}
05 Aralık 2025

Cem Sökmen: “Kahvehaneler, geçmişten bugüne bir kültür sahnesi”

“Eski İstanbul Kahvehaneleri” adlı kitabın yazarı Cem Sökmen ile bir araya geldik. Kendisiyle Dünya Türk Kahvesi Günü vesilesiyle eski İstanbul Kahvehaneleri hakkında konuştuk.

Öncelikle Cem Bey, İstanbul’a, Osmanlı toplumuna kahve ve kahvehane kültürü ne zaman ve nasıl geldi? Özel ve kamusal alanı nasıl şekillendirdi?

Önce şunu söylemek gerekir: Kahve bitkisinin geçmişi aslında 1200’lü yıllara kadar uzanıyor. Ancak o dönemlerde bugün bildiğimiz anlamda, pişirilerek içilen bir içecek olarak tüketilmiyor. Daha çok bitkinin ham hâlinden elde edilen, çiçek özü ya da kahve tomurcuğu formunda yeniliyor. Daha sonra, bunun pişirilerek içilebilecek bir içecek olabileceğine dair fikirler ortaya çıkıyor ve bu pratik uygulanmaya başlanıyor. Kahve, yavaş yavaş Etiyopya’dan Yemen bölgesine doğru yayılıyor. 15. yüzyılda ise kahvenin bugünkü anlamıyla pişirilip içildiğini bu bölgelerde gördüğümüzü biliyoruz.

1400–1500’lü yılları takip ederken Osmanlı İmparatorluğu’nun Mısır, Hicaz ve Yemen bölgelerine yönelik fetihlerle genişlemesi söz konusu. Osmanlı’nın bu bölgelerde yönetimi devralması, aynı zamanda kahveyle etkileşimin artmasına yol açıyor. Böylece kahve hem bitki hem içecek olarak Mısır’dan Suriye’ye, oradan da Osmanlı topraklarına -bugünkü Anadolu’ya- gelmeye başlıyor. Tabii kahve hemen geniş toplum kesimlerine yayılmıyor. O dönemlerin ulaşım ve ticaret koşullarını düşündüğümüzde, başlangıçta belirli bölgelerde ve sınırlı sayıda insan tarafından tanınan, kabul edilen yeni bir içecek alternatifi hâline geliyor.

Öte yandan 1510’lardan itibaren Medine, Mekke, Kahire ve ardından Suriye’de Halep ve Şam gibi şehirlerde ilk kahvehane örnekleri görülmeye başlanıyor. Bizde ise ilk kahvehanenin 1554’te Tahtakale’de açıldığını biliyoruz. Ancak bu, 1554’e kadar kahvenin hiç tanınmadığı anlamına gelmiyor. Osmanlı’nın Anadolu’daki büyük şehirlerinde kahve zaten küçük gruplar içinde yavaş yavaş tüketilmeye başlanmıştı. 1554 ise içeceğin, özel bir mekânla birleşerek “kahvehane” olarak kurumsallaştığı, yani kahve ile mekânın ilk kez bütünleştiği tarih olarak önem taşıyor.

“İlk 40 yıllık süreçte İstanbul’daki kahvehanelerin sayısı çok hızlı şekilde artıyor”
Peki, tarihsel kaynaklarda İstanbul'da kahvehane biçimlerinin semtlere hatta tiplerine göre çeşitlenmiş olduğu görülüyor. Siz de kitabınızda bahsediyorsunuz, esnaf kahvehaneleri, yeniçeri kahvehaneleri, semai kahvehaneleri ve meddah kahvehaneleri, hatta ilerleyen zamanlarda Sarafim kıraathanelerinden. Buradan hareketle eski İstanbul kahvehanelerinin toplumsal hayattaki yerini düşündüğümüzde kahvenin kendisi mi mekânı şekillendiriyor yoksa kahvehane kültürü mü kahvenin tüketim biçimini belirliyor sizce?

Evet. Bu tabii çok uzun bir tarih. Yani 1554’ten bugüne baktığımızda neredeyse 475 yıllık bir zaman dilimi geçmiş. O 475 yılın kendi içinde çok kesin yargılar ortaya koymak doğru değil. Yavaş yavaş gelişmelerle kahvenin ve kahvehanenin kabullenilmesi durumu var. Tabii bir bitkiden içeceğe dönüşme aşaması 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İstanbul’unda karşı karşıya gelindiğinde, bunun önce içilmesinin caiz olup olmadığına dair tartışmalar; yani haram mı helal mi olduğuna dair tartışmalar aslında bir dönemi içeriyor. Sonra kabullenildiğini görüyoruz; bir helal içecek olarak kabullenildiğini görüyoruz. Ve 1554’te de ilk kahvehane örneklerini Şamlı Şems ve Halepli Hakem’in gelip Tahtakale’de, o günkü İstanbul’un ticari bölgesi olan, dışa en açık yerde işlettiklerini görüyoruz. Kanuni Sultan Süleyman’ın son 10–12 yıllık dönemine denk geliyor ilk kahvehanenin görülmesi. Hemen çok kısa bir süre içerisinde o dönemin İstanbul’unda ilgi gördüğünü biliyoruz. Hatta sonrasında II. Selim, ardından III. Murat ve III. Mehmet dönemlerinde, yani 1595’lere kadar geçen 40 yıllık süreçte İstanbul’daki kahvehanelerin sayısının çok hızlı şekilde arttığını görüyoruz.

