30 Ekim 2025

Molière’in kaçkını: Le Misanthrope (İnsandan Kaçan)

Molière’in 1666’da yazdığı “İnsandan Kaçan”, yüzyıllar sonra Devlet Tiyatroları sahnesinde yeniden hayat buluyor. Cem Emüler rejisiyle klasik formuna sadık kalan oyun, 17. yüzyılın iki yüzlülük eleştirisini zamansız bir dürüstlük sorgusu üzerinden sunuyor.

Molière'nin "İnsandan Kaçan" (orijinal adıyla Le Misanthrope) adlı eseri, tiyatro tarihinin en keyifli, en dahice ve en eleştirel oyunlarından biridir. Devlet Tiyatroları (DT) sahnesinde bu klasiğin yeniden hayat bulması ise tiyatro severler için gerçek bir ziyafet. Gelin, 17. yüzyıl Paris salonlarından günümüz İstanbul sahnesine uzanan bu keyifli serüvene, Molière'in sivri diline ve Devlet Tiyatroları'nın güncel yorumuna derinlemesine bir bakalım.

Perde 1: 17. yüzyıl Paris'i ve "Huysuz" Alceste'in doğuşu

Takvimler 1666 yılını gösteriyor. Molière, Fransa'da "Güneş Kral" XIV. Louis döneminin zirvesindedir. Ancak başı derttedir. Meşhur oyunu “Tartuffe” (1664), dindarlık maskesi altındaki iki yüzlülüğü eleştirdiği için kilisenin ve saraydaki güçlü çevrelerin şimşeklerini üzerine çekmiş, yasaklanmıştır.

Molière, bu baskı ve sansür ortamında, "İnsandan Kaçan"ı yazar. Bu oyun, “Tartuffe” kadar gürültülü bir komedi değildir; daha incelikli, daha "yüksek" bir komedidir. Bir nevi Molière'in çevresindeki sahtekârlıklara, yapmacık nezaket kurallarına ve dalkavuklukla yürüyen saray hayatına verdiği edebî bir cevaptır. Dönemin saray ve kent ilişkilerini, ikircikli dünya düzeninin oluşmasında ve yerleşmesinde etkili olan insan tipolojisini, “namuslu insan” (ki 17. yüzyılın “makbul vatandaş” tasavvurunda yer alan sıfatlardır bilgili, kültürlü, terbiyeli, nezaketli, cesur, erdemli, dengeli insan) tanımının dönem içindeki çıkmazlarını eleştirir.

Oyun, 1666’da Palis-Royal’de ilk sahnelendiğinde önceki oyunları gibi tam bir "hit" olmaz. Neden mi? Çünkü hem Moliére’nin diğer oyunlarındaki gibi sürükleyici bir aksiyona sahip değildir hem de seyirciye eğlenceden ziyade içsel bir sorgulama deneyimi sunar; kahkaha değil, acı bir tebessüm vaat eder. Ama yine de Rousseau’nun dediği gibi “İnsan bu kadar hayranlık uyandıran oyuna bir kez daldı mı, ondan kendini kurtaramaz; onunla düşüp kalktınız mı yeni güzellikler bulursunuz.” Zira Moliére bu güzellikleri gerek kurduğu eşsiz, incelikli, derin ve edebî diyaloglarda gerekse içimizi kemiren sorularda yaratır. Belki dönemine dair bir sorudur “Herkesin iki yüzlü olduğu bir dünyada, sonuna kadar dürüst olmak bir erdem midir, yoksa bir tür delilik mi?” sorusu. Ama 350 yıldır olduğu gibi hâlâ cevabı net değildir. Bu da Moliére’nin oyunlarının ne kadar zamansız ve evrensel konulara ışık tuttuğunun bir kanıtıdır belki de.

Perde 2: Alceste'in derdi ne?

