25 Nisan 2025

“Josef Bieder’in Yıldızının Parladığı An”: Bir aksesuarcının iki saatlik şöhreti

Perde açık, sahne hazır. Bilet aldığınız temsili izlemeyi bekliyorsunuz. Fakat karşınıza sahne ekibinden bir aksesuar ustası çıkıyor ve başlıyor perdenin arkasındaki dünyayı anlatmaya. Gelin, alkışlarımız bu sefer görünmeyen emektarlara olsun.

Tiyatro, opera, bale, pandomim, vantrilokluk malumunuz seyirlik gösteriler. Hepsi sahnede vücuda gelen, ana özel, biricik performanslarla seyircisiyle buluşan sanatlar. Sahne sanatları dediğimiz alan yani. Tekrarı bir öncekine benzemeyen, seyirci ile sahnedekilerin (oyuncular, dekor, müzik, koku, …) bir arada etkileşim içinde anın büyüsüne kapıldığı o eşsiz dakikalarla örülü bu sanatlar. Büyük emekle yazılan, inşa edilen, kurgulanan, oynanan, yönetilen, ardından da keyifle alkışlanan oyunlar… Arkasındaki hikâyeyi çok bilmeyiz bir seyirci olarak ama. Bir tiyatro oyunu nasıl yazılır, opera kompozisyonları nasıl bestelenir, kukla nasıl oynatılır, oyunculuk teknikleri nelerdir, sahne nasıl dekore edilir, kostümler nasıl ayarlanır, aksesuarları kim bulur? Bu sorular bu biricik, eşsiz anlarda beğeni dünyamıza hitap ettiği veya etmediği takdirde aklımızın ucundan şöyle bir geçse de ince ince işlenen bu dünyanın yaratım sürecinden bihaberizdir… Bize sunulan perde önüne odaklanırız çoğu zaman. Peki biri çıksa sahneye ve beklediğimiz oyunun veya seyirlik gösterinin iptal edildiğini söylese ve bize arkada olan biteni anlatsa? Acaba o büyü bozulur mu? Yoksa ilmek ilmek dokunan duvarları daha büyük titizlikle mi izlemeye başlarız? Haydi, gelin bir aksesuar ustası olan Josef Bieder’ın anlatımıyla sahnenin arkasına birlikte bakalım. Belki perde kapandığında alkışlarımızı bu sefer arkadaki emektarlara ithaf ederiz…

Seyirciyle ilk diyalog: Şaşkınlık ve merak

Kocaman bir tiyatro ya da opera salonu düşünün… Tıklım tıklım dolu. İnsanlar sahnenin ötesinde, bilet aldıkları temsili izlemek için bekliyorlar. Dekor hazır, perdeler açık. Fakat temsil iptal edilmiş, kimseye bir açıklama yapılmamış. Biri çıkıyor sahneye, elinde birtakım eşyalar var. Kendi kendine söylenerek eşyaları sahnenin öte berisine yerleştirmek için belli ki içinden mütalaa yapıyor… Fakat kendisi ne oyuncu ne müzisyen. Sahneyi oyuna hazırlayan ustalardan biri: Aksesuarcı Josef Bieder. Fark etmiyor önce seyirciyi, işlerini organize etmeye çalışırken arkasına dönmesiyle yüzlerce gözle ancak karşılaşabiliyor. Bir tuhaflık olmalı…  O sahnedeyse seyircinin orada olmaması; seyirci oradaysa onun sahnede bulunmaması lazım. Fazlasıyla şaşkın “Yanlış geldiniz herhâlde” diyor, “Bu akşamki oyun iptal oldu.”

Seyirciye bu açıklamayı yapıp yapmamakta da tereddütlü tabii, idare müdürüne sormadan seyirciyi yönlendirmek de istemiyor. Müsaade isteyip idare müdürünü arıyor ama yanıt alamıyor, telefon meşgul. Yetkililer gelene kadar seyirciye orada beklemelerini teklif ediyor bu sefer Josef: “Siz oturup sakince bekleyin, ben o arada işimi yapayım. Hem yaptığım işi sizinle paylaşmış olurum, yukarıdan haber gelince de çözeriz meseleyi…” Sessiz bir onaylama gerçekleşiyor o esnada, seyirci salonu terk etmiyor, bilakis meraklanıyor ve onu izlemeye koyuluyor. Josef de bu merakın tatlı cazibesini sahne üzerindeyken hissediyor ve başlıyor anlatmaya, işlerini bir kenara bırakarak: “Ben Josef Bieder. Aksesuarcıyım. Aksesuarcı ne demek? Aksesuara bakan, aksesuardan sorumlu kişi demek. Aksesuarlar da oyuncuların oyun esnasında kullandıkları eşyalar, küçük şeyler…” Hakikaten aksesuar ne demek, kim bu aksesuarcı?

