“Palestine 36” filmini, 1936’daki Filistin ayaklanması etrafında kurguladınız. Bu hikâyeyi anlatmanızda sizi yönlendiren kişisel ya da politik motivasyon neydi?
Hayatım boyunca bu dönem hakkında hikâyeler dinledim, bu hikâyelerle büyüdüm. Bu dönem, Filistinliler için büyük bir gurur kaynağıdır. Çünkü modern tarihin en uzun grevini gerçekleştirdik ve İngiliz sömürgeciliğine, İngiliz ordusuna karşı ayaklandık. Hayatım boyunca bu olaylar hakkında çok şey duydum; anlatılanlar toplumda da yaygın bir şekilde biliniyordu. Daha önce başka isyanlarımız da olmuştu ama bu çok büyük bir hareketti. Bu hikâyeyi anlatmak istedim, çünkü o dönemde neler yaşandığını anlamadan bugünü anlamak mümkün değil.
"İşgalin sorumluluğu İngilizlere ait"
“Palestine 36” tarihsel bir anlatı, ancak sizin de söylediğiniz üzere bugünün gerçekliğiyle de güçlü bir şekilde bağ kuruyor. Sizce geçmişi anlatmanın bugünün direniş biçimlerine nasıl bir katkısı olabilir?
Filistin’deki askerî işgal sistemi 1936’da İngilizler tarafından kuruldu. Bu sistemin sorumluluğu onlara ait. Benim odak noktam da İsrailliler değil, İngilizlerdi. Hepimiz kontrol noktalarında yaşadığımız zorlukları zaten biliyoruz. Ben bu sistemin kökenine, yani İngilizlerin kurduğu yapıya odaklanmak istedim. Onu çok iyi kurdular ve biz hâlâ bununla yaşıyoruz. Bu yüzden film bize geçmişte geçen bir hikâye gibi gelmiyor; tam tersine, hâlâ çok güncel hissettiriyor, çünkü hiçbir şey değişmedi.
“Filmde toprağın kendisi de bir karakterdi”
Film, sömürgecilik, aidiyet ve kimlik temalarını katmanlı bir biçimde ele alıyor. Bu hikâyeyi görsel olarak yeniden anlatırken sizi etkileyen sinematografik ya da estetik referanslar nelerdi?
Filmde birçok karakter var ama benim için toprağın kendisi de bir karakterdi. Toprağı ve ayaklanmamızı nasıl çekeceğimiz üzerine düşündüm. Bu bana filmde şiirsel bir bütünlük kazandıran bir unsur gibi geliyor. Çok fazla arşiv materyali inceledim. Görüntü yönetmenim Hélène Louvart ile çalıştım, daha önce de birlikte iş yapmıştık. O da Filistin’de uzun zaman geçirdi. Birlikte eski fotoğraflara, filmlere baktık; görseller paylaştık. Beni etkileyen pek çok referans vardı.
“Bütün oyuncular filmde aynı inançla hareket etti”
Oyuncu kadrosunda hem Filistinli hem de uluslararası isimler yer alıyor. Bu kültürel çeşitlilik, setteki enerji ve iş birliğini nasıl etkiledi?
Harika bir oyuncu kadromuz var. Soykırım başladığında tüm mekânlarımızı kaybettik ama oyuncularımı kaybetmedim. Bana ilk mesaj atan kişi Jeremy Irons’tı. Ekim ayında bana yazdı: “Endişelenme, sadece nerede ve ne zaman olmam gerektiğini söyle, orada olacağım” dedi. Bu hem Filistin’de bizimle hem de yerel ekiple dayanışmanın çok güçlü bir göstergesiydi. Set boyunca bu duygu çok net hissediliyordu. Filmde yeni oyuncular da vardı, çok tanınmış isimler de. Bazıları çok küçük roller üstlendi ama hepsi projeye inandığı için filmde yer aldı. Herkes aynı inançla hareket etti. Liam (Cunningham) da yalnızca bir sahnede yer aldı ama o da inandığı için yaptı. Bu, bana 1936 Ayaklanması’nı hatırlatıyor; o da büyük bir halk hareketiydi, bütün sınıfları, köyleri ve şehirleri kapsıyordu. Bu filmi yapma süreci de biraz öyleydi. Herkes elinden gelen katkıyı sundu.
"TRT’nin desteğiyle bu filmi tamamlayabilmiş olmak büyük bir mutluluk"
Filminizin 13. Boğaziçi Film Festivali’nin açılış filmi olması sizin için ne ifade ediyor?
Bu inanılmaz bir onur. Hem ekibi hem emeği hem de Filistin’i onurlandırıyor. Bizim için çok önemli, çünkü bu film şimdiye kadar yaptığımız en uzun ve en zorlu yolculuktu. Bizi neredeyse tüketti, yıprattı. Şimdi burada olmak, TRT’nin desteğiyle bu filmi tamamlayabilmiş olmak büyük bir mutluluk. Boğaziçi Film Festivali’nin açılışını yapmak, ekibimize “Burada, İstanbul’da onurlandırılıyoruz” demenin bir yolu. İstanbul bizim için, tarihimiz için çok özel bir şehir. Gerçekten, çok ama çok anlamlı.