10 Aralık 2025

Sanatkâr: IV. Murad

Kılıcının keskinliği, ruhundaki notaların şiddetinden gelirdi. Bir eliyle devletin kan emicilerini boğazlarken, diğer eliyle narin tanburu çalabilen tek hükümdardı o. Bu yazı dizimizin konusu Sultan IV. Murad.

İstanbul, 1623. Gökyüzü ağırdı; tıpkı imparatorluğun omuzlarına çöken kaos gibi. 11 yaşındaki Şehzade Murad, o gün tahta oturduğunda, üzerinde taşıdığı kaftanın ağırlığı babası ve ağabeyinin kanından geliyordu. Gözleri henüz çocukluğun masumiyetini taşırken, ruhu erken olgunlaşmanın travmasıyla yaralıydı. Amcasının akıl sağlığının bozukluğu, ağabeyi Genç Osman’ın trajik sonu… Murad, tahtı değil, bir yetim kalmış bir devleti devralmıştı; son hükmü verenler ise askerin yağmacı sesi ve annesi Kösem Sultan’ın gölgesiydi.

Bu fırtınalı ilk yıllarda, sarayın iç avluları ve Enderun'un loş odaları onun sığınağı oldu. Dışarıdaki gürültü ve isyan, içindeki sesi susturamadı. O, tahtın genç hükümdarı olmaktan çok, ruhunu beslemek zorunda olan bir Genc-i Nâz (Nazlı Genç) idi.

Devlet adamları entrika dokurken, Murad parmaklarını tanburun gergin tellerinde dolaştırıyordu. Titreşen her tel, dış dünyadaki gürültüyü boğuyor, içindeki karmaşayı bir makama dönüştürüyordu. O sadece öğrenmedi; o, müziğin içinde kendini yeniden yarattı. İlerideki askerî dehasının disiplini, belki de notaların kesinliğinden, makamların kusursuz matematiğinden geliyordu. Tarihçilerin ona "Tanburi Murad" demesi boşuna değildi. Onun için müzik, bir uğraştan öte, kılıcını bileyen, otoritesini sessizce kurduğu ruhani bir ritüeldi. Siyasi ve iktisadi sorunlar sebebiyle sarayda durma noktasına gelen müzik, genç bir sultanın ruhunda yeşeren tohumla yeniden kubbenin altında hayat buluyordu.

Musiki, onun yaratıcılığının sadece bir yönüydü. Bestelerinde Şah Murad mahlasını kullanan IV. Murad, duygularını ve içindeki büyük yalnızlığı, şiire döktü. Şiirlerinde kullandığı mahlas ise tıpkı II. Murad ve III. Murad’ın seçtiği gibi, kısa ve mağrur:

"Muradî"

Bir yanda, isyankâr sipahilerin başını kesmeye hazırlanan kudretli padişah; diğer yanda, divan şiirinin en nazik kafiyelerini arayan bir şair:

Gönül bağın harâb ettin, nice sabredemem yâd et.
Derd-i aşkınla yanarım, sen bana bir nefes imdâd et.

Bu dizeler, sarayın en otoriter odalarından değil, en hassas köşesinden geliyordu. Muradî’nin şiirlerinde dile gelen hüzün ve teslimiyet, saltanatın getirdiği ağır yükü omuzlamış ancak asla ruhunu kaybetmemiş bir sanatçının sesiydi.

Kendi döneminin en büyük hattatlarını ve müzehhiplerini sarayında topladı. Onların eserlerindeki estetik kusursuzluk, tıpkı onun devlet yönetiminde aradığı mükemmeliyetçiliğin bir yansımasıydı. Bir fermanın kâğıt üzerindeki ahengi, imparatorluğun sınırlarının sağlamlığı kadar önemliydi. Sanat, onun için estetik bir zevk değil, İlahi Nizam’ın yeryüzündeki gölgesiydi.

1632 yılı geldiğinde, Sultan, artık bir gölge hükümdar değildi. Büyümüş, olgunlaşmış ve demir bir iradeye bürünmüştü. İsyancılar teker teker temizlendi, devletin çarkları yeniden işlemeye başladı. O, şimdi sadece disiplin isteyen bir hükümdar değil, zaferlerini tarihe kazımak isteyen bir himaye ediciydi.