Eşyaları gündelik anlamından kurtaran kahraman

Bir tiyatro ya da film sahnesinde bizi, anlatılan hikâyenin içerisine sürükleyen pek çok unsur bulunur. Hikâyenin zamansal doğasını, karakterlerinin yapısını, gerçekleştiği habitatını bu unsurlarla hissederiz. Tasarlanışları, yaratımları, sunuluşları hikâyenin doğasını ortaya koyar; izleyicisiyle hikâyeyi diyaloğa sokar. Tadeusz Kowzan’a göre “sahneyi ve sahnedeki eylemleri tanımlayan” bu unsurlar; “kelime, ton, mim, jest, hareket, makyaj, saç stili, kostüm, aksesuar, dekor, aydınlatma, müzik ve ses efektleri”dir. Sahnede izlediklerimiz bu bileşenlerin uyumu ya da uyumsuzluğu ile vücuda gelir; bazen bir metafor olur, bazense sadece anlamı kuvvetlendiren birer gösterge. Aksesuar da bunun bir parçası. Örneğin Hamlet’in elindeki kafatası olmasa “To be, or not to be” cümlesi bu derece ikonik bir etkide olmazdı sanki…

 “Aksesuar”, bir tiyatro terimi olarak; “konunun gerektirdiği ölçüde kullanılan, bir sahne içinde yer alan veya oyuncusunun dekor gereği kullandığı çeşitli eşya” olarak tanımlanır TDK’da. Bu tanımdaki aksesuarlar dekor ve kostümden farklı değerlendirilir. Dekor gibi sabit değildir; masa, sandalye, bardak, vazo, sürahi gibi oyuncuların kullanımında olan nesnelerdir. Dekordan onları ayıran şey kullanım hâlinde olmaları; hareket içinde bulunmalarıdır. Zira onları ayarlayan, bulan, yerleştirenler de dekorculardan ayrıdır. Sahne aksesuarcıları dediğimiz bu kişiler; dekor içinde kullanılan aksesuarların temininden, bakımından ve mekanizmasının kontrolünden sorumludurlar. Aksesuarların yerlerini imlerler, olması gereken yerde bulunmalarını sağlarlar.

Bu tür görev dağılımları, iş uzmanlıkları; nesnelerin işlevine göre değiştiği için elbette çatışmalar, anlaşmazlıklar, karmaşıklıklar olabiliyor; tanımlamalar birbirine girebiliyor. Bir opera aksesuarcısı olan Josef Bieder da bu ayrımı ve bıraktığı belirsiz alanı şahit olduğu çatışmalar tanıklığıyla şöyle anlatıyor seyirciye: “Aksesuarcılar ile dekorcuların görev alanları farklıdır. Ama bazen, bazı durumlarda birbirimizin işlerine müdahil olduğumuz da oluyor. O zaman o kadar büyük çatışmalar çıkıyor ki… Geçenlerde La Bohéme operasında oldu. Hatırlayanlar olacaktır, sahnede bir kestane kebap tezgâhı var. Bu tezgâhın kimler tarafından sahneye getireceği, götürüleceği tartışma konusu oldu. Tezgâhın büyüklüğüne baktığınızda bunun dekorcular tarafından getirilip götürüldüğünü düşünüyorsunuz. Ama üzerindeki kestaneler biz aksesuarcıların. Yani kestanelerden biz sorumluyuz. O yüzden dekorcu arkadaşlar orada pürüz çıkardılar, tezgâhın da bizim tarafımızdan götürülmesini istediler. O tartışmanın ardından şöyle bir anlaşmaya vardık: Sahne bittikten sonra biz kestaneleri topluyoruz, bizim ardımızdan onlar gelip tezgâhı dışarıya çıkarıyorlar. Ama söz konusu lamba gibi nesnelerse orada hatlar karışıyor. O zaman da kurallar şöyle çalışıyor. Eğer lamba sabit duruyor ve yanmıyorsa kesinlikle dekorcuların sorumluluğunda. Eğer lamba sabit duruyor ama yanıyorsa dekorcular ile ışıkçılar arasında bir tartışmanın çıkması çok mümkün. Eğer lamba yanmıyor ama bir yerden bir yere taşınıyorsa o zaman da bizim, aksesuarcıların sorumluluğunda. Ama lamba hem duruyor hem yanıyor hem de geziyorsa o zaman herkes birbirine giriyor, işin içinden kimse çıkamıyor. Dolayısıyla böyle durumlarda sorumluluğa teknik müdürler karar veriyor, onların da gücünün yetmediği zamanlarda ise genel sanat yönetmeleri karar alıyorlar.”

