15 Eylül 2025

Sınırları aşan mızrap: Şerif Muhiddin Targan

Şerif Muhiddin Targan, Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında Doğu ve Batı müziğini sentezleyen efsanevi bir bestecidir. “Rabb'ul Ud” olarak anılan Targan'ın New York konserleri ve Bağdat'ta kurduğu ud ekolü, onu müzik tarihinin unutulmaz isimlerinden biri yapmıştır.

İstanbul'un Çamlıca tepelerinde, servi ağaçlarının gölgesinde, rüzgârın tellere dokunduğu bir köşk vardı. Bu köşk, taş ve ahşaptan yapılmıştı lakin Doğu ile Batı'nın nefes kesici bir ahenkle buluştuğu, seslerin ve fikirlerin hiç durmadan dans ettiği canlı bir organizmaydı. “Şerifler Köşkü”...

İşte, 1892'nin o puslu kış gününde, bu köşkte dünyaya açılan bir çift göz, ileride yalnızca bir enstrümanın değil; bir kültürün, bir medeniyetin ve nihayetinde insan ruhunun en derin tellerine dokunacaktı. Adına, soyunu Hz. Muhammed’in torunu Hasan'a dayandıran o asil ailenin bir geleneği olarak “Şerif” unvanı eklenmişti: Şerif Muhiddin Targan.

Onun hikâyesi, bir virtüözün doğuşunun ötesinde, iki dünya arasında sıkışıp kalmış bir imparatorluğun çocuğunun, kimliğini kaybetmeden modernleşme sancılarına nasıl cevap verdiğinin destanı olacaktı. Çamlıca'daki konak, onun için sıradan bir ev değil, ilk konservatuvarıydı. Duvarlarında, amcası Şerif Cafer Paşa'nın ince işçilikle yonttuğu udların kokusu, ağabeyi Şerif Abdülmecid'in kemanından yükselen Batı'nın romantik ezgileri ve annesinin dilinden dökülen geleneksel şarkılar birbirine karışırdı. Bu sesler cümbüşünün ortasında büyüyen küçük Muhiddin; daha o yaşlarda, bu iki ayrı dilin aslında aynı evrensel duygunun farklı lehçeleri olduğunu sezmiş olmalıydı.

Çamlıca’dan New York’a…

Onun sanatı, bir sentezden çok daha fazlasıydı; bir diyalog, hatta bir aşk hikâyesiydi. Udun o kadim, hüzün dolu ve içe dönük sesi ile viyolonselin o derin, tutkulu ve romantik tonu, Targan'ın ellerinde ilk kez aynı dilde konuşmaya başladı. Onu dinlerken, insan kendini, İstanbul'un daracık sokaklarından New York'un ışıltılı caddelerine, oradan Bağdat'ın kadim çöllerine uzanan büyülü bir yolculuğun ortasında buluyordu. Peki, nasıl oldu da bir Osmanlı beyefendisi, kendini Manhattan'ın soğuk ama bir o kadar cezbedici sahnelerinde buldu? Mehmet Âkif Ersoy gibi bir dâhinin, onun gidişi üzerine “Şarka Davet” gibi hüzünlü bir şiir yazmasına neden olan o derin sır neydi?

Cevap, belki de New York'taki Town Hall'da verdiği o efsanevi resitalde saklıdır. Sahneye önce uduyla çıktı. Mızrabını vurduğu ilk notayla birlikte, dinleyicileri kadim bir Şark masalının ortasına fırlattı. Makamların iç içe geçtiği, duyguların anbean şekil değiştirdiği bir taksimle herkesi büyüledi. Sonra, sahneye viyolonselini aldı. Aynı eller, bu sefer Bach'ın eserlerine hayat verdi. İki farklı dünya, iki farklı ruh hâli, aynı sanatçının nefesinde birleşiyordu. O, Batı'ya Doğu'nun sesini taşırken, Doğu'ya da Batı'nın teknik mükemmelliğini ve bireysel ifade gücünü götürüyordu. Bu, sıradan bir konser değil, bir manifestoydu.

