}
05 Ekim 2025

Ayşe Yenel: "Fotoğraf benim için önce his, sonra görüntü"

Sanatçı Ayşe Yenel'in, Kurşunlu Han’da sanatseverlerle buluşturduğu “Zarif Bir Kaos” başlıklı sergisi, izleyiciyi sadece imgelerle değil, kendi iç dünyasıyla da yüzleştiriyor. Yenel ile sanat yolculuğunu, kaosla dansını, serginin mekân ile ilişkisini ve "Fotoğraf belge midir?" sorunsalını konuştuk.

Sanat yolculuğunuzu düşündüğünüzde… İlk ne zaman bir görüntüye sadece bakmadınız, aynı zamanda onu duymaya, hissetmeye ve anlamaya çalıştınız? Bu içsel uyanış nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Ben sanatın çok değer gördüğü, herkesin bir müzik aleti çaldığı, büyük bir evde büyüdüm. Benden yaşça büyük kardeşlerimle aynı çatı altında yaşarken, onların dünyasına tanıklık ettim. Evde büyük mobilyalar, büyük sofralar, büyük bir kütüphane vardı; ben ise küçüktüm. O evde yetişkinlerin dünyasında büyüyen bir çocuk olarak gözlemlemenin, dinlemenin, hissetmenin önemini çok erken yaşta öğrendim. Son sergimdeki videoda da görüldüğü gibi, perdelerle oynayan küçük kız çocuğu aslında bendim. O kütüphanenin önünde kitaplarla oynarken, bahçelerdeki heykellere uzun uzun bakarken, fotoğrafları gözlerimle çekmeye başlıyordum. Fotoğraf benim için daima duygudan fotoğrafa bir geçiş oldu: önce his sonra görüntü…

Bu noktada “Zarif Bir Kaos” başlıklı serginiz de hem estetik bir denge arayışını hem içsel çalkantıları hem de içsel serüveni yansıtıyor. Peki, kaosla kurduğunuz bu zarif ilişki hem sanatınızda hem de kişisel yolculuğunuzda nasıl bir dönüşüm sağladı? Kaosla kurulan zarif bir ilişki, bir sanatçıyı dönüştürebilir mi?

Kesinlikle, hayatın içerisinde bütün duygular bir arada ve birbirleriyle sırt sırta. Hüzünle mutluluk, iyilikle kötülük, inişler ve çıkışlar… Bunların hepsi kaosun kendisini yaratıyor. Kaosla kavga eden değil, onunla dans eden bir insan kendi kırılganlığını dönüştürebilir. Ben de kaosla kavga eden değil, dans eden bir sanatçı olarak kırılganlığımı bu şekilde dönüştürdüğümü düşünüyorum. Kaosu zarif kılmak bir varoluş terbiyesi; benim hayata bakış şeklim. Çünkü insan dönüştürmezse kendini tüketir. Umut hiç bitmediğinde, kaos da yıkıcı değil, dönüştürücü bir güç hâline gelir. Buna bir nevi sanatın iyileştirici gücü de diyebiliriz.

Serginizde görünmeyen, hatırlanmayan, adı konmamış olanla çalışıyorsunuz. Bireysel hafızayla kolektif bilinçaltı arasında kurduğunuz bu görsel hattın sizin için karşılığı nedir?

Benim için görünmeyeni görünür kılmak çok değerli. Hayatıma girmiş kadınların bakışları, yüzlerindeki ifadeler, belleğimde kalan ama çoğu zaman dillendirilmeyen duygular… Onları işlerimde yeniden kuruyorum. Bu sayede beni fotoğraflarımı izleyenler de kendi hafızalarına, kendi geçmişlerine ve bilinçaltlarına bir yolculuk yapıyorlar. Bu, onların hafızasına da bir köprü kuruyor.

Eserlerinizi sergilediğiniz Kurşunlu Han, tarih ve anılarla dolu bir mekân. Bu mekânın tarihsel ve kişisel belleğinizle kurduğu bağ serginizin anlatımına nasıl yansıyor?

Kurşunlu Han benim için yalnızca tarihsel bir mekân değil, aynı zamanda kişisel belleğimin de bir parçası. Babamın işi nedeniyle çocukluğumda sık sık uğradığımız bu han, benim anılarıma yaptığım bir yolculuk. Han’ın tarihi dokusu ve kendi içindeki canlılığı da benim için çok önemli. İçinde hâlâ küçük dükkânlarda süren bir hayat, parçalı bir düzen ve kalabalığın kaosu var. Bütün bunlar tarihin izleriyle birleşince, sergiyle mekân arasında kendiliğinden bir rezonans doğuyor.

Bulanıklık, parçalanmışlık ve sis gibi görsel öğelerle çalışmanız, serginin mekânla kurduğu rezonans ışığında, hatırlamanın doğasına dair nasıl bir sezgiyi temsil ediyor?