Arkadaki sorumluluk krizlerinin yanı sıra oyunun performansını da etkileyecek sorunsallar meydana gelebiliyor tabii. Her şey öyle birbirine bağlı ki… Sahnede kullanılacak yiyecek ve içeceklerin de aksesuar mahiyetinde düzenlenmesi gerekiyor. Örneğin gerçek bir kırmızı şarap kullanılmıyor oyunlarda. Josef kendi tarifi olan ahududu şerbetini sahneye taşıyor şarap yerine. Hatta oyuncularda gıcık problemi yarattığı için bu reçeteden vazgeçip artık kızılcık şerbeti yapıyor; ahududu şerbetini ise sadece suni kan yapımında kullanıyor. Ya da oyunda biftek yenilmesi gerekiyorsa sahneye gerçek bir biftek getirilmiyor; kolay ısırılıp yutulabilmesi için muz püresi renklendirilip biftek şekline kavuşturuluyor. Ya da kitap örneğin, iki kapak arasında sayfalar değil, köpük bulunuyor. Sahne düzenini etkilemeyecek, oyuncu konforunu bozmayacak alternatifleri yaratır işte Josef gibi aksesuarcılar. Kendi yöntemlerini denerler, yanıldıkça en doğrusunu geliştirmek için uğraşırlar. Zira bu ustalar bilirler ki her aksesuarın kendine has bir hikâyesi, bir öyküsü vardır… Bunun bilinci ise sanata ve mesleğe duyulan aşkla meydana gelir… Sahneyi yücelten bir bakıma bu aşkın nüveleriyle işlenen dokumalardır.

Sahnenin “sır tutucu” yıldızı

Josef, seyirciye mesleğinin sırlarını vermeye devam ederken bir yandan da yönetmenler ile sahne ekibinin anlaşmazlıklarını, seyircilerin arkadan görünür yanlarını, müdürlerin ve patronların sermayeden olan tavırlarını, sözleşmeli ile kadrolu çalışanların adil olmayan haklarını, oyuncu seçmelerinde yaşananları trajikomik anılar seçkisiyle anlatır. Bu detaylar seyircinin bilmediği ve belki de onu ilgilendirmeyen şeylerdir. Hatta pek çok eleştirel iğnelemeyi kendi üzerine almak istemez seyirciler; içlerinde oyun esnasında telefonla oynayanların, uyuyup kalanların, çoğunluk yuhalıyor diye onlara katılanların bir sahne arkası çalışanı tarafından nasıl fark edildiğini, ekipçe nasıl değerlendirildiğini bilmek rahatsız eder.

Yine de anlattıklarıyla herkesi koltuklarında tutmayı başarır Josef. Ara sıra idare müdürüne ulaşmaya çalışıp mola verse de anlatısına, seyirci onun hikâyesini dinlemek üzere ayrılmaz oradan. Çünkü dinledikleri hem bir drama hem bir müzikal hem bir trajedi hem de komedidir… Josef’in hikâyesi, her insan ömrü gibi bir anlatıdır ama opera ve tiyatronun, yani sanatın hamuruyla binbir renge bulanmıştır. Hayalleri, umutları, kırıklıkları, yaşanmışlık ve yaşanamamışlığın harmanlandığı bir dünyadır onunki. Operanın içinde ama sahnenin dışındadır. Yıllar boyunca tutkunu olduğu operacıları dinleyerek beğendiği aryaları söylemeye çalışır. Sesinin güzelliği ile kimse ilgilenmemişken bu zamana kadar, anılarını anlatma fırsatı elde ettiği bu dakikalarda Carmen’den, I Paglıaccı’den minik bölümler okur seyirciye. Sahnenin tek yıldızı odur bu akşam, tadını çıkarır doyasıya… Aksesuarlarıyla sırrı deşifre eder, merakı cezbeder. Külkedisi Sindirella gibi bir sonla her şeyin balkabağına dönüşeceğini bilse de…

