30 Mayıs 2025

İhsan Oktay Anar’ın edebiyatı: Düşlerin atlası, felsefenin pusulası

İhsan Oktay Anar’ın romanları düşle gerçeğin, Doğu ile Batı’nın, teknolojiyle insan ruhunun dans ettiği bir felsefe laboratuvarıdır. Descartes’tan Nietzsche’ye uzanan düşüncelerle dolu bu fantastik yolculuğa çıkmaya ve kendi varoluşunuzu sorgulamaya hazır mısınız? Bilinmeyene doğru bir adım atın!

İhsan Oktay Anar, modern Türk edebiyatının derinlikli ve özgün kalemlerinden biri. Onun romanları, fantastik unsurları, tarihsel detayları ve mizahi üslubuyla harmanlanırken, okuyucuyu aynı zamanda derin felsefi sorgulamaların içine çeker. Anar’ın eserleri, sadece birer hikâye anlatımı olmaktan öte; varoluş, gerçeklik, insan doğası ve zaman gibi temel felsefi meseleleri sorgulayan birer düşünce laboratuvarı gibidir. Gelin, bu benzersiz yazarın romanlarının kapılarını felsefenin ışığında aralayalım.

Varoluşsal sorgulamalar ve gerçeklik algısı: Düş mü, gerçek mi?

Anar’ın romanlarında gerçeklik algısı sürekli olarak sınanır, tıpkı düşlerle gerçeklik arasındaki o ince, bazen de görünmez çizgi gibi. Karakterler, içinde bulundukları dünyanın mutlak gerçekliğinden şüphe eder, rüyalar ve uyanıklık arasındaki sınırların belirsizleştiği bir evrende gezinirler. Bu durum, özellikle Puslu Kıtalar Atlası’nda Uzun İhsan Efendi’nin ağzından dökülen şu sözlerle doruk noktasına ulaşır: “Düşünüyorum öyleyse varım” diyen Descartes’ın aksine, Uzun İhsan Efendi, “Düşlüyorum öyleyse varım” diyerek varoluşu metafizik bir düzleme taşır. Bu ifade, sadece bireyin varoluşunu düşsel bir temele oturtmakla kalmaz, aynı zamanda düşüncenin ve bilincin, yani zihnin, gerçekliği nasıl inşa ettiğine dair felsefi bir tartışma başlatır.

Descartes’ın ünlü “Cogito, ergo sum” (“Düşünüyorum, öyleyse varım”) ifadesi, modern felsefenin başlangıcı kabul edilir ve bilincin varoluşun temeli olduğunu savunur. Ancak Anar, bu klasik önermeyi ters yüz ederek gerçekliğin sadece rasyonel düşünceyle değil; aynı zamanda düşler, hayaller ve hayal gücüyle de inşa edildiğini öne sürer. Bu, Doğu felsefelerindeki “maya” (illüzyon) kavramına da bir gönderme olabilir; zira bazı Doğu düşüncelerinde, içinde yaşadığımız dünyanın sadece bir illüzyon olduğu, mutlak gerçekliğin duyularımızla algıladığımızın ötesinde olduğu savunulur. Uzun İhsan Efendi’nin “Düşlüyorum öyleyse varım” deyişi, bizi Platon’un mağara alegorisine de götürür: Mağaradakiler, duvardaki gölgeleri gerçek sanırken, gerçekliğin kendisi dışarıdadır. Anar, bu yolla okuru, kendi gerçeklik algısını sorgulamaya ve dünyayı sadece duyularla algılanan bir olgu olmaktan çıkarıp daha derin, daha soyut bir boyutta düşünmeye davet eder. Nietzsche’nin “Gerçek diye bir şey yoktur, yalnızca yorumlar vardır” sözü de Anar’ın bu yaklaşıma ne kadar yakın durduğunu gösterir. Çünkü Anar’ın dünyasında, her karakterin, her olayın, kendi içinde bir gerçekliği ve yorumu vardır ve bu yorumların toplamı, “gerçek” denen şeyin karmaşık dokusunu oluşturur.

