03 Aralık 2025

Oscar’a aday bir dönem hikâyesi: Piano Piano Bacaksız

Kemal Demirel’in aynı adlı romanından Tunç Başaran tarafından sinemaya uyarlanan “Piano Piano Bacaksız”, hem bir çocuğun naif dünyasından hem de dönemin Türkiyesi'nden kesitler sunuyor. Nostaljik ve biraz da dokunaklı olan bu esere gelin birlikte bakalım.

“Piano piano!” İtalyancada “yavaş yavaş” anlamına gelen bir kelime dizisi… “Yavaş yavaş, bacaksız!” Yaramaz, afacan, hareketli bir çocuğa söylenebilecek tatlı ama aynı zamanda uyarıcı bir söz. Sözün muhatabı bu tatlı, afacan ama bir o kadar da etrafına, çevresine, birlikte yaşadığı insanlara karşı görüsü açık, sevgi dolu, zeki bir çocuğun gözünden anlatılan bir hikâyeye dönüşüyor bu tamlama, Kemal Demirel tarafından. Kendisine ithafen Kerim Dayı’sının cümlesiyle: “Piano Piano Bacaksız”…

Kemal Demirel’in 1984 yılında anı-öykü formunda kaleme aldığı, çocukluğunun İstanbul’unu, dönemin yoksulluk, sefalet içindeki yaşamını ve ardındaki samimi dünyayı anlattığı bir hikâye “Piano Piano Bacaksız”. İstanbul’un Haliç kıyısındaki yoksul mahallelerinin, kiralık odaların, küçük umutların ve dayanışmanın hikâyesi… Kemal Demirel’in kendi çocukluğundan parçalarla anlattığı bu anılar; büyürken “yavaş yavaş” öğrendiği dünyayı seriyor önümüze; 1930’lu yılların yoksulluğunu, iki dünya savaşı arasına sıkışmış kaygı dolu yaşam mücadelesini.

Başlık önce “Evimizin İnsanları” olarak belirlenmiş, ilk yayınlar da bu başlıkla yapılmış. İstanbul’un Kasımpaşa semtinde arnavutkaldırımı döşeli, eski mi eski bir sokakta yer alan on odalı konağın içinde barındırdığı, kol kanat gerdiği insanlar bulunuyor bu anlatıda. Kemal Demirel’in ailesiyle birlikte kalan birçok aile ve dramları...

1930’lar İstanbul’unda yıkık dökük bir konak

On odalı bir evin ısıttığı ya da soğuğu hiç değilse kalplerinden aldığı sakinlerinin hikâyesini anlayabilmemiz için o dönemin içinden tasavvurumuzu kurmamız gerekiyor öncelikle. Demirel’in anıları, kitabında da bahsettiği üzere 1930’lar-1940’lar İstanbul’unu resmediyor. Bu dönem Türkiye’si, Cumhuriyet’in erken yıllarının devletçi yönelimleri, ekonomik dönüşümler ve 1929 Büyük Buhran’ın etkileriyle şekillenmişti. 1930’ların sosyal-ekonomik politikası ülke sanayileşmesinde ve kent yaşamında belirleyici olmuş; kırsal-şehir ilişkileri, göç, kentlerde artan yoksulluk ve yeni iş olanakları gibi olgular insanların gündelik yaşamını fazlaca etkilemişti. Büyük Buhran ve yaklaşan yeni savaş da cabası… Bu çerçeve; Kasımpaşa gibi tersane ve kıyı semtlerinde çalışan, küçük esnaf, işçi ve kiracı halkın hayatını anlamlandırmak için önemli. Bu yüzden Demirel’in metnindeki yoksulluk, dayanışma ve küçük umutlar, dönemin makroekonomik gerçekleriyle uyumlu bir mikro-sosyolojik portre sunuyor bize.

Kasımpaşa’nın tarihsel kimliği de hem tersaneye dayalı bir emek mahallesi hem de zengin kültürel mozaik içeren bir semt olarak öne çıkıyor Demirel’in anlatısında. Anılarındaki bu semtle toplumsal tabakalaşmayı ve gündeliğin içine sıkışan çatışmaları daha da görünür kılıyor. O dönemin kent dokusunu ve insanların gündelik taktiğini (paylaşma, karşılıksız yardımlaşma, küçük ticaret) düşününce Demirel’in anlatısı, bu mikro-dünya betimlemelerini başarılı kılıyor. Peki nasıl bir evden, dünyadan bahsediyoruz? Bu evin içindekiler nasıl bir hayat yaşıyorlardı? Kemal Demirel şöyle anlatıyor:

