
Küllerinden doğan ilham: Büyük Londra Yangını’nın sanata yansıması
Kül olan sadece binalar değildi: 1666 Büyük Londra Yangını, sanat ve edebiyatı sonsuza dek değiştirdi. Samuel Pepys’in günlüğündeki çığlıklardan Jacques Roubaud’nun metaforik alevlerine dek, bu felaket bir yıkımdan öte; direniş, hafıza ve yeniden doğuşun evrensel ilhamı oldu.
Tarih, bazen bir şehrin sokaklarını değil, ruhunu da yakar. 1666 yılının o sonbaharında Londra’yı saran alevler, taşları ve keresteleri kül etmekle kalmadı; aynı zamanda insan ruhunun derinliklerinde, nesiller boyu sürecek bir yaratıcılık kıvılcımını da tutuşturdu. Büyük Yangın, yalnızca dört gün sürdü ama sonrasında doğan sanat ve edebiyat, onun hikâyesini asırlara yayarak ölümsüzleştirdi. Bu, bir yıkımdan ziyade yıkımdan beslenen bir dirilişin hikâyesiydi.
Günlükler ile ölümsüzleşen anlar
Yangın henüz sönerken, dumanlar tüterken, sanatın en ilkel ve en samimi formları devreye girdi: kişisel tanıklıklar. Samuel Pepys, 2 Eylül 1666 Pazar gecesi, Pudding Lane'deki fırından yükselen o ilk şüpheli dumanı fark ettiğinde, tarihin sayfalarına kazınacak bir anlatının da ilk satırlarını yazıyordu aslında. Defterine düştüğü notlarla bir devlet adamı olarak değil, korkuyla titreyen, değerli peynirini ve en önemli evraklarını bir sandığa doldurup derince toprağa gömerek kurtarmaya çalışan sıradan bir insan olarak tarihe geçti. Kalemi, Londra’yı tek bir "ateş kemerine” dönüştüren o muazzam ve korkunç manzarayı betimlerken, Thames Nehri'ne kadar uzanan paniği, teknelerle kaçış çabalarını, yangının uğultusu altında ezilen insan çığlıklarını sayfalarına taşıdı. Bu, tarihin soğuk sayfalarından çıkıp insanın yüreğine işleyen, ter kokulu, barut yüklü bir anlatımdı.
John Evelyn ise olayı daha epik, daha resmi bir dille ele alır. Bir bahçıvan, bir bilge ve bir entelektüel olarak, yangının botanik ve şehircilik üzerindeki yıkıcı etkilerini kayda geçirir. Onun anlatımı, adeta yanan bir şehrin üzerinde uçan bir kartalın bakışı gibidir; mesafeli ama bir o kadar da çarpıcı. "Dumanı tüten moloz dağları" tasviri, yangının ardında bıraktığı ürpertici sessizliği ve hiçliği aktarır. Evelyn, yıkımın yanında yeniden inşanın tohumlarını atanların ilk umut ışığını da görür. Bu iki farklı ses, yangının sanattaki ikili doğasının da habercisidir: Biri içimizdeki paniği, diğeri ise dışımızdaki devasa yıkımı ve onun ardındaki soğukkanlı analizi anlatır.
Sokaklarda dolaşan, gezgin şairler ve müzisyenler tarafından söylenen balatlar ise halkın kolektif acısını, kederini ve şaşkınlığını dile getirerek, felaketin ilk ve en acılı sanatsal yankısı oldu. "The Londoners' Lamentation" gibi isimlerle anılan bu halk ağıtları, kaybolan evleri, yok olan mahalleleri ve bir şehrin hafızasının silinişini anbean tasvir etti. Kâğıt üzerine dökülen bu ilk tepkiler, yangının sanatsal mirasının temelini oluşturdu; ham, duygusal ve son derece gerçekçi.
Yıkımın görsel destanı
Alevler söndükten sonra, sanatçıların fırçaları yanmaya devam etti. Yangının hemen ardından, olayı belgelemek isteyen ressamlar sahneye çıktı. Jan Griffier the Elder, Thomas Wyck ve dönemin diğer Hollandalı ve İngiliz ressamları, yangını tuvale taşıdı. Bu tablolar genellikle yüksek bir perspektiften, gökyüzünü tamamen kaplayan turuncu ve kırmızı alevlerle, yanan St. Paul Katedrali’nin siluetinin dehşet verici ihtişamıyla resmedildi.
Bu eserler bir belgesel niteliğinden çok, bir destanın görselleştirilmiş haliydi. Sanatçılar, gerçeği olduğu gibi aktarmaktan ziyade, izleyende hayranlık, korku ve huşu uyandırmayı hedefliyordu. Kompozisyonlar kasıtlı olarak dramatize edilmişti; alevler gerçekte olduğundan daha şiddetli, gökyüzü daha kırmızı, kaos daha yoğun gösteriliyordu. Thames Nehri, adeta erimiş altın gibi parlıyor, insan siluetleri ise bu cehennemi manzara karşısında çaresiz ve minik figüranlar olarak betimleniyordu. Amaç, sadece bir yangını değil, o yangının ne hissettirdiğini aktarmaktı.
İlginçtir, zamanla bu tasvirler bile dönemin ruhundan etkilendi. 18. yüzyılın romantizm akımı, bir tablodaki gökyüzünü, gerçekte olduğu gibi gündüzün dumanlı havası yerine, dramatik bir gece manzarası ve ay ışığıyla değiştirdi. Bu restorasyon, sanatın gerçeği değil, hissedileni aradığının kanıtıydı. Yangın artık bir olaydan ibaret değildi, her çağın kendi duygusal ve estetik prizmasından bakıp yeniden yorumladığı, sonsuz bir ilham motifi olmuştu.
