18 Aralık 2025

Mekân, anlam ve iktidar arasında Kubbetü’s-Sahre

Oleg Grabar, “Kubbetü’s-Sahre” kitabında İslam sanatının en erken ve en tartışmalı yapılarından birini tarih, sembolizm ve siyaset ekseninde yeniden okuyor. AA Kitap’ın çevirisiyle Türkiye’deki raflarda yerini alan bu çalışmaya gelin birlikte bakalım.

İslam sanatı tarihini biçimsel betimlemelerden çıkarıp kültürel, politik ve düşünsel bağlamlarıyla ele alan öncü isimlerden biri, Oleg Grabar. Harvard ve Princeton’daki akademik çalışmalarıyla İslam sanatını, tarihsel süreçler içinde şekillenen dinamik bir üretim olarak ele alan bir sanat tarihçisi. Eserlerin “ne olduğu”ndan çok “neden ve nasıl ortaya çıktığı” sorusuna odaklanan Grabar, bu sefer “Kubbetü’s-Sahre” isimli eseriyle karşımıza çıkıyor ve yine tarihsel aktarımın ışığında 7. yüzyıldan günümüze değin önemini sürdüren bu mimari yapıyı aynı sorularla ele alıyor. Mimari yapının özellikleri, kitabeler, süslemeler ve zaman içinde eklenen yorumlamalarla birlikte Kudüs’teki bu eşsiz yapının tarihî süreçlerini de bize aktarıyor. Yani kısacası yapıyı sadece bir mabet olarak değil, toplumsal hafıza mekânı olarak da inceliyor; etkileşimle yaşadığı yapısal yaratımını efsaneleşmiş anlatılarla ve onların ifade ettiği anlamlarla birlikte aktarıyor.

İlk olarak 2006’da President and Fellows of Harvard College tarafından “The Dome of the Rock” ismiyle yayımlanan bu eser, şimdi AA Kitap’ın çevirisiyle Türkiye’de okuruyla buluşuyor. Orta Çağ’dan 21. yüzyıla uzanan süreçte Kudüs’ün kentsel, siyasi, dinî ve ideolojik önemi ile iç içe geçen Kubbetü’s-Sahre’ye Grabar’ın titiz incelemeleri eşliğinde gelin birlikte bakalım.

Bir yapı nasıl okunur: Çok yönlü metodolojik yaklaşım

Yeni kitabı değerlendirmeye geçmeden önce, yazarın entelektüel konumunu ve literatürdeki yerini hatırlamak gerekiyor. Zira Oleg Grabar, İslam sanatını yalnızca “güzel desenler” ya da “oryantalist bir estetik” düzleminde ele almaktan çıkarıp; onu sosyal, siyasi ve entelektüel bağlamlarıyla birlikte düşünen öncü bir sanat tarihçisi. Onun metodolojisini anlamak için Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve alanın temel taşlarından biri kabul edilen “İslam Sanatının Oluşumu” (The Formation of Islamic Art) kitabını anımsamak yerinde olur. Grabar, bu eserinde İslam sanatının Geç Antik Çağ ve Sasani gelenekleriyle nasıl hesaplaştığını, bu mirası nasıl dönüştürdüğünü ve zamanla kendine özgü bir dil kurduğunu ayrıntılı biçimde ortaya koymuştu. “İslam Sanatının Oluşumu”, sanatın “nasıl” göründüğünden ziyade “neden” öyle göründüğünü sorgulayan, bu yönüyle de alanın çehresini değiştiren bir başyapıttı.

Şimdi ise AA Kitap etiketiyle yayımlanan “Kubbetü’s-Sahre” kitabında, Grabar’ın bu geniş teorik çerçeveyi alıp İslam mimarisinin bilinen en eski ve en görkemli anıtlarından biri üzerinde cerrah titizliğiyle uyguladığını görüyoruz. Zira bu kitap, Grabar’ın Kudüs ve erken dönem İslam mimarisi üzerine onlarca yıla yayılan çalışmalarının yoğunlaşmış bir ürünü olarak okunmalı. Nitekim yazar, önsözde bu çalışmayı “yarım yüzyılı aşkın sürelik bir aşinalığın sonucu” olarak tanımlar. Bu uzun entelektüel birikim sayesinde Grabar, Kubbetü’s-Sahre’yi yalnızca mimari bir nesne olarak değil; dinî sembolizm, siyasi temsil ve mekânsal anlam katmanlarıyla birlikte ele alır. Bu nedenle de ilk soruları son derece nettir: “Bu bina neden burada? Neden bu biçimde yapıldı? İnşa edildiği dönemde kime, ne söylüyordu?”

Bu sorular etrafında Grabar, Kubbetü’s-Sahre’yi üç temel eksende inceler: mimari form, mozaik süslemeler ve kitabeler. Bu ayrıntılı çözümlemeler aracılığıyla yapının bir caminin de ötesinde bir ziyaretgâh (meşhed) olarak tasarlandığını, sekizgen planının Hristiyan martyrium (şehitlik) yapılarıyla kurduğu ilişkiyi ve Bizanslı ustaların elinden çıkan mozaiklerin İslam teolojisiyle nasıl iç içe geçtiğini ortaya koyar. Ancak Grabar’ın yaptığı şey yalnızca mimari özellikleri sıralamak değildir. Yapıyı bir tarihsel belge gibi okur; Hz. İbrahim’in kurban anlatısından Hz. Muhammed’in Miraç hadisesine kadar uzanan pek çok dinî anlatıyı, yapının bulunduğu mekânın taşıdığı anlamları ve tarih boyunca geçirdiği siyasi-ideolojik dönüşümleri de bu okumanın içine dâhil eder.

