“Çalışan Portreler” sergisi, yaklaşık on yıl önce başlattığınız bir seriye yeni bir katman ekliyor. Bu yeni katmanı oluşturmaya sizi iten neydi? Ne değişti, ne devam etti?
Bu serinin ilki yaklaşık on sene önce üç tane portre ile başladı. Yeniden gündeme gelmesi aslında bir tür yeniden sorgulama ve ele alma ihtiyacımdan doğdu. İlk başta çevremde çalışan kadınların ortamlarını ele almıştım. “Eczanede”, “Bakkalda” ve “Kütüphanede” isimli üç çalışma gerçekleştirdim. Ancak aradan geçen süreçte, toplumsal değişimin ve gündelik hayatın getirdiği yeni gözlemlerle, bu seriye devam etme ihtiyacı duydum. Değişen şey, odağımın daha belirgin hâle gelmesi oldu. Bu serinin, şehrin ritmini yakalayan ve aynı zamanda değişmeyen bazı gerçeklikleri vurgulayan bir köprü görevi görmesini hayal ediyorum.
Sergideki portrelerde İstanbul’un gündelik hayatını ayakta tutan fakat çoğu zaman görünmez kalan emekçileri odağa alıyorsunuz. Bu figürlerle nasıl bir ilişki kurdunuz? Onları seçme süreciniz nasıldı?
Bu süreç, bir arayıştan çok aslında günlük hayatımın bir parçası olan kişiler ve mesleklerini gözlemlemek ile ilgili. Bakkal, kumaşçı, mahalle esnafı, dişçi, plakçı… Onlar benimle aynı sokakları, aynı şehri paylaşıyorlar. Pek çoğuyla yaklaşık yirmi yıldır sohbet ediyorum, hikâyelerini dinledim ve bu sohbetler sırasında onların oluşturmuş oldukları dünyaları yakalamaya çalıştım. Bu kişilerin hayatla kurdukları ilişki beni çok etkiledi.
Sergideki her portre bir hikâyeyi, bir emeği görünür kılıyor. Peki siz bu portreleri işlerken kendinizi bu hikâyelerin neresinde konumlandırıyorsunuz? İzleyiciyle bu görünmez emek arasında nasıl bir köprü olmayı hedefliyorsunuz?
Bu sergide modellerim çalışan portreler. Onların dünyalarını izleyici ile buluşturuyorum. Kendimi bu hikâyelerin ortasında, yani üretim sürecinin içinde konumlandırıyorum.
Portreleri işlediğiniz tülbent malzemesi hem kırılganlığı hem direnci çağrıştırıyor. Bu malzeme tercihinizin altında yatan sembolik veya duygusal anlamlar nelerdir?
Tülbent benim için çok katmanlı bir malzeme. Bir yandan gündelik hayata, kadın emeğine ve geleneksel zanaatlara gönderme yapıyor. Diğer yandan, inceliği ve şeffaflığıyla kırılganlığı temsil ediyor. Fakat bu kırılganlığın içinde, yani dikişin, ipliğin ve figürlerin bir araya gelmesiyle direnç ve sağlamlık barındırıyor. Ben de bu malzemeyle, o kırılganlığın içindeki gücü ve esnekliği anlatmaya çalışıyorum.
“Tülbentçi portresi, bu serginin kilit noktalarından biri”
Tülbentleri temin ettiğiniz kumaşçının da portreler arasında yer alması, üretim sürecine doğrudan bir referans sunuyor. Bu bağlamda “emek” sadece temsili değil, üretimin kendisi hâline de geliyor. Bu ilişkiyi biraz daha açabilir misiniz?
Bu benim için çok önemli bir detay. Tülbentçi portresi, bu serginin kilit noktalarından biri. Eserde hem o tülbent malzemesini otuz yıldır satan birinin portresini hem de o malzemeyi paleti için kullanan sanatçının üretimini görüyorsunuz. Kumaşçının emeği olmasaydı, benim bu eserleri bu şekilde üretmem mümkün olmazdı. Bu, sanatın sadece “sanatçı” tarafından değil, kolektif bir emek ve ilişki ağı içinde var olduğunu vurguluyor. Böylece, emek hem temsili bir tema hem de eserin bizzat üretim sürecinin bir parçası hâline geliyor.
Bu sergideki işleriniz, izleyiciyi hem bireysel hikâyelerle hem de kolektif bir toplumsal yapıyla karşı karşıya bırakıyor. Sizce bu portreler arasında gezen bir izleyici ne tür bir yüzleşme yaşıyor?
İzleyici, bu portreler arasında gezerken bir ihtimal kendi gündelik hayatıyla karşılaşabilir. Belki de her gün geçtiği caddenin sahafını, çiçek aldığı tezgâhın arkasındaki kişiyi hatırlayabilir. Bireysel hikâyeler aracılığıyla aslında hepimizin parçası olduğu kolektif bir yapının, birbirine görünmez iplerle bağlı olduğunu fark edebilir. "Çalışan Portreler" serisi, kamusal alanda çalışanların farklı sosyal yapıları ve ilişkilerini belgelemek üzerine ürettiğim işler.