Teknoloji ve insan doğası arasındaki çatışma: Mekanik bir ruh?

Kitab-ül Hiyel gibi eserlerde İhsan Oktay Anar, Osmanlı döneminin mekanik dehasını fantastik bir üslupla işlerken, teknolojinin insan yaşamı üzerindeki etkilerini de inceler. Bu eser, sadece bir icatlar kataloğu değildir; aynı zamanda makineleşme ve insanın doğaya hükmetme arzusunun felsefi bir eleştirisidir. Anar, Batı’nın endüstriyel devrimle şekillenen, rasyonel ve faydacı zihniyetine karşı, Doğu’nun mistik ve simgesel dünyasını resmeder.

Bu bağlamda, Marx’ın yabancılaşma teorisi ile Anar’ın teknolojiye bakışı arasında ilginç paralellikler kurmak mümkündür. Marx, modern sanayileşmenin işçiyi ürettiği üründen, üretim sürecinden, hatta kendi insan doğasından nasıl yabancılaştırdığını savunmuştur. Anar’ın romanlarındaki mekanik icatlar, her ne kadar fantastik bir düzlemde ele alınsa da insanın doğayı ve kendi varlığını denetleme, dönüştürme arzusunun bir yansımasıdır. Ancak bu arzu, aynı zamanda insan ruhunu mekanikleştirme ve duyarsızlaştırma potansiyelini de içinde barındırır. Anar, bu yolla, Sanayi Devrimi’nin insanlık üzerindeki felsefi ve etik sonuçlarını sorgular. Walter Benjamin’in “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” adlı denemesindeki, sanat eserlerinin aurasını kaybederek nasıl bir metalaşmaya gittiği analojisi, Anar’ın teknolojiye yönelik eleştirisiyle örtüşür. Teknoloji, sadece bir araç olmaktan çıkar, insan doğasının bir uzantısı hâline gelir. Ancak bu uzantı, aynı zamanda insanın yaratıcılığının yıkıcılığa dönüşebileceği potansiyelini de içinde barındırır. Bu, felsefi açıdan, modernite eleştirisiyle iç içe geçmiş bir sorgulamadır. Zira Anar, insanın teknolojiyi sınırsızca geliştirmesiyle neleri feda ettiğini, insanlık durumunun ve ruhunun bu ilerleme karşısında nasıl değiştiğini sorgular. Sanat ve teknolojinin insan doğası üzerindeki etkileşimini irdeleyen bu eserler, okuyucuyu ilerlemenin karanlık yüzü hakkında düşünmeye sevk eder.

Postmodern anlatı ve çok katmanlılık: Gerçeklik nedir ki?

Anar’ın romanları, postmodern edebiyatın belirgin özelliklerini taşır: Tarihsel gerçeklikle kurgunun iç içe geçmesi, güvenilmez anlatıcılar ve metinler arası göndermeler. Suskunlar gibi eserlerde karakterlerin iç içe geçen hikâyeleri, okuyucuyu gerçeklik ve kurgu arasındaki ince çizgide sürekli olarak gezintiye çıkarır. Anar, bu anlatım tekniğiyle “nesnel gerçeklik” kavramını sorgular.

