
Zamanın büyüsü sahnede: Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanı, Serkan Keskin’in tek kişilik muhteşem performansında yeniden doğuyor. Zamanın, hafızanın ve insanın iç çatışmalarının sahnede vücut bulduğu bu oyun, edebiyatla tiyatronun en derin buluşma anlarından birini yaşatıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın o devasa, katmanlı ve ironik romanını alıp tek bir bedene, tek bir sese sığdırmak... Fikri bile cüretkâr. Ancak Serkan Keskin, yönetmen Serdar Biliş'in zekice kurgusuyla bu cüretkâr fikri sahne üzerinde ete kemiğe büründürüyor ve izleyiciyi Hayri İrdal'ın hafızasının dehlizlerinde unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor.
Oyun, romanın kronolojik bir özeti olmaktan çok uzak. Bunun yerine, romanın ruhunu yakalayan, ana karakter Hayri İrdal'ın anımsama anlarının parçalı ve dağınık doğasını yansıtan bir akış tercih edilmiş. Tıpkı yaşlı bir adamın geçmişini anlatırken bir anıdan diğerine atlaması gibi, oyun da bizi Hayri İrdal'ın çocukluğuna, saatlere olan tutkusuna, Muvakkit Nuri Efendi'ye, oradan Halit Ayarcı ile tanışmasının absürtlüğüne ve enstitünün kuruluşunun trajikomik hikâyesine savuruyor.
Bu doğrusal olmayan anlatım, izleyiciyi pasif bir dinleyici olmaktan çıkarıp aktif bir birleştiriciye dönüştürüyor. Zihnimizde romanın eksik parçalarını tamamlarken buluyoruz kendimizi. Serkan Keskin'in anlattığı her anekdot, canlandırdığı her karakter, Tanpınar'ın o eşsiz dünyasının birer yansıması hâline geliyor. Oyunun akışı, aslında zamanın kendisi gibi: Bazen yavaşlayan, bazen hızlanan, bazen de durup geçmişe pek çok duygunun arkasından bakan...
Oyun, romanın olay örgüsünü birebir takip etmek yerine, Hayri İrdal'ın zihninin çalışma prensibini sahneye taşıyor. Bu da eserin melankolik ve ironik ruhunu daha güçlü bir şekilde hissetmemizi sağlıyor.
Zamanlar arasında sıkışan ayarlanamayan ruhlar
Serkan Keskin'in sahneye tek başına taşıdığı "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", yalnızca bir karakterin anılarını değil, aynı zamanda Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Doğu ile Batı, geçmiş ile gelecek, birey ile toplum arasına sıkışmış bir kuşağın ruh hâlini yansıtan temel felsefesini de damıtıyor. Tanpınar’ın bu romanı, ilk kez Remzi Kitabevi’nden 1961’de basılsa da eser, II. Abdülhamid döneminden Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet dönemlerine kadar ülkenin dönüşümleri içerisindeki süreçte geçiyor. Dolayısıyla modernizmin ve ardındaki pozitivist düşüncenin tartışmaya açtığı medeniyet tasavvurundan kurumsallaşmaya değin de pek çok konuyu da ironik bir şekilde eleştiriyor. Romanın uyarlaması olan oyun ise bu tartışmayı iki ana damar üzerinden ustalıkla işliyor: İçinde hiçbir şey üretmeyen devasa bir hiçlik olarak “bürokrasi” ve insanın ona hükmetme çabasının trajikomikliği olarak “zaman.”
Tanpınar'ın romanının kalbinde yatan zaman meselesi, oyunda Hayri İrdal'ın kişisel trajedisi üzerinden somutlaşır. Oyun, zamanın iki farklı yüzünü çarpıştırır: Yaşanmış zaman ile mekanik ve ayarlı zaman.