Oyunun merkezinde Alceste adında bir adam vardır. Alceste, kelimenin tam anlamıyla "sosyal alerjisi" olan biridir. İnsanların yapmacık iltifatlarından, sahte gülümsemelerinden ve "nabza göre şerbet" vermelerinden tiksinir. Ona göre dünya, yalan ve riyakârlık üzerine kurulu bir bataklıktır. Alceste, arkadaşı Philinte’ye şöyle anlatır ruhunun acısını, kaçındığı insan keşmekeşini:

Olmaz, o sizin birçoğu ortalıkta dolaşan

İnsanlarınızın o aşağılık tutumları bana gelmez;

Beni en çok tiksindiren şey,

O emret fındık kabuğuna gireyim diyenler,

Her önüne geleni şapır şupur öpenler,

O gönül okşayıcı laf ebeleri

O herkesle incelik yarışına çıkanlar,

Akılsızla akıllıyı bir tutanlar.

Neye yarar bir insanın sizi koltuklaması,

Dostluk, güven, sevgi sözü vermesi,

Ballandıra ballandıra sizi övmesi,

Bunları ilk rastladığı hödüğe de söylemesi?

Olmaz, olmaz öyle orta malı değer,

Biraz kendini biliyorsa eğer,

Hiç kimse istemez o namussuz değeri

Aslında Alceste'in felsefesi basittir: "Dürüst olmalı insanlar. Samimiyetsiz, çıkarcı olmak ya da iki yüzlü davranmak yerine gerçekleri söylemeli, patavatsızlık pahasına bile olsa!" Fakat bu felsefesi, döneminin saray ve kent ilişkilerine o kadar terstir ki maruz kaldığı samimiyetsizlik ve iki yüzlülük onu âdeta çıldırtan bir insan nefretine düşürür:

Öyle acı şeyler gördüm ki susmam,

Saray da kent de çileden çıkarıyor beni

Aralarında bu kıratta insanları gördükçe

Ateş kesiliyorum öfkeden, üzüntüm derin;

Her yerde o bayağı şakşakçılık,

Haksızlık, çıkarcılık, hainlik, dolap;

Dayanamıyorum artık, çılgına döndüm,

Niyetim, kimin yarattığına bakmadan,

Tüm insanları kırıp geçirmek.

Alceste’nin bu tahammülsüz nefreti, başını belaya sürükleyen bir lanet hâlini alır. Dost meclislerinde patavatsızlığa giden dürüstlüğü sebebiyle sevilmez, hatta kötü bir şiire "kötü" dediği için dava edilir. İşin en trajikomik yanı ise bu dürüstlük abidesi Alceste’nin; salonların en popüler, en “flörtöz” ve dedikoducu kadını olan Célimène'e sırılsıklam âşık olmasıdır. Ne hikmetse Célimène, Alceste'in nefret ettiği her şeyin vücut bulmuş hâli gibidir; herkesin arkasından konuşur, herkese mavi boncuk dağıtır, iltifatlarla dolu mektuplar yazar ve sosyal statüye tapar.

Oyun da Alceste'in bu imkânsız aşkı ve “şekerli yalanlar” üzerine kurulu topluma karşı verdiği Don Quixote’vari mücadelesi üzerine kuruludur. Célimène’nin saray erkânı ya da asilzade âşıkları Oronte, Acaste ve Clitandre; Alceste’nin işkenceye dönen mücadelesinin tarafları gibi durur. Fakat oyunun sonunda savaştan kimse zafer alarak çıkmaz. Zira Célimène’nin evinde geçen beş perdelik serüvenin ardından herkes hak ettiğini bulur; çıkarlar nihayetine eremez, oyunlar gün yüzüne çıkar. Célimène oyuncaklarından olur, Alceste ise değişeceğini ümit ettiği aşkından; Oronte, Acaste ve Clitandre sahip olma arzusundan.

Bu tartışmalara daha dengeli yaklaşan Philinte ve Eliante hariç kimse mutluluğa eremez; ölçülülüğün -yani makbuliyetin iyi ya da kötü olarak tanımladığı iki ucun- dışında kalan herkes kendi savaşına terk edilir. “Herkesin iki yüzlü olduğu bir dünyada, sonuna kadar dürüst olmak bir erdem midir, yoksa bir tür delilik mi?” sorusu yine cevapsız kalır; havada asılı durur. Ölçülülük belki bir cevaptır ama bu da net değildir.