Her çalışında o hikâyenin yeni bir yorumcusu oldu

Targan'ı diğer ustalardan ayıran şey, teknik virtüözitesinden ziyade enstrümanına yüklediği "birey" olma bilinciydi. Geleneksel meşk sisteminde icracı, nakilcidir; bir hikâyeyi olduğu gibi aktarır. Oysa Targan, her çalışında o hikâyenin yeni bir yorumcusu, hatta yeni bir yazarı oldu. Udun tellerinde gezinen mızrabı, bir ressamın fırçası gibi crescendo'larla, diminuendo'larla, accelerando'larla âdeta tablolar çizdi. Onun icrası, bir doğaçlama değil, içsel bir yolculuğun dışavurumuydu. Niccolò Paganini keman için ne yapmışsa, Şerif Muhiddin de ud için onu yapmış; enstrümanın sınırlarını zorlamış, ona âdeta yeni bir ruh üflemişti. Ona yakıştırılan "Rabb'ul Ud" (Udun Efendisi) unvanı, bu yüzden boşa değildi.

Lakin onun dehası müzikle sınırlı kalmadı. Tıpkı Rönesans sanatçıları gibi o da çok yönlü bir dâhiydi. Fırçasını eline aldığında, özellikle Abdülhak Hamid gibi dönemin önemli simalarının portrelerini yaparak, onların ruh hâllerini tuvale yansıttı. İlginçtir, akademisyenler onun bestelerini de “müzikal portreler” olarak adlandırır. “Kanatlarım Olsa İdi” eseri, dinleyicide kanatlanıp uçma hissi uyandırırken, “Koşan Çocuk” adlı eseri, coşkuyla koşan bir çocuğun neşesini ve masumiyetini notalara döker. Görsel ve işitsel sanat, onun ruhunda tek bir hakikate hizmet ediyordu: İfade.

Bağdat günleri…

Ve sonra, hayatındaki belki de en az bilinen ama en kalıcı izi bıraktığı serüven başladı: Bağdat. 1930'ların ortasıydı. Irak hükûmetinin davetiyle gittiği bu kadim şehir, onun için yepyeni bir tuval oldu. Bağdat Konservatuvarı'nın kurucu dekanı olarak, orada sadece bir okul inşa etmedi, bir ekol, bir gelenek yarattı. Munir Bashir, Jamil Bashir gibi isimler onun öğrencisi oldu ve ondan öğrendikleri virtüözite anlayışını alıp kendi kimlikleriyle harmanlayarak modern Irak ud stilinin temelini attılar. Targan, Çamlıca'daki köşkün ruhunu, Bağdat'ın sıcak toprağına taşımıştı. Bir Osmanlı aydını, Arap müziğinin seyrini değiştiriyordu. Bu, onun sanatının ne kadar evrensel ve sınır tanımaz olduğunun en büyük kanıtıydı.

13 Eylül 1967'de fiziken aramızdan ayrıldığında, ardında sadece besteler ve kayıtlar değil, sonsuz bir ilham mirası bıraktı. Günümüzde dahi, onun adını taşıyan “Targan Ud” modeli, onun çalış tekniğindeki yenilikçi ruhu yaşatmak için özel olarak tasarlanıyor. Onun ud metodu, hâlâ dünyanın dört bir yanındaki udiler için bir kılavuz niteliğinde.

Şerif Muhiddin Targan'ın hikâyesi, bize bir kez daha hatırlatır ki gerçek sanat, sınırları kaldırır. Doğu ile Batı, gelenek ile modernlik, birey ile toplum arasında bir köprü değil, onları birbirine yakınlaştıran bir sestir. Onun müziğini dinlerken, hâlâ Çamlıca'daki o köşkün rüzgârında uçuşan notaları, New York'un heyecanını ve Bağdat'ın kadim hikayelerini duymak mümkün. O, bir müzisyenden öte, zamanlar ve mekânlar ötesine uzanan bir sesin, hiç susmayacak nağmesi…

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...