Hayri İrdal'ın ustası Muvakkit Nuri Efendi ile temsil edilen “yaşanmış zaman”, insani, organik ve anılarla dolu bir zamandır. Güneşin hareketine, mevsimlerin döngüsüne, insanın iç ritmine bağlıdır. Keskin'in Nuri Efendi'yi anlattığı sahnelerdeki dingin ve saygılı tonu, bu kaybolan zaman anlayışına duyulan özlemi yansıtır. Tabii aralarındaki ilişki sınırları aşan, müdahaleyi meşru kılan bir samimiyeti de barındırır; bu ilişki biçimi Hayri İrdal’ın (aslında hepimizin) gerçek -yani yaşanmış- zamanın içindeki durumuyla paraleldir.
Halit Ayarcı'nın temsil ettiği “mekanik/ayarlı zaman” ise Batılı, mekanik, ölçülebilir ve kontrol edilebilir bir zamandır. Ona göre zaman, verimli kullanılması gereken, para gibi alınıp satılabilen bir metadır. "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nün amacı da budur: Tüm ülkenin saatlerini ve dolayısıyla yaşam ritmini bu yeni, "ayarlı" zamana uydurmak.
Hayri İrdal, bu iki zaman anlayışının arasında kalmış araf bir karakterdir. Ruhu geçmişin anılarında gezinirken, bedeni Ayarcı'nın kurduğu bu yeni ve absürt dünyanın bir parçası olmak zorundadır. Tanpınar’ın bu romandan bağımsız gibi görünen ama yarattığı karakter olan Hayri İrdal’a benzeyen arafta kalmışlığı, bize şiiriyle zaten seslenir: “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” Anlatının (hem romanın hem oyunun) doğrusal olmayan akışı da tam olarak bu içsel çatışmayı, arada kalmışlığı yansıtır. İrdal'ın zihni, "ayarlı" zamanın düz çizgisine isyan edercesine sürekli geçmişin kıvrımlı yollarına sapar.
Anlatı aynı zamanda saatleri ayarlama eylemini, bir toplumu, kültürü ve bireyin ruhunu "ayarlama" çabasının bir alegorisi olarak kullanır. Bize, mekanik bir düzen uğruna insanın kendi iç zamanını, anılarını ve ruhunun doğal akışını feda etmesinin ne kadar trajikomik olduğunu gösterir. Serkan Keskin'in performansı, bu felsefi sorgulamayı bir ders gibi değil, bizzat yaşayan, acı çeken, gülen ve kaybolan bir adamın samimi hikâyesi olarak bize sunarak ölümsüzleştirir.
Oyunun en keskin satirik damarı, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nün varlığının kendisidir. Enstitü, aslında hiçbir gerçek ihtiyaca cevap vermeyen, kendi varlığını meşrulaştırmak için sürekli yeni kurallar, unvanlar ve meşguliyetler icat eden içi boş bir mekanizmadır. Halit Ayarcı karakteri ise bu eleştirinin merkezinde yer alır. Ayarcı, modernleşme ve ilerleme söylemlerini kullanarak, aslında hiçbir anlamı olmayan bir kurumu mutlak bir gereklilik gibi pazarlayan dahi bir manipülatördür. Keskin'in Ayarcı'yı canlandırırkenki enerjisi, kendinden eminliği ve pratik zekâsı, bürokrasinin nasıl bir avuç insanın hırsı ve ikna kabiliyetiyle devasa bir yapıya dönüşebileceğini gözler önüne serer. Oyun da roman da aslında bize şunu fısıldar: Bazen en ciddi görünen kurumlar, en büyük ilerleme hamleleri bile, aslında "mış gibi yapmaktan" ibaret olabilir. Önemli olan işlev değil, varlığın kendisi ve o varlığın yarattığı algıdır.
