz.

Genç müzisyenlere tavsiyelerim:

Her tür müziğin kalitelisini arayın, bulun ve dinleyin. Hem kulaktan hem notadan müzik öğrenin. İkisinin farklı avantajları var. Sadece icra etmek üzere çalıştığınız eserlerin notasını okumakla yetinmeyin. Her gün gazete, dergi, sosyal medya postu okur gibi ufak ufak nota okuyun, deşifre edin. İyi bir edebiyatçı nasıl yetişiyor? Çok kitap okuyarak. Aynı şekilde müzisyen de çok müzik dinlemeli ve çok müzik okumalı.

Kulaktan ve notadan öğrendiklerinizi taklit edin. İmkânınız varsa iyi bir müzik okuluna girin, okuyun; o imkân yoksa özel ders alın. Her halükârda okulun ve öğretmenlerinizin verdikleriyle yetinmeyin. Her zaman kendi araştırmanızı yapın, öğretmenlerinizden aldıklarınızın üstüne koyun. Böylelikle kendi bağımsız fikirlerinizi geliştirin.

Her ne yapıyorsanız keyifle yapın. Müzik bir oyun, müzik aletleri ise birer oyuncak. Elbette ki çok ileri seviyelerde oynanabiliyor bu oyun. Büyük bestekârların, büyük ustaların büyük eserler yaratmış olmaları müziğin özünde bir oyun olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bazen müzik eğitmenleri o büyük dâhileri çocukların önüne Tanrılar Konseyi gibi, Panteon gibi dikiyor. Çocuklar bu "büyük"lüğün altında eziliyor, işin eğlencesi kaçıyor. Bu ise beyinlerinin yavaş çalışmasına neden oluyor. Hâlbuki sen bir oyuncusun, genç arkadaşım! Onlar da birer tanrı değil, oyuncuydu -çok oynadıkları için ileri seviyelere ulaşmış oyuncular-! Oyun oynamak zevk almak için yapılır. Bir zorunluluk değildir. İnsan beyni zevk alırken daha hızlı çalışır, daha randımanlı olur.

Öğrenci öğretmenini de ileri düzey bir oyun arkadaşı olarak görmeli. Müzik çalışmak disiplin ister. Ancak bu disiplin, çok sevdiğimiz bir oyunu daha iyi öğrenebilmek için gösterdiğimiz keyifli çaba gibi olmalı; zor beğenen bir otoritenin onayını almak için gösterilen stresli çırpınış gibi değil.

Bazen bana ulaşan gençler oluyor. Kimisinin bulunduğu coğrafi konum itibariyle ya da maddi durumu itibariyle ders alma imkânı yok; ya da belli bir eğitime ulaşıyor ama yeterince kaliteli değil. Hep söylediğim şey; ben okuldaki hocalarımdan ne kadar çok şey öğrendiysem bir o kadarını, belki daha fazlasını Oscar Peterson'dan, Tamburi Cemil Bey'den, Bach’tan, Chopin'den ve diğerlerinden öğrendim. Artık internet var, her çeşit nota ve her çeşit ustanın kayıtları elimizin altında. Bunları değerlendirerek kendi kendini yetiştirebilir bir müzisyen; bu kaynakları çok iyi kullanarak, analiz ederek.

Tabii işin tarihi de önemli. Bir yandan tekniğini öğrenirken, müziğin ve türlerinin tarihini, öyküsünü de okumayı ihmal etmeyiniz, sevgili gençler.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...