Postmodern düşünürlerin sıklıkla vurguladığı gibi Anar da “büyük anlatıların sonu” fikrini benimser. Jean-François Lyotard, postmodern durumu, “büyük anlatılara güvensizlik” olarak tanımlar. Anar’ın romanlarında da tek bir, mutlak doğru kabul edilen bir tarih veya gerçeklik yoktur. Her karakterin kendi hikayesi, kendi gerçekliği vardır ve bu gerçeklikler birbiriyle çelişebilir, örtüşebilir veya tamamen farklı yönlere gidebilir. Bu, Foucault’nun bilgi ve güç arasındaki ilişkiyi irdelemesiyle de bağlantılıdır. Zira tarihin ve gerçekliğin kimler tarafından, hangi amaçlarla yazıldığı, Anar’ın eserlerinde sürekli bir sorgulama konusudur. Anar, “gerçek” denen şeyin aslında bir kurgu olduğunu, farklı bakış açılarının ve yorumların bir araya gelmesiyle inşa edildiğini gösterir. Okuyucu, Anar’ın eserlerinde, kendi gerçeklik algısını yapıbozuma uğratmaya ve her anlatının kendi içinde bir gerçeklik barındırdığını kabul etmeye çağrılır. Bu, bir olayın veya bir durumun tek bir doğru yorumu olup olmadığını, tarihin ve kişisel anlatıların ne kadarının kurgu ne kadarının gerçek olduğunu sürekli olarak düşünmeye iter. Anar, Umberto Eco’nun Gülün Adında yaptığı gibi, geçmişi yeniden kurarken, kendi çağının sorularını da bu tarihsel kurgunun içine ustalıkla yerleştirir.

Doğu-Batı sentezi ve kültürel kimlik: Kimliklerin çatışması ve uzlaşması

Anar, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısını eserlerinde yeniden canlandırırken, Doğu ve Batı düşünce geleneklerini ustalıkla harmanlar. Efrasiyab’ın Hikâyeleri’nde mitolojik unsurların İslami ögelerle iç içe geçmesi, bu sentezin en belirgin örneklerinden biridir. Bu sentez, yazarın “Doğulu” kimliğini vurgularken, aynı zamanda evrensel insanlık durumunu ele almasını sağlar.

Edward Said’in Oryantalizm adlı eserinde vurguladığı Batı’nın Doğu’ya yönelik indirgemeci bakış açısına karşın, Anar, Doğu’yu kendi iç zenginliğiyle, Batı’nın dışarıdan atfettiği önyargılardan arındırarak sunar. Ancak bu, bir kutuplaşma değil, aksine bir sentez arayışıdır. Anar, kültürel kimliğin sadece coğrafi veya dini bir aidiyet olmadığını, aynı zamanda farklı düşünce sistemlerinin bir araya gelmesiyle oluşan dinamik bir yapı olduğunu gösterir. Galiz Kahraman gibi eserlerde ise toplumsal eleştiriler, felsefi bir hicivle sunulur. Bu, kültürel kimliğin sadece bireysel bir mesele olmadığını, aynı zamanda toplumsal yapıların ve normların bir ürünü olduğunu, hatta bazen bir hapishanesi olabileceğini de ima eder. Anar, bu sentez aracılığıyla farklı medeniyetlerin birbirini nasıl etkilediğini, kültürel alışverişlerin insanlığın ortak mirasına nasıl katkıda bulunduğunu gözler önüne serer. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı gibi eserlerdeki sentez arayışı, Anar’ın bu yaklaşımına benzerlik gösterir. Anar, tek bir kültürel kimliğin mutlak üstünlüğünü savunmak yerine, farklılıkların bir araya gelmesiyle oluşan zenginliği ve bu zenginliğin insanlığın ortak mirasına nasıl katkıda bulunduğunu gösterir.

Ahlaki ikilemler ve insanın karanlık yüzü: İyilik ve kötülüğün dansı

Anar’ın karakterleri, çoğu zaman gri tonlarda tasvir edilir. Onlar ne tamamen iyi ne de tamamen kötüdürler; daha ziyade, insan doğasının karmaşık ve çelişkili yanlarını yansıtırlar. Amat romanında denizcilerin açgözlülüğü ve ölüm karşısındaki çaresizliği, insan doğasının ikiyüzlülüğünü, hayatta kalma mücadelesinin insanı ne tür ahlaki seçimlerle karşı karşıya bıraktığını gözler önüne serer. Bu, ahlak felsefesinin temel sorularına (iyi-kötü, erdem-çıkar) göndermelerle doludur.