“Evde ne su vardı ne de elektrik. Dış kaplamaları yapıldığı günden beri boya yüzü görmemiş bu iki katlı ev on odalıydı, her odasında da bir aile oturuyordu. Alt katın girişinde küçük bir taşlık vardı. Eskiden kareli malta taşıyla kaplıyken sonradan üstüne beton dökülmüş. Taşlığın sağ yanında Çamaşırcı Ulviye Teyze’nin ve Münevver Abla’nın oturdukları iki oda vardı. Ulviye Teyze’nin odası biraz yüksekte olacaktı ki oraya bir iki basamakla çıkılırdı. Münevver Abla’nın odasına düz ayak girilirdi ama bu odanın da önünde içinde kuyu bulunan ufacık bir taş oda daha vardı. O taş odada Münevver Abla’nın annesiyle birlikte benim yaşıtım olan oğlu Abdullah yatarlardı. Taşlığın sol yanındaysa Kerim Dayı’nın oturduğu odayla, kiracısı sürekli değişen, pencereleri yan bahçeye bakan büyükçe bir oda vardı. Bu odanın anımsadığım en son kiracıları, ben yaşlarda olan sarı saçlı çilli kızla annesiydi… Yukarıdaki sofa alt kattakinden ufaktı. Üst sofaya çıkıldığında solda yüksekçe bir setten sonra girilen oda bizim odaydı. Yanımızdaki iç içe iki odada Arabacı Tevfik, çoluk çocuğu ve annesi yaşardı. Bizim oda kapımızın karşısında pençeleri bahçeye bakan balkonlu odayla onun yanında da kapısı evin bütün oda kapılarından daha büyük olan bir oda yan yanaydı. Koca kapılı odada Feriha Abla ile Senai Abi otururlardı. Alt kattakiler için de üst kattakiler için de kullanılabilir tek hela bu katta bulunuyordu. Her girenin bir öncekine küfrettiği bir hela…”

Kemal Demirel’in dedesinden kalma fakat amcasına ait bu konakta herkes kiracı; kimisi işçi, kimisi işsiz, kimisi felsefeci bir pazarcı, kimisi hırsız, kimisi de defineci… Fakat çoluk çocuk; herkesin iaşesi için ortak çalışıyor, kimse bir diğerinin açlığı üzerinden tokluk sağlamıyor; yeri geliyor bir tavuğu birlikte çalıyor, birlikte pişirip yiyor; yeri geliyor pazardan yürütülen bir koli üründen elde edilen para ekmek almak için birlikte paylaşılıyor. Bu evde çocuk işçiliğinden, dağılan hayatlardan, açlıktan, soğuktan, hastalıktan, aşk hikâyelerinden pek çok kırıntı; bu birlikteliği ve paylaşımı ilginç bir fedakârlık örneğiyle büyütüyor.

Kemal ise yazlık sinemaların temizliğini yaparak para kazanmaya çalışan, okulda başarılı olamasa da hayatını kurtarmaya ümitli ve bu kolektif paylaşımı yüreğinde derinden hisseden bir çocuk bu evde. Aile olmayı, kendi ailesinden çok burada öğrenmiş, komşu kızının ayakkabılarıyla soğuktan korunmuş bir çocuk… Ruhuna dokunan çok insan ve hayat var. İçlerinden ikisi ise hikâyenin temeline oturuyor; baba figüründen daha çok o iki kişi içine işliyor: Senai Abi ve Kerim Dayı. İkisi de Demirel’in söylediği gibi apayrı kişiliklere sahip. Ona göre Senai Abi barışın, Kerim Dayı savaşın insanı. Kerim Dayı, aslında Kemal’in öz dayısı olmasa da annesinin uzaktan bir akrabası. Definecilikle uğraşıyor. Çarpışa didine eline geçirdiği ganimetleri çevresindekilere dağıtan, birlikte yaşadıklarını yaşatmak için savaşan biri… Bir nevi dolandırıcı ama Robin Hood misali… Senai Abi ise bir amiralin oğlu. Felsefe okuması için gençken Berlin’e gönderilmiş, mürekkep yalamış entelektüel bir adam. Okulu bitiremeden dönünce babasının bakkalında çalışmış, orada da bir yüzbaşının eşi olan Feriha Abla ile tanışmış. Aşkları ne yasak tanımış ne de dönemin hukuki yaptırımları onları durdurmuş. Aşkları uğruna hapis yatsalar da sonunda bu evde yoksulluk içinde birbirleri için mücadele etmeye devam etmişler. Senai Abi, aşkla, nezaketle, incelikle, fedakârlıkla Kemal’in hayatına girerken; Kerim Dayı mücadeleyle, kurtarıcılıkla değiştiriyor istikbalini. İcat edilen bir define para getirirken; samimiyetle paylaşılan hayatlar daha büyük bir miras bırakıyor.