Hatırlamak hiçbir zaman keskin bir netlikte değildir. Aksine, çoğu zaman bulanık, sisli ve eksiktir. Bu yüzden benim için belirsizlik, netlikten daha gerçek olabilir. Fotoğraflardaki flu alanlar, kaymalar, silinmeler, belleğin çalışma biçimine çok yakın. Ve izleyici için de önemli bir şey yaratıyor: belirsizlik, onların kendi hafızalarından parçaları işin içine katabilmeleri için bir alan açıyor.

“Kimlik, tekil değil; çoğalan, kaybolan, dönüşen bir şey”
Figürlerin bazen silikleşip doğaya karışması ya da sadece gölgeye dönüşmesi, serginin mekân ve hafıza temasıyla nasıl bir bütünlük oluşturuyor? Bu görsel geçişler, insanın kendilik hâliyle sizin için nasıl bir bağ kuruyor?

İnsanın kendi kimliği sabit değil; sürekli dönüşen, çoğalan ve bazen kaybolan bir akış. Figürlerin bazen silikleşmesi, doğaya karışması ya da yalnızca bir gölgeye dönüşmesi, aslında bu geçişlerin görsel karşılığı. Bana göre kendilik, tek başına var olan bir şey değil; çevreyle, doğayla, başkalarının varlığıyla sürekli temas eden, onlarla harmanlanan bir süreç. Yüzün bulanıklaşması, figürün silinmesi, gölgeye dönüşmesi tam da bu: kimliğin süreksizliği ve insanın doğayla bütünleşme arzusu.

Kadın bakışları, duyguları ve varoluş hâlleri işlerinizde sıkça yer alıyor. Çocukluğunuzdan bugüne, hayatınızdaki kadın figürlerini imgelerle yeniden inşa ederken nasıl bir duygusal yolculuk yaşadınız?

Bu imgeler üzerinden işlerimi inşa ederken derin bir duygusal yolculuktan geçtim. Çünkü o evde herkes büyüktü, ben küçüktüm. Büyük mobilyalar, büyük sofralar, büyük bir kütüphane, çokça kitap… Ama hafızamda özellikle kalan bazı görüntüler var: beyaz bir güvercin, küçük ablamın keman çalışı, annemin narinliği, babamın sosyalliği, hayatımdaki kadınların zarif hâlleri. Sonrasında gelen hayatın hüzünlü tarafı, acılarla katmanlaşan bir dönem, aile hayatımızın dönüşmesi. Bütün bunları yaşarken o kadınların yüzlerindeki ifadeleri içimde harmanladım ve bu ifadelerle kendi sanatımı, kendi fotoğraf ifade biçimimi oluşturdum.

Bu sergide kadın ruhunun kırılganlığıyla gücünü eş zamanlı olarak gösteriyorsunuz. Sizce bir varlığın hem hassas hem dirençli olması çelişki mi, yoksa bir varoluş biçimi mi?

Bence bir çelişki değil, tam tersine bir varoluş biçimi. Kadınların, doğanın, hatta hayatın kendisi böyle. Kırılganlıkla güç yan yana durabiliyor. Aslında kadınların kırılganlığı çoğu zaman onların en büyük gücü. Hassasiyet, direncin kaynağı olabiliyor. Bu sergide de o eşzamanlılığı göstermek istedim: inceliğin içinde dayanıklılığı, kırılganlığın içinden doğan gücü. Bana göre bu, çelişki değil, hayatın ritmi.

“Zaman, duygularımızda ve belleğimizde yolculuk eder”
Zamanı ölçülen bir kavramın ötesinde, hafıza ve aidiyetle katmanlanan bir derinlik olarak sunuyorsunuz. Sizce zaman insanın içinde mi yaşar, yoksa insan zamanın içinde mi?

Bence zaman insanın içinde yaşar. Çünkü hafızamız olmadan, aidiyetimiz olmadan zamanın bir anlamı olmazdı. Saatin tik takları bir ölçü olabilir ama asıl derinliği biz ona yükleriz. İnsan zamanın içinde yolculuk etmez; zaman, insanın duygularında ve belleğinde yolculuk eder. Bu yüzden zaman dediğimiz şey, aslında içimizde katman katman biriken bir hafıza.

Her imge sanki yarım bırakılmış bir cümle gibi; sessiz ama açık uçlu. Sizce bir anlatımı eksik bırakmak, onu tamamlamaktan daha mı fazla alan yaratır?

Evet, çünkü eksiklik aslında izleyiciye bırakılan bir davet. Tamamlandığında kapanır ama yarım kaldığında izleyici kendi hafızasıyla, kendi sezgisiyle o boşluğu doldurur. O boşluk, işin nefes aldığı yer. Benim fotoğraflarım da gücünü tam olarak buradan alıyor.

Fotoğraf sizin için bir belge mi, bir düşünme biçimi mi, yoksa sezgisel bir çağrıya verilen yanıt mı? Sizce fotoğraf, duygu ve hafıza ile nasıl bir bağ kurar?