1635'te Revan’ı, 1638'de ise Bağdat’ı geri aldı. Bu zaferler, sadece haritada bir değişiklik değil, aynı zamanda İstanbul'da sanatın zirveye çıkışının bahanesi oldu. Topkapı Sarayı’nın dördüncü avlusuna, bu iki büyük askerî başarıyı ebedileştirmek için iki mimari şaheser inşa ettirdi:

Revan Köşkü ve Bağdat Köşkü

Bu köşkler, saltanatının ruhunu yansıtan bir sentezdi: Dışarıdan bakıldığında kudretli, sade ve geometrik bir güç ifadesi; içeri girdiğinizde ise İznik çinilerinin ve kalem işlerinin zenginliği ve inceliği başınızı döndürürdü. O çinilerdeki turkuaz ve kobalt mavisi, Bağdat'ın çöl sıcağını ve Revan'ın dağ soğuğunu yenen bir imparatorluk rüyasının renkleriydi. Sultan, kılıcıyla fethettiği toprakların estetiğini, sanatkârlarının elleriyle sarayına nakşetmişti. Mimari, artık bir zafer anıtıydı.

IV. Murad’ın en büyük trajedisi, sanatçı ruhu ile hükümdarlık sorumluluğunun birbiriyle savaşmasıydı. O, tanburunu çaldığı meclislerin hemen ardından, saray çevresinde toplanan ve düzeni bozan her türlü iştiraki, özellikle de kahvehaneleri ve tütün içmeyi yasakladı.

Bu yasaklar, sadece bir asayiş tedbiri miydi? Yoksa kendi hassas dünyasını koruma çabası mıydı? Kahvehaneler, kontrolsüz fikirlerin, dedikodunun ve sanatın yozlaşmış bir versiyonunun yayıldığı yerlerdi. Kendi sarayında en yüce sanatı (Klasik Türk Müziği, Divan Edebiyatı) icra ederken, sokaktaki “gelişigüzel” eğlenceyi ve disiplinsizliği kabullenemedi. O, devleti bir sanat eseri gibi kusursuz ve kontrollü görmek istiyordu. Kendi sanatındaki disiplini, tüm imparatorluğa uygulamaya çalıştı.

Ne var ki bu sert disiplin, kendisinin de genç yaşta yorgun düşmesine neden oldu. 1640 yılında, henüz 28 yaşındayken vefat etti. Bağdat'ın fethinden döndüğünde dahi tanburunu elinden bırakmayan bu genç hükümdar, hastalığı sırasında dahi son bir melodi aradı belki de.

Sultan IV. Murad’ın hikâyesi, bir paradoksun zaferidir. O, isyan eden bir çağı kanla durdurdu; ama arkasında bıraktığı en kalıcı miras, ne askerî zaferler ne de korkuyla dolu yasaklardı. Dökülen kanlar kurudu, alınan canlar unutuldu, alınan topraklar rüzgarla savruldu. Geriye bugün bile Topkapı Sarayı’nda dimdik duran o muhteşem köşkler, Divan Edebiyatı defterlerine saklanmış hüzünlü "Muradî" mahlaslı şiirler ve Türk Müziği’nin derinliklerinde yankılanan kayıp makamları kaldı.

O, kılıcın gölgesinde bir melodi çaldı. Sertliğiyle çağına damga vurdu fakat ruhunun inceliği sayesinde, nesillere aktarılacak bir estetik miras bıraktı. Kudretin çelişkiyle harmanlandığı, unutulmaz bir hikâyeydi bu:

Bütün dünyâ benim olsa gamım gitmez nedendür bu.
Ezelden tıynet-i gamla binâ olmuş bedendür bu.

(Bütün dünya benim olsa da kederim gitmez, sebebi nedir bu?
Bu beden, ezelden keder mayasıyla yapılmış bir vücuttur.
)

Kaynakça

İsmail Hakkı Uzunçarşılı. “Osmanlı Tarihi, III. Cilt, II. Kısım: XVI. Yüzyıl Ortalarından XVII. Yüzyıl Sonuna Kadar”. Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2011.

Mirşan Yılmaz Önge. “Türk Çini Sanatı ve Topkapı Sarayı Revan ve Bağdat Köşkleri”. Sanat Tarihi Dergisi, Sayı: 10, Ege Üniversitesi Yayınları, 2001.

Leslie P. Peirce. “Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu'nda Kadınlar ve Egemenlik”. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.

Hüseyin Sadettin Arel. “Türk Musikisi Kimindir?”. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004.

Halil İnalcık. “Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600)”. Yapı Kredi Yayınları, 2011.

Evliya Çelebi. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Cilt 1-2”. Üçdal Neşriyat, 1986.

Ahmed Refik. “IV. Murad: Bağdat Fatihi”. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1992.

Ahmet Şahin Ak. “Türk Musikisi Tarihi”. Akçağ Yayınları, 2018.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...