Kemal bu eve ve işleyişine yönelik gözlemlerini aktarırken bu iki kişinin evreniyle bütünleşiyor. Evde yaşayanların hayatı, ortak anılar, paylaşılan acılar ve mutluluklar, umutlar gündelik hayatın içinden Kemal’in gözünden süzülüp gelirken bize aktarılan en önemli şey samimiyet oluyor. Evet buradaki herkes fakir, aç ve sefaletin mağduru… Ama her biri geçmişin sokaklarındaki gerçek kişiler, hakikatler. Bu yüzden hikâye bize bir olay örgüsünden ziyade, yaşamdan bir kesit sunarak bu gerçekliği yüzümüze çarpıyor. Hikâyenin sonu, şimdiden söyleyelim mutlu bitiyor. Birbiri için mücadele veren herkes bu evden umutları doğrultusuyla çıkıyorlar… Para, Kerim Dayı’nın bulduğu değil ama icat ettiği bir defineyle peyda olsa da “varlığını” en çok sevgi büyütüyor, paylaşım kurtarıyor. Odadaki her ailenin hayatı, kendi düzleminde kendi seyrinde bu paranın ümidiyle devam ediyor.

Tunç Başaran’ın sıcak kamerası

Tunç Başaran’ın 1991 tarihli uyarlaması (Piano Piano Kid / Piano Piano Bacaksız), kitabın masumiyetini ve mahalle atmosferini genel hatlarıyla koruyarak sinemaya taşıyan bir film. Senaryosunda Demirel’in metniyle birlikte Ümit Ünal ve Başaran’ın katkıları görülüyor. Yönetmenin sıcak yaklaşımı çocuk merkezli anlatıyı doğrudan yansıtıyor. Görüntü yönetimi ve sesin kullandığı ritim de filmin nostaljik ve hüzünlü-umutlu tonunu besliyor. Filmin -kitabın da merkezinde olan- bu “iç ısıtan” ve “samimi” dili; Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar” gibi önceki işleriyle benzer bir çizgide kurulduğu açık.

Film, genel olarak metnin damarına sadık: mahalle melodisi, çocuk bakışı, küçük kahramanlıklar korunuyor. Özellikle anlatılan mekânın, kentin kendi dönem ruhuyla somutlaşması bu hikâye için oldukça elzem. Okurun hayal gücünde şekillenen konak, arnavutkaldırımı sokaklar, içlerindeki gündelik yaşam; içtenlikli bir sinematografiyle veriliyor filmde.

Çocuk perspektifinin sahiciliğini ekrana yansıtmak kolay olmasa da Kemal’i canlandıran Emin Sivas’ın saf oyunculuğu kitaplardaki anlatıma uyuyor. Hele de anlatıcı Müşfik Kenter ise… Müşfik Kenter’in Kemal’e verdiği sesle bambaşka bir hâlde filme dokunuyor. Kitabın edebî zenginliği, âdeta onun anlatıcılığında izleyenlerin tasavvuruna akıp gidiyor. Filmde ayrıca Kemal’in hayatında önemli bir role sahip Kerim Dayı’yı Rutkay Aziz; Senai Abi’yi Taner Barlas, Feriha Abla’yı Ayşegül Ünsal, annesi Kamile’yi Serap Aksoy, babası Hasan’ı ise Yalçın Güzelce canlandırıyor. Hikâyenin samimiyeti, usta oyuncuların katkılarıyla yüreğimizde ete kemiğe bürünüyor böylelikle.

“Bana Sinema Yazarları Ödülleri getirdi o film (En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü). Sinema tarihine girmiş bir film ‘Piano Piano Bacaksız’” diyecek; Serap Aksoy geçmişi “Rutkay Aziz ile ikinci çektiğimiz filmdi. İlki ‘Yer Gök Bakır’dı. ‘Piano Piano’ Bacaksız çok keyifli bir projeydi, ‘Evimizin İnsanları’ adlı bir romandan yapılmıştı. Çok keyifli bir çalışmaydı” sözleriyle anacaktı.

“Piano Piano Bacaksız” hem kitap hem film olarak, büyük tarihsel kırılmaların gölgesinde ama insana dair küçük anlarının parlaklığında duran bir iş. Demirel’in dili, basit bir çocuk anlatısıyla derin toplumsal duygulara erişirken; Tunç Başaran’ın filmi, o dili görsel duyarlılıkla çoğaltıyor. Bu başarıyla film 65. Akademi Ödülleri’nde Türkiye’nin “Yabancı Dilde En İyi Film” dalında Oscar aday adayı seçilse de ülkemizde yeterli ilgiyi hâlâ göremiyor gibi…

Eğer nostaljiye boğulmak değil, insanın basit görünen ama kıymetli erdemlerini (paylaşma, sevgi, direnç, fedakârlık) yeniden hatırlamak istiyorsanız hem kitabı okumak hem filmi izlemek muhakkak size iyi gelecek; yüreğinizi ısıtacaktır.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...