Sahneyi tek başına taşımak: Bieder’in tutkusuyla donanmak

Oyunun orijinal ismi “Die Sternstunde des Josef Bieder”. Eberhard Streul tarafından 1984-85 yıllarında yazılmış ve 1985’te de prömiyeri yapılmış bir Alman revüsü. Aynı isimle Schott adlı yayınevi tarafından da 1992’de basılmış. Kitabın alt başlığında oyunun türü yer alıyor: “Revue für einen Theaterrequisiteur”, yani “Bir Tiyatro Sahnesi İçin Revü.” Almanya’da çeşitli yıllarda Hans-Jonachim Heist, Joachım Gabriel Mass, Michael Kausch, Manfred Pichler, Andreas Heinz gibi oyuncular Josef Bieder’a hayat vermiş. Onlarca, binlerce ruha bürünmüş Josef, her oyuncuda belki aynı hikâyeyi anlatmış, ismi aynı kalmış ama ruhu, duyguları, hissiyatı, her oyuncuda bambaşka hâllere bürünmüş.

Türkiye’de ise Josef’e yeni bir ruh kazandıran isim önce Ali İpin oluyor. Pandemi yıllarında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda İpin tarafından hem yönetilen hem oynanan bu oyunu Türkçeye “Josef Bieder’in Yıldızının Parladığı An- (Aksesuarcı)” ismiyle Yücel Erten çeviriyor. Oyun pek beğeniliyor Devlet Tiyatroları seyircileri tarafından. Ali İpin emekli olduktan sonra, Josef Bieder karakterini Murat Karasu’ya teslim ediyor. Ve biz beş sezon boyunca İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Murat Karasu ile şekillenen Josef’i izliyoruz. İdare müdürü zaman zaman değişse de kısa süre sahneye çıkan ve Josef’in sürekli aradığı Özge Özdemir’i de beraberinde görüyor, Josef’in sahnesini balkabağına dönüştürmesini seyrediyoruz. Murat Karasu neredeyse tek başına göğüslüyor sahnedeki performansı. Bir revüden bahsediyoruz… Tek kişilik bir revü… İçinde opera aryaları, şarkıları yer alıyor; hatta danslar… Kimi zaman kahkaha atıyoruz izlerken, kimi zamansa Josef’in kırıklıkları yüreğimize batıyor, gözlerimiz doluyor. Murat Karasu bu duyguları sahnenin gerektirdiği ölçüde yaşatıyor. Keza Josef bize şunu söylemişti: “Seyircinin gördüğü şeye inanması lazım.” Murat Karasu da bizi o salona yanlışlıkla girdiğimize ve bir aksesuarcıyla, yetenekli bir aksesuarcıyla muhatap olduğumuza inandırıyor.

Murat Karasu’nun tek başına performansı göğüslediğini hayranlıkla söylüyoruz ama aslında sahneyi inşa etmede, sunmada, taşımada yalnız başına değil. Bu sefer onu alkışlarken; arkada yer alan dekor tasarımcısı Ethem İ. Özbora, kostüm tasarımcısı Mihriban Oran, Işık Tasarımı Akın Yılmaz, koreograf Kerem Kuraner, dramaturg Günay Ertekin, yönetmen Ali İpin, yönetmen yardımcısı Özge Özdemir, asistanlar Tuğçe Topçu, Duygu Başkaya, sahne amiri Ergül Muslu, kondüvit Yunus Özler, ışıkçı Atakan Talaş, Uğur Akcan, dekor sorumlusu Nacati Işık ve aksesuar sorumlusu Merve Demeli Yavrum’u da bu alkışlara ortak ediyoruz.

Kaynakça

Hasibe Kalkan Kocabay, Tiyatroda Göstergebilim, İstanbul: E Yayınları, 2008.

Eberhard Steul, Die Sternstunde des Josef Bieder, Almanya: Schott, 1992.

 
 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...