Ateşi söndürmenin bir diğer yolu da onu taşa kazımaktı. Christopher Wren ve Robert Hooke'un tasarladığı "The Monument" anıtı, yangının fiziksel bir hatırlatıcısı olmanın ötesine geçti. Üzerindeki kabartmalar ve yazıtlar, yangının hikâyesini ve hatta dönemin komplo teorilerini (sonradan kaldırılan "Papist komplosu" suçlaması gibi) gelecek nesillere taşıyan görsel bir hikâye kitabına dönüştü. Bu anıt, kamusal alanda duran, üç boyutlu ve kalıcı bir sanat eseri olarak, yangının hafızadaki yerini sürekli tazeledi.
Edebiyatta metafora dönüşen bir felaket
Zaman ilerledikçe, yangın edebiyatta yepyeni katmanlar kazandı. İlk başta tarihi kurgunun vazgeçilmez bir dekoru olarak kullanıldı. Kathleen Winsor’ın Forever Amber (1944) adlı romanında, yangın başkahraman Amber St. Clare'in macerasında tehlikeli ve heyecanlı bir dönüm noktasıydı. Rose Tremain'in Restoration (1989) adlı eserinde, yangın, Restorasyon dönemi İngiltere'sinin ahlaki çürümüşlüğü ve savurganlığı ile paralel işleyen bir yıkım alegorisi olarak karşımıza çıktı.
Andrew Taylor’ın The Ashes of London (2016) adlı polisiyesi ise yangını, bir cinayet gizeminin merkezine yerleştirdi. Roman, küllerle kaplı şehrin labirent gibi sokaklarında, bir katili değil, yangının toplumsal ve siyasi yaralarını da arıyordu. Bu eserlerde yangın, karakterlerin kaderlerini şekillendiren, sırları alevlerin altına gömen, gizemleri körükleyen güçlü bir atmosfer yaratıcısıydı.
Alman yazar Tom Finnek'in Unter der Asche (Küllerin Altında) adlı romanı ise olaya farklı bir perspektiften, adeta yangının "faili" olarak gösterilen Robert Hubert'in gözünden baktı. Bu eser, tarihin günah keçileri ve gerçek ile yanılsama arasındaki çizgiyi sorgulayarak, yangının insani trajedisini ön plana çıkardı.
Ancak yangının edebiyattaki en derin, en kişisel ve en felsefi dönüşümü, Fransız yazar ve matematikçi Jacques Roubaud’nun devasa, çok ciltli eseri Le grand incendie de Londres (Büyük Londra Yangını) ile geldi. Roubaud için yangın, 1666’da yaşanmış tarihi bir olay olmaktan çıkmıştı. O, bu yangını, kendi kişisel trajedisinin –çok sevdiği eşi Alix’in erken ölümünün–, hafızanın parçalı ve güvenilmez doğasının ve nihayetinde yazma eyleminin imkânsızlığının evrensel bir metaforu olarak kullandı.
Roubaud, asla yazmayı planladığı büyük romanını yazamamanın, "Büyük Londra Yangını"nın kendi yazınsal evreninde söndürülemeyen bir yangın olarak kalmasının hikâyesini anlatır. Eser, doğrusal olmayan, karmaşık, hipermetinsel yapısıyla, tıpkı yangının şehri paramparça etmesi gibi, geleneksel anlatıyı parçalara ayırır. Her cilt, bir öncekinin küllerinden doğar, anılar ve teorilerle dolar taşar. Roubaud, Londra’nın küllerini, kendi hayatının enkazından yeni bir anlam, yeni bir dil, yeni bir edebiyat formu inşa etmek için kullanır. Burada yangın, artık sadece geçmişte kalmış bir felaket değil, hepimizin yaşayabileceği içsel yıkımların, kayıpların, hayal kırıklıklarının ve yeniden doğuş için verilen umut dolu, ama bir o kadar da acılı çabaların sonsuz bir sembolüdür.
Zamana direnen bir alev
Büyük Londra Yangını, fiziksel olarak kontrol altına alındı, tuğla ve taşla yeniden inşa edildi. Ama sanat ve edebiyatın labirentlerinde hâlâ yanmaya devam ediyor. Samuel Pepys’in günlüğündeki o samimi korkudan, Jan Griffier'in epik tablolarına, Jacques Roubaud’nun metaforik harabelerine kadar, bu yangın insanlık durumuna dair evrensel bir hikâyeye dönüştü: Yıkım, kaos, suçlama arayışı, direnç ve nihayetinde, küllerinden yeniden doğma umudunun hikâyesi.
Londra’nın taşları bir kez daha yerine konulabilirdi ancak bu yangının sanatlaşmış hali, bize asıl yeniden inşa edilmesi gerekenin şehirler değil, anlamlar olduğunu hatırlatır. Sanat, bu yangını söndürmek yerine, onun ısısını ve ışığını alıp, insan ruhunun en karanlık anlarında bile parlamaya devam edecek bir meşaleye dönüştürdü. İşte bu yüzden, 1666’nın alevleri, bugün hâlâ tuvalde, satır aralarında, bir heykelin kıvrımlarında ve zihnimizin derinliklerinde titreşmeye, bize yok oluş ve varoluş üzerine düşündürmeye devam ediyor. Bu yangın, tarihin sayfalarında sönmüş bir olay değil, sanatın sonsuz korunda harlanan bir cevher...

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.