Çalışmalarınızda dikiş, kumaş ve nakış gibi geleneksel zanaat öğelerini çağdaş sanat bağlamında kullanıyorsunuz. Bu malzeme ve tekniklerle çalışmak sizin için ne ifade ediyor?
Dikiş makinesi ile çalışmak benim için kalemle çalışmaya benziyor, desenlerimi dikerek oluşturuyorum. Genelde transparan, hafif taşınabilir kumaş malzemeleri ilgimi çekiyor. Böylece üst üste çok katmanlı kumaşları dikip kesebiliyorum. Dokuma ve dokunmaya açık olan bu malzemenin sınırlarını keşfetmeye devam ediyorum.
Tülbent üzerine işleme pratiğiniz zamanla nasıl evrildi? Bu teknik size anlatım açısından ne gibi özgürlükler ya da kısıtlar getiriyor?
Son yıllarda kumaşı kendim renklendirerek dönüştürüyorum. Bazen pancar, soğan kabuğu, tütün yaprağını kullanarak doğal boyalar yapıyor, kaynatıyor, güneşte kurutuyorum. Malzeme bana ikinci teni hatırlatıyor. Kırılgan bir malzeme olsa da hikâyelerimi taşıyacak güce sahip. Mekâna, rüzgâra ve ışığa göre şekil değiştirebiliyorlar bu da bana özgürlük tanıyor.
Bir figürü kumaş üzerine işlerken onu bir portreye dönüştürme süreciniz nasıl gelişiyor? Hikâye mi önce geliyor, yoksa görsel karşılık mı?
İkisi birden ortak gelişiyor ama öncelikle hep deftere eskizler ve notlar alıyorum.
Çalışmalarınızda bireysel anlatılarla kolektif deneyimleri birleştiren bir yön var. Sanat üretiminde bu dengeyi kurmak sizin için nasıl bir süreç?
Bunun için verebileceğim örnek kolektif pankart atölyeleri sonucu ortaya çıkan çalışmalar olabilir. 2010’dan beri Türkiye, Çin, Almanya, Avusturya, Birleşik Krallık’ta. İtalya ve Endonezya'da kadınlarla beraber kolektif pankart atölyeleri düzenledim. Süreç içinde farklı sosyolojik ve ekonomik geçmişe sahip katılımcıların içinde yaşadıkları baskı toplumundaki deneyimleri işledik.
“Kolektif oluşumlar başkalarıyla birlikte düşünmeme ve üretmeme olanak tanıyor”
“Ha Za Vu Zu” (Absürt mizahın, sokak kültürünün ve alternatif sanatın bir yansıması) gibi kolektif oluşumlarda yer almanız bireysel pratiğinize nasıl yansıyor? Bu iki alan arasında nasıl bir alışveriş var?
Üyesi olduğum “Ha Za Vu Zu”, Guguou ve Alaca Heyheyler kolektifleri benim için bireysel pratiğimin beslendiği önemli kanallar. Kolektif bir çalışma, fikirlerin, enerjinin ve yaratıcılığın sürekli bir akış hâlinde olduğu bir alan. Bireysel pratiğimde arka bahçem olarak düşünürsem, kolektif oluşumlar başkalarıyla birlikte düşünmeme ve üretmeme olanak tanıyor. Bu iki alan birbirini besliyor.
Sanat pratiğiniz de müzik, performans, video gibi farklı disiplinler iç içe geçiyor. Farklı mecraları bir arada kullanma kararını neye göre veriyorsunuz? Bir fikrin formu nasıl beliriyor?
Bir fikrin formu, işin gerektirdiği ifade biçimlerinden ortaya çıkıyor. Ben bir fikri ele aldığımda, o fikri en iyi hangi mecrada anlatabileceğimi düşünüyorum. Bir hikâye sadece dikişle anlatılabilecekse onu kumaşa işliyorum ya da ses ve hareketi düşündüğümde farklı medyumlarda devreye giriyor.
Kendinizi bir sanatçı olarak nasıl tanımlarsınız? Sizce sizi “Güneş Terkol” yapan temel yaratıcı motivasyonlar neler?
Beni motive eden şeylerin başında sürekli yer değiştirmek, yeni insanlarla tanışmak ve üretime devam etmek geliyor.
Bugüne kadar sizi en çok etkileyen proje veya sergi hangisiydi?
Tüm projelerimin benim için ayrı bir yeri ve önemi var ama son senelerde Hara da gerçekleştirdiğim “Ses Manzaraları” sergisi ve Venedik Bienali için düzenlediğim iki farklı atölye ve sonuçta ortaya çıkan performans tüm süreciyle hâlâ aklımda.
Sanat hayatınız boyunca pek çok disiplinde üretim yaptınız, farklı coğrafyalarda sergilere katıldınız. Bugünden geleceğe baktığınızda, gerçekleştirmeyi hayal ettiğiniz bir proje ya da üzerine çalışmak istediğiniz yeni bir yön var mı?
Ailemin göç hikâyesine odaklanan bir araştırma içindeyim. Yirmi yıldır annemle yaptığımız aile üyeleri röportajları, sandıklarla gelen objeler ve hikâyelerden oluşan bir kurgu üzerine çalışıyorum. Yakın gelecekte buna yönelik bir projem olabilir.