Perde 3: Türkçe çeviri ve Türkiye sahnesindeki yeri

Molière, Fransız ve dünya tiyatrosunda olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin de tiyatro hafızasında önemli bir temeli inşa eder. “Cimri”, “Kibarlık Budalası” ve “Tartuffe” ile birlikte "İnsandan Kaçan" da sahnelerde yerini bulur. İlkin 1871’de Vefik Paşa tarafından dilimize kazandırılır “Le Misanthrope”. Fakat isminden tezat bir başlıkla, “Adamcıl” olarak çevrilir. Adlandırma Alceste’nin doğasına aykırı olarak “insandan ürkmeyen, insana sokulan, onu seven” anlamını taşımasına rağmen belki de Moliére’nin ironizmine atıfta bulunur Vefik Paşa. Beş perdelik oyun bu adla 10 heceli, uyaksız ve dili Molière’inkinden farklı biraz ağdalı olarak yayımlanır. Fakat Osmanlı tiyatrosunun repertuarında yer alıp almadığına dair bir kaydı maalesef yoktur. Yalnız Cumhuriyet’in ilanından sonra yeniden çevrildiğini ve oynandığını görülür. Bunun için ilk çalışma, 1941’de aynı adla -yani “Adamcıl”la- Dr. Ali Süha Delilbaşı’nın Millî Eğitim Bakanlığı’nca derlenmiş Fransız Klasikleri dizinin ilk kitabı olarak yayımlanan çevirisi olur. Bu çeviri Vefik Paşa’nın metniyle hem farklılık hem de benzerlik taşır, zira Dr. Delilbaşı, Vefik Paşa çevirisi için “Hiç gözümüzden ayırmadık ve bu sebeple aslıyla satır satır, kelime kelime karşılaştırmamız mümkün oldu” der ve bu metni kıymetli bularak çeviriyi kaleme alır.

Sahnelerde de izleyiciler, bu çeviriyle oyuna şahit olur. Sahneye taşıyan ilk isim ise Fransa ile Türkiye arasındaki kültür anlaşmaları çerçevesinde Devlet Tiyatroları’yla iş birliği içerisinde olan değerli tiyatro adamı Jean-Pierre Miquel’dir. Paris’teki Odéon Tiyatrosu’nun yönetmenlerinden ve Paris Konservatuarı’nda eğitimler veren bu genç tiyatrocu, “Adamcıl”ı ülkemizin sahnelerinde yeniden yorumlar ve izleyiciyle buluşturur. Fakat ilerleyen tarihlerde bu ağdalı çevirinin, dönemin Türkçesine yakın bulunmadığı için yeniden kaleme alınması gündeme gelir. Böylelikle oyun; 1976’da Bedrettin Tuncel tarafından dil ve anlam açısından en baştan ele alınır. Keza Tuncel'in çevirisi, Molière'in orijinal metninin (ki nazımdır, yani şiirseldir) ritmini, zekâsını ve iğneleyiciliğini daha iyi taşır ve bu orijinal tadı Türkçenin lezzetiyle birleştirmeyi başarır. Böylece Devlet Tiyatroları’nın sıkça tercih ettiği çeviri metni hâline gelir.

Perde 4: Devlet Tiyatroları sahnesinde

Ve gelelim bugüne... İstanbul Devlet Tiyatrosu, bu ölümsüz eseri 2025-2026 sezonunda (ve geçtiğimiz sezonlarda da) tiyatroseverlerle buluşturuyor. Peki, DT bu klasiği bugün "nasıl" sahneliyor?