Bu bize şunu dedirtiyor: Geleneksel dünyada değişim yavaş olur ama kahvehanelerin bu kadar hızlı artması, bir şeyin toplumsal karşılığının olması gerektiğini gösterir değil mi? O toplumsal karşılık olmadan siz istediğiniz kadar girişimde bulunun; toplumsal talep oluşmuş. 42 yılda sayının yüzün üzerine çıkmasını başka türlü açıklamak mümkün değil.

Fakat aynı dönemde, özellikle IV. Murat’ın saltanatında (1623–1640) çok ciddi bir kesinti var. Cibali’de çıkan bir tütün, eski tip sigaradan çıkan bir yangın nedeniyle alınan tedbirler kapsamında kahvehanelerin kapatılması kararı ortaya çıkıyor. Bu dönemde bir kesinti yaşanıyor ama toplum bunu o kadar çok sevmiş ki… Kemal Tahir sanırım “Devlet Ana” romanında “Osmanlı’nın yasağı üç gündür” der. Toplum bir şeyi severse yönetim de çok uzun süre karşısında duramıyor.

“Kahvehane mahalle için ortak bir platform hâline geliyor”
Peki, bu dönemde ortaya çıkan kahvehane türleri hangi toplumsal ihtiyaçlara karşılık veriyordu?

1650’li yıllardan itibaren artık kahvehanelerin çok geniş şekilde İstanbul’a yayıldığını, bu arada çok farklı türlerinin ortaya çıktığını görüyoruz. En başta mahalle kahveleri… Her mahallede caminin yanında, önce namaz aralarında vakit geçirmek için ama sonra bir bakılıyor ki mahalle için ortak bir platform hâline geliyor. Mahalledeki hastaların veya maddi durumu kötü olanların bilgilerinin paylaşılması, cenaze ve düğün haberlerinin duyurulması, acı-tatlı olayların aktarılması, yardımların veya katılımların organize edildiği açık bir platform işlevi görmüş mahalle kahvehaneleri. Gerçekten de şu anda benim yaşadığım Kırklareli’nde bile, hayatın bütün değişimine rağmen Türkiye’deki küçük şehirlerde mahalle kahveleri bu işlevleri hâlâ sürdürüyor.

Daha sonra 1600’lerde Yeniçeri kahvehaneleri önemli bir model olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bu dönemde Yeniçeriler evlenme ve şehirde esnaflık yapma hakkına kavuşuyor. Bu tabii şehri çok değiştiriyor. Normalde 190 civarındaki Yeniçeri ortasının 30’u zaten şehrin güvenliğinden sorumlu; hem asker hem polis gibiler. Zaten İstanbul halkıyla bir etkileşimleri var ama esnaflaşma süreci bunu farklı bir boyuta getiriyor. Aynı dönemde gündelik hayatın, eğlence kültürünün parçası olan âşık kahvehaneleri ortaya çıkıyor. Bugün bile Erzurum, Kars gibi şehirlerde devam eden bu gelenek, 1980’lere kadar 300 yıl önceki otantik atmosferini koruyarak yaşamış. Mehmet Kaplan’ın, Berna Moran ve Tatyana Moran’ın 1960’ların başındaki Erzurum âşık kahvehanelerini benzersiz atmosferler olarak anlattıklarını biliyoruz.

Esnaf kahvehaneleri bir başka tür. Tahtakale, Sirkeci, Eminönü gibi geleneksel ticaret bölgelerinde, Aksaray’dan Sirkeci’ye kadar ticari faaliyetlerin olduğu her yerde esnaf kahvehanelerini görüyoruz. Bunlar kabaca ikiye ayrılır: Meslektaşların bir araya geldiği, iş görüşmelerinin yapıldığı mekânlar ve günlük iş bulma yerleri. Bunun örneklerini 60’lı–70’li yılların Yeşilçam filmlerinde de görürüz. Şener Şen’in “Muhsin Bey” filmindeki müzisyenler kahvesi de bu geleneğin bir uzantısıdır. Basın-yayın sektöründe de benzer bir kültür vardır. Babıâli gazeteciliğinin 160 yıllık döneminde Meserret, İkbal, Talat’ın Kahvesi gibi mekânlarda işsiz kalan gazetecilerin görülmek, sektörden kopmamak için buralarda vakit geçirdiğini biliyoruz. Bu kahvehaneler haber alışverişinin, sohbetin, iş görüşmelerinin yapıldığı mekânlardı.

“Kıraathaneler, entelektüel hayatın merkeziydi”
İlerleyen dönemlerde aydınların da buluşma ve iletişim pratiklerinde kahvehanenin özel bir yeri var sanırım. Bu pratiklerin modern medyadaki (gazete, mecmua) rolü ile doğrudan ilişkisini nasıl kuruyorsunuz? Somut bir örnek verebilir misiniz?