Her karaktere açık dekor, geçmiş ile bugün arasındaki ekran
Sahne ilk bakışta oldukça yalın: Birkaç eski sandalye, bir masa, bir paravan ve zamanın döngüsel kurgusu gibi dönen bir mekanizmanın üstünde ekran... Oyun ilerledikçe bu minimalist dekorun ne kadar işlevsel ve zekice tasarlandığını anlıyoruz. O sandalyeler, Serkan Keskin'in elinde aniden hayat buluyor, bazen enstitünün ciddiyetsiz yönetim kurulu üyeleri oluveriyorlar, bazen Hayri İrdal'ın hayatına girip çıkmış insanları temsil ediyorlar. Bir sandalye, Halit Ayarcı'nın dinamizmini ve gücünü simgelerken, bir diğeri Doktor Ramiz'in nevrotik hâllerine bürünüyor.
Dekor, oyuncunun hayal gücü için bir oyun alanı yaratıyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Basit bir masa, enstitünün görkemli (!) çalışma masasına, sandalyeler ise bir anda tramvaya dönüşebiliyor. Işık ve ses tasarımı da bu dönüşümü destekleyerek, mekân ve zaman geçişlerini ustalıkla sağlıyor. Bu sayede, devasa bir kadro ve karmaşık bir dekora ihtiyaç duymadan, koskoca bir romanın dünyası tek bir sahnede, bir avuç nesneyle yeniden yaratılıyor. Ama bunda en büyük etken dönen mekanizma üzerinde bulunan ekran. Biz Hayri İrdal’ın anlatılarında geçmişe ya da o ana girmeden önce aktarımlarını önce ekranda görüyoruz. Teknolojik bir entegrasyonla her karakter Serkan Keskin’in oyunculuğuyla önceden canlandırılmış, montajlanmış (tıpkı Leyle ile Mecnun dizisindeki İsmail Abi’nin akrabaları gibi). Oradaki anlatı, kesildiğinde paravanda ya da tuvalet masasında bir iki kostüm dokunuşuyla sahnede devam ediyor. Bu her ne kadar teknolojiden yardım alınarak yapılsa da kesintisiz bir merakla izleyiciyi sahneye kilitleyen, Serkan Keskin’in bizzat kendisi oluyor.
Serkan Keskin: Tek kişilik orkestra
Elbette oyunun kalbi, ruhu, her şeyi: Serkan Keskin’den bahsetmesek bu oyunu yeteri kadar anlatmış olamayız sanırım. Zira Keskin, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün sahnesinde âdeta tek kişilik bir orkestraya dönüşüyor. Sadece birkaç saniye içinde, omuzlarını düşürüp sesini kısarak pısırık Hayri İrdal olurken, bir sonraki anda dimdik duruşu ve tok sesiyle pragmatist ve enerjik Halit Ayarcı'ya dönüşüyor. Seyit Lütfullah'ın gizemli ve uhrevi havasından, Pakize'nin naifliğine kadar onlarca karakter, onun bedeninde ve sesinde hayat buluyor.
Bu karakter geçişlerindeki ustalığı o kadar akıcı ki sahnede gerçekten birden fazla kişi olduğuna inanabilirsiniz. Keskin, sadece metni ezberleyip oynamıyor; Tanpınar'ın kelimelerinin ardındaki hüznü, ironiyi ve hayat felsefesini damıtarak seyirciye sunuyor. Onun performansı sayesinde, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" sadece bir roman uyarlaması olmaktan çıkıp başlı başına özgün bir sanat eserine dönüşüyor.
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü" oyunu, edebiyat ve tiyatronun mükemmel bir buluşması diyebiliriz. Serkan Keskin'in virtüözlüğü, akıllıca tasarlanmış minimalist dekoru ve romanın ruhunu yakalayan anlatı akışıyla hem Tanpınar okurlarını hem de iyi bir tiyatro izlemek isteyen herkesi derinden etkileyen, uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir deneyim sunuyor. Bu oyun, bir insanın ve birkaç sandalyenin, koca bir evreni nasıl sahneye sığdırabileceğinin en parlak kanıtlarından biri diyebiliriz.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.