Oyunu, Devlet Tiyatroları'nın deneyimli sanatçılarından Cem Emüler yönetiyor. Emüler'in rejisi ise Molière'e sadık kalmayı tercih eden, klasik ama dinamik bir yorum sunuyor. Oyunu günümüze çekmek için metni "modernize etme" (örneğin günümüz ofis plazasına taşıma) tuzağına düşmüyor. Aksine metnin 17. yüzyılda ne kadar güçlüyse, 21. yüzyılda da o kadar güçlü olduğunu vurguluyor. Soru her döneme, sahne 17. yüzyıla ait bir sadakatte…

Sahnede gördüğümüz şey tam da Molière'in hayal ettiği gibi. Abartılı, dönemi yansıtan (ancak karikatürleşmeyen) kostümler, pudralı peruklar ve 17. yüzyıl salonlarını yansıtan şık bir dekor... Bu klasik yaklaşım, seyircinin "İşte Molière izliyorum!" keyfini sonuna kadar yaşamasını sağlıyor. Elbette burada dekor ve kostüm tasarımcısı Ayçın Tar’ın rolü çok büyük. Kıyafetler titizlikle ve özenle Nimet Çelebi ve Nuri Sezer tarafından dikilmiş, kumaşlar özenle seçilmiş; peruklar Hayati Turan’ın yaratımıyla o dönemin ruhuyla buluşturulmuş. Basit gibi görünen ama devasa bir emek gerektiren bu detaylar, oyunu tabii ki devleştiriyor.

Cem Emüler'in yorumu, metnin "komedi" ve "dram" arasındaki hassas çizgisini çok iyi yakalıyor. Ama rejisör kadar oyuncular da bu çizgiyi ustalıkla koruyorlar. Alceste Emre Ön'ün performansıyla sadece huysuz, bağırıp çağıran bir adam değil; aynı zamanda ilkelerine bağlı olmanın acısını çeken, trajik bir karakter oluyor. Özellikle Fatma Nazlı Kurbal’ın can verdiği Célimène ve diğer salon müdavimlerinin -Arsinoé (Fatoş Ece Koroğlu Önalp), Philinte (Evren Akyürek), Oronte (Sertel Uğur), Eliante (Türkü Deyiş Çınar), Aceste (Selim Ata Polat), Clitandre (Atlas Karan Tumluer), Basque (Abdülhamit Mutlu), Korumeri (Ege Arslan), Du Bois (Burhan Yıldız)- olduğu sahnelerde, dedikodunun, sosyal medyadaki "linç" kültürünün veya “cancel culture”ın 350 yıl önceki hâlini izliyorsunuz.

Metinden farklı olarak tek perdede sahnelenen oyunda aynı zamanda Pınar Ataer imzalı bir koreografi ve Burak Erkul imzalı müzikler de bulunuyor. Bu, oyunun sadece diyaloglardan ibaret olmadığını, salon hayatının o yapmacık ritmini ve "dans eder gibi" yaşanan ilişkilerini bedensel bir dille de desteklediğini gösteriyor.

Final: Mümkün mü hâlâ "İnsandan Kaçan"?

Devlet Tiyatroları'nın bu hoş prodüksiyonu, bize Molière'in neden bir dâhi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Oyun evet 17. yüzyıldan çıkmışçasına orijinalini yansıtıyor; dekorlarıyla, Bedrettin Tuncel’in aslına uygun çevirisiyle, Cem Emüler’in yorumuyla… Ama dedik ya, ardında bıraktığı soru; bugünden çınladığında bambaşka sesleri de beraberinde getiriyor. Alceste'in "Dürüstlük!" çığlığıyla oyun bu sefer içten içe sorgulattığı argümanıyla günümüzün sosyal medya filtreleri, "networking" adı altındaki yapmacık ilişkileri ve sürekli "imaj yönetimi" yapma zorunluluğu altında ne kadar geçerli olduğunu yüzümüze çarpıyor.

Oyundan çıkarken şu soru da akla düşmüyor değil: Acaba bugün yaşasa Alceste, insandan kaçabileceği bir çöl bulabilecek miydi?

Kim bilir, belki sosyal medyadan herkesi “unfollow” etmekte çözüm bulacak, Célimène ile ilişkilerini ghosting, gaslighting, love bombing, breadcrumbing gibi terimlerle anlamaya çalışacaktı.

En önemlisi, acaba Alceste günümüzde dürüst kalmayı başarabilecek miydi? 

Not | Oyunun çevirisi: Moliére. İnsandan Kaçan. (Çev. Bedrettin Tuncel.) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 2025.

 
 
 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...