Bir mabedin anatomisi: Kubbetü’s-Sahre

Yapı içindeki kitabelerden hareketle tarihçilerin büyük çoğunluğu, Kubbetü’s-Sahre’nin Emevî Halifesi Abdülmelik bin Mervân tarafından 691 yılında tamamlandığı konusunda hemfikirdir. Kudüs’ün surlarla çevrili Eski Şehir bölgesinde yer alan yapı, iç içe geçmiş iki ana bölümden oluşan özgün bir mimari düzenlemeye sahiptir.

İlk bölüm, büyük bir doğal kaya parçası üzerine oturtulmuş, günümüzde alüminyum alaşımdan yapılmış altın yaldızlı bir kubbeyle örtülü silindirik bir hacimdir. İkinci bölüm ise merkezdeki kayanın etrafını saran, ayaklar ve sütunlar tarafından taşınan iki kemerli dolaşım yolunun oluşturduğu sekizgen halkadır. Bu iki ana unsurdan oluşan Kubbetü’s-Sahre, düzensiz biçimde yerleştirilmiş sekiz merdivenle ulaşılan dikdörtgen bir platform üzerinde yükselir. Bu platform, Müslümanların Harem-i Şerif, Yahudilerin ise Tapınak Tepesi olarak adlandırdığı meydanda yer alır. Dolayısıyla burada yapının kendisinden bile eski olan şey, mekânın tarihidir. Kudüs’ün kadim anlatıları, kutsal metinleri, anıtları ve hafızası, bu alanın ve Kubbetü’s-Sahre’nin anlamını yüzyıllar boyunca birlikte şekillendirir.

İçi ve dışı mermer panellerle, güçlü mozaik kompozisyonlarla, ahşap kirişlerle, hat yazılarıyla, bitkisel ve geometrik desenli fayanslarla bezeli Kubbetü’s-Sahre; estetik açıdan son derece etkileyici bir yapı olarak karşımıza çıkar. Ancak Grabar’ın özellikle vurguladığı önemli bir nokta vardır: Bugün gördüğümüz bu görkemli süslemelerin ve mimari detayların büyük bölümü, 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirilen kapsamlı restorasyonlar sırasında yenilenmiştir. Bu açıdan bakıldığında yapı, Grabar’a göre mevcut hâliyle neredeyse tamamen günümüze aittir.

Buna rağmen Kubbetü’s-Sahre, erken İslam döneminin hem teolojik hem de görsel bir iktidar beyanı olma niteliğini korur. Zira süslemeleri, yazıtları ve konumu; İslam sanatının önceki geleneklerle kurduğu diyaloğu, fakat aynı zamanda onlardan ayrışarak kendi kimliğini inşa edişini açıkça yansıtır. Yapının inşasından itibaren maruz kaldığı siyasi çalkantılara, işgallere ve tahribatlara rağmen estetik zarafetini ve simgesel gücünü muhafaza etmesi, bu iktidar beyanının sürekliliğini gösterir. Elbette bu gücün arkasında derin toplumsal, siyasi, kültürel ve dinî anlam katmanları yer alır.

Mescid-i Aksa’nın Müslümanların ilk kıblesi olması ve Hz. Muhammed’in Miraç’a buradan yükseldiğine inanılması, Kubbetü’s-Sahre’nin de inşa edildikten sonra kazandığı mahiyeti doğrudan etkiler. Bu mahiyet; Emevîlerden Abbasîlere, Fâtımîlerden Eyyûbîlere, Memlüklerden Osmanlılara kadar uzanan yönetimler tarafından titizlikle korunur ve yeniden yorumlanır. Aynı zamanda yapı, Kudüs’ün çok katmanlı ruhunu yansıtır biçimde Hristiyan ve Yahudi anlatılarında da kendine yer bulur; özellikle Haçlı Seferleri sonrasında halk efsaneleriyle iç içe geçer (Örneğin Haçlılara göre bu yapı, Rabbin Tapınağı’dır, yani Hz. İsa’nın hayatının ilk yıllarında ve ölümünde önemli rol oynayan Yahudi tapınağıdır). Dolayısıyla tarih boyunca Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler için Kubbetü’s-Sahre’ye atfedilen anlamlar sürekli çoğalır ve dönüşür. Grabar, bu durumu kitabında şu sözlerle açıklar: “Mimari ve belki de süsleme formları, harfler ve heceler gibi mutlaka sabit anlamlı olmak zorunda değildir; kullanım bağlamları değiştikçe anlamlar da evrilmektedir.” Bu sembolik ve mimari güçle Kubbetü’s-Sahre, bir bakıma anlamsal olarak da 20. ve 21. yüzyıla dair de aidiyet taşır. Zira özellikle Nakba’dan bu yana, Filistin halkının özgürlük mücadelesinin en güçlü simgelerinden biri hâline gelmiştir. Yüzyıllardır kendini yeniden üreten bu yapı; anlatılarıyla, sembolik varlığıyla ve fiziksel heybetiyle yaşamaya devam eder.

Bir yapıyı gerçekten anlayabilmek için onu yalnızca kendi sınırları içinde değil, çevresiyle, anlatılarıyla ve tarihsel yükleriyle birlikte görmek gerekir. Oleg Grabar’ın “Kubbetü’s-Sahre” incelemesi, tam da bu bütünlüklü bakışı mümkün kıldığı için son derece kıymetlidir. Mekânlar yalnızca mimari iskeletlerle kurulmaz; bulundukları yerin kültüründen, toplumundan, yaşanan olaylardan, mücadelelerden ve anlatılardan beslenerek sürekli yeniden inşa edilir. Grabar’ın bu eseri, Kubbetü’s-Sahre’nin bu bitmeyen dönüşümünü, onu dar kalıplara hapsetmeden göstermeyi başaran nadir çalışmalardan biridir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...