İlerleyen zamanlarda evet, kahvehanelerin bir üst formu olarak kıraathane ortaya çıkıyor. 1600’lerin ikinci yarısından itibaren Avrupa’da kahvehane–gazetecilik–kitapçılık ilişkisi güçlenince, bizde de 1856’da Beyazıt’ta Sarafim Kıraathanesi açılıyor. Masaların altında dergilerin, gazetelerin biriktiği, okuma kültürünün yerleştiği bir mekân olduğu için kahvehaneden farklı olarak “kıraathane” deniyor. Bu kültür 1980’lere kadar sürüyor. Suriçi’nde daha belirgin olmakla birlikte Karaköy, Galata, Beyoğlu hattının modernleşme sürecindeki rolüyle birlikte kıraathane kültürü entelektüel hayatın merkezlerinden biri hâline geliyor. Beyazıt’taki Küllük Kahvesi, ardından Marmara Kıraathanesi; Babıâli Caddesi’nde İhsan, İtibar, Meserret; Şehzadebaşı’nda Fevziye Kıraathanesi… Bunların hepsi dönemin yazar, gazeteci ve akademisyenlerinin toplandığı yerler.

19. yüzyıl Osmanlısı modernleşme sancıları yaşarken, kahvehaneler hem tiyatro, meddah ve sinema gösterimlerine; hem konferanslara hem de dernek, vakıf ve kültürel faaliyetlere mekân sağlamış. Çoğu kıraathanelerde müzik temsilleri yapılmış; bazıları biletli gösteriler düzenlemiş. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir”de “Radyonun yayılması musiki takımlarını kahvelerden kovdu” der. Kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle kahvehanelerin “haber alma şebekesi” işlevi dönüşmeye başlar. 1960’lardan sonra İstanbul’un hızla büyümesi, nüfusun değişmesiyle kıraathaneler eski formunu kaybetmez ama dönüşür. Artık çok daha fazla mekân vardır; eskisi gibi 25–30 meşhur kıraathane yoktur. Yeni kuşaklar da kendi sohbet mekânlarını oluşturarak kültürel etkileşimi sürdürmektedir.

“Sözlü kültürü kayıt altına almamız gerekiyor”
Günümüz İstanbul’unda kahvehane ve kafe kültürü giderek karışıyor; bazı gelenekler değişiyor ya da kayboluyor. 5 Aralık Dünya Türk Kahvesi Günü, biliyorsunuz. Bu tür günler, tarihsel bilinci ve geleneksel kahvehane kimliğini canlı tutma açısından yeterli mi; yapılmasını önerdiğiniz somut bir adım var mı?

Yani benim aklıma, yapılmasını gerekli gördüğüm ve hayal ettiğim şey olarak şu geliyor: Mesela şu anda Beyazıt Meydanı’nda bir büfe olarak görebileceğimiz bir Küllük diye bir büfe var. Bir tarafta Çınaraltı var. Tabii bunlar o tarihselliğin aynısı değiller. Hatta ben Çınaraltı’nın son zamanlarını gördüm 2000’li yıllarda, tam olarak ortadan kaldırılmadan önce. Gerçekten de o Çınaraltı 2007–08’lerde kaldırıldı. 2000’li yıllarda, 90’ların sonu ve 2000’lerin başında ben İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyken hocalarımızın orada oturduğunu görürdük, yani Çınaraltı’nda. Oranın da öyle bir şeyi, bir boyutu vardı.

Ben aslında şunu hayal ediyorum: İstanbul’un bütün o kadim, geleneksel merkez meydanlarında bence stüdyolar kurulmalı; sözlü tarih çalışmaları yapmak için. Mesela şöyle bir örnek söyleyeyim: 2017 yılında Marmara Kıraathanesi için, o zamanki TRT’de bir program için çekim yaptık. Ekiple birlikte gittik, tam Küllük Kahvesi’nin bulunduğu yerde, Beyazıt Camisi’nin orada konuşuyoruz. O esnada yetmiş beş yaşları civarında bir hanımefendi, bizim Küllük’ten ve Marmara Kıraathanesi’nden bahsettiğimizi duyunca yanımıza geldi. Dedi ki: “Ben şu anda Merter’de oturuyorum 20–25 senedir. Ama şu tramvay durağının arkasındaki, Ziraat Bankası’nın hemen arkasındaki sokakta doğup büyüdüm.”

Biz orada hanımefendiye merhaba dedik, teşekkür ettik bu katkısı için. Ama düşünün: Orada doğup büyümüş bir kişi olarak, 2017 yılı itibarıyla 75 yaşlarında birisi, oranın 1950’lerine, 60’larına hâkim. Yani şehrin en önemli merkez meydanı olduğu zamanlara hâkim. Böyle insanları toparlayıp, bulup, bunların bilgilerini kayıt altına almamız gerekiyor en başta bence. Çünkü biz geçmişteki yaşamın o yüzde yüz iletişim deneyimini kayıt altına alabilirsek, ona ayağımızı basarak tekrar yeni adımlar atabiliriz gibi geliyor bana. Söyleyebileceğim belki de en önemli şey bu.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...