Fotoğraf kuşkusuz bir belgedir; gerçeği olduğu gibi kaydetmenin en yalın yolu. Bir haber muhabiri ya da belgeselci için fotoğrafın olduğu gibi kalması, hakikatin tanıklığı çok kıymetli. Ama benim yolculuğum başka bir yerde. Fotoğraf benim için aynı zamanda bir hatırlama ve hissetme biçimi. Duygularımı, anılarımı, hafızamda bıraktıkları izleri fotoğrafla paylaşmak istiyorum. O yüzden fotoğrafı yalnızca ‘gördüğüm şey’ olarak değil, ‘hissettiğim şey’ olarak sunuyorum. Bu ince ayrım, benim ifade biçimimin kalbinde duruyor. Çünkü benim için fotoğraf, duygudan fotoğrafa bir geçiş. Önce his doğuyor, sonra onun görsel karşılığı geliyor. Hafızamın ve içsel dünyamın görsel dili hâline dönüşüyor. Bu sayede hem kırılganlığı hem zarafeti hem güzelliği hem hüznü hem hayal kırıklığını hem de umudu hissettiğim gibi ifade edebiliyorum.

Sergideki video-art çalışması, durağan imgelerin yanına devinim ekliyor. Bu iki mecranın birlikte çalışması sizde nasıl bir ifade imkânı yarattı?

Sergideki video-art çalışması, aslında çocukluğumun gözlemci bakışını görünür kılıyor. Perdelerin ardındaki devinim, benim yolculuğumun başladığı noktayı işaret ediyor. O saf merak, o sessiz gözlem… Bugün fotoğraflarımda görünür olan duyguların kaynağı işte o erken yaşlarda oluşmuş bakışın izleri. Videoda aktarmak istediğim şey de tam olarak buydu: Bu duygular nereden çıktı, bu fotoğraflar hangi bakıştan doğdu? Fotoğraflarımda gördüğünüz kırılganlık, zarafet, umut ya da hüzün, aslında belleğin en derin katmanlarında saklı o çocukluk merakından geliyor. Bu yüzden video, yalnızca durağan imgelerin yanına devinim eklemek değil; aynı zamanda yolculuğumun başladığı yerle bugün geldiğim nokta arasındaki bağı görünür kılmak. Benim için hem sanatsal hem de çok kişisel, derin bir deneyim oldu.

“Zarif Bir Kaos”, yalnızca estetik değil; aynı zamanda direncin, üretme arzusunun ve devam etme gücünün de bir temsili. Sizce insan, kaosun tam ortasında nasıl ayakta kalabilir? Bu sergide buna dair nasıl bir görsel yanıt aradınız?

İnsanın kaosun ortasında ayakta kalabilmesi, her şeyden önce o kaosu kabullenmesiyle mümkün. Çünkü hayat dediğimiz şey, düzen kadar dağınıklık, mutluluk kadar hüzün, başlangıç kadar bitiş barındırıyor. Ayakta kalmak, bütün bu karşıtlıkların aynı anda var olabileceğini kabul etmekten geçiyor. Benim için fotoğraf bu noktada bir rehber oldu. Kendi yolculuğumda kırılganlıklarımı saklamak yerine görünür kılmak, onları zarafetle dönüştürmek, bana güç verdi. Bu sergide de izleyiciye göstermek istediğim şey, kaosun sadece bir yıkım değil; aynı zamanda yeniden kurma, yeniden var olma imkânı olduğuydu. Fotoğraf yolculuğum bana bu süreci görsel bir dile çevirme imkânını verdi.

Serginizden çıkan bir izleyicinin, sadece imgelerle değil, kendi iç dünyasıyla da karşılaşmış hissetmesini mi arzuluyorsunuz? Bu sergiden izleyicinin neyle ayrılmasını istersiniz?

Evet, imgeler yalnızca benim hafızamın izleri değil; aynı zamanda izleyicinin kendi hafızasına açılan kapılar. Benim fotoğraflarım, bakan kişiyi kendi geçmişine, kendi unutulmuş duygularına taşıyabilecek bir köprü gibi. Sergiden ayrılırken yanlarında yalnızca imgeleri değil, kendi iç dünyalarına açılmış bir pencere götürmelerini arzuluyorum. Bazen bu bir soru olur, bazen tarifsiz bir his, bazen de yarım kalmış bir cümlenin devamını kendi içlerinde bulmak. Çünkü fotoğrafın gücü, izleyiciye kendi sessizliğini dinletebilmesinde gizli. Ve bu sergi süreci boyunca da bunun karşılığını çokça gördüm. İzleyicilerimle, ziyaretçilerimle paylaştığım o anlar, bana çok değerli deneyimler kazandırdı. Onlarla yaşadığım bu içten temaslar, sergiyi yalnızca benim değil, hepimizin ortak bir yolculuğuna dönüştürdü diyebilirim.

Yakında Londra’da yeni bir sergi açacağınızı biliyoruz. Bu yeni sergi, “Zarif Bir Kaos”un bir uzantısı mı olacak, yoksa sizi yepyeni bir düşünsel alana mı taşıyacak?

Her sergi bir öncekinden izler taşır ama kendi yolunu da çizer. Londra’da açılacak yeni sergi de “Zarif Bir Kaos”un belleğini içinde barındıracak; çünkü belleksiz bir devam yok. Ama bu kez daha farklı imgeler daha farklı sorular ve daha farklı yüzleşmeler olacak.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...