Anar, okuyucuyu, karakterlerin zorlu seçimleri karşısında kendi ahlaki duruşunu sorgulamaya iter. Kant’ın ödev ahlakı ile Anar’ın karakterlerinin çoğu zaman içgüdüsel ve bencilce hareketleri arasındaki çelişki, modern insanın ahlaki açmazlarını gözler önüne serer. Kant, bir eylemin ahlaki değerini, o eylemin sonuçlarından ziyade, arkasındaki niyet ve evrenselleştirilebilirlik ilkesine bağlarken, Anar’ın karakterleri genellikle kendi çıkarları veya hayatta kalma arzusuyla hareket ederler. Kitab-ül Hiyel'deki “hiyel” (hile) kavramı ise, insanın yaratıcılığının aynı zamanda yıkıcılığa dönüşebileceğini simgeler. Bu, insanın ahlaki potansiyelinin çift yönlü olduğunu, bilginin ve yeteneğin hem iyilik hem de kötülük için kullanılabileceğini gösteren güçlü bir felsefi semboldür. Machiavelli’nin Prens adlı eserinde ortaya koyduğu, iktidarın korunması için ahlaki değerlerin göz ardı edilebileceği düşüncesi, Anar’ın karakterlerinin bazı eylemleriyle paralellik gösterir. Anar, bu eserleriyle Nietzsche'nin ahlakın kökenleri üzerine yaptığı tartışmalara bir gönderme yaparak, ahlaki değerlerin mutlak olmadığını, kültürel ve tarihsel bağlamlara göre değişebileceğini ima eder. İnsan doğasının bu karanlık yönü, Anar’ın eserlerini sadece edebî değil, aynı zamanda derin birer psikolojik ve ahlaki inceleme yapar.

Zaman ve mekânın felsefi yorumu: Bir süreklilik mi, bir düş mü?

Anar’ın eserlerinde zaman algısı oldukça alışılmadık bir yapıya sahiptir. Zaman lineer değil, daha çok döngüsel veya parçalı bir yapı gösterir. Puslu Kıtalar Atlası’nda geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe geçerken, karakterler farklı zaman katmanlarında yolculuk yapar. Bu durum, Henri Bergson’un “süre” (duration) kavramını anımsatan bir zaman algısı sunar. Yani zaman, kronolojik bir akıştan ziyade, bilincin akışıyla şekillenen öznel bir deneyimdir.

Bergson’a göre zaman, ölçülebilen ve bölünebilen bir dizi andan ibaret değildir; aksine kesintisiz bir akış, bir yaşantıdır. Anar’ın eserlerindeki zaman da tıpkı Bergson’un süresi gibi anıların, düşlerin ve beklentilerin iç içe geçtiği, doğrusal olmayan bir biçimde ilerler. Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı eserinde ortaya koyduğu, varlığın zamanla olan ilişkisi ve zamanın insan varoluşunun temel bir boyutu olduğu düşüncesi de Anar’ın eserlerinde yankı bulur. Anar, bu yolla, zamanın nesnel bir gerçeklik mi, yoksa insanın zihninde inşa edilen bir kurgu mu olduğunu sorgular. Mekânlar ise (İstanbul, Galata) sadece fiziksel birer coğrafya olmaktan öte, metaforik bir derinlik taşır. İstanbul, Anar’ın eserlerinde bir şehir değil, tarihin, kültürlerin, düşlerin ve gerçeklerin iç içe geçtiği bir bilinçdışı alanı simgeler. Bu, mekânın sadece bir fon değil, aynı zamanda insan deneyimini şekillendiren, düşünsel bir varlık olduğunu gösterir. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetiği adlı eserinde mekânın insan psikolojisi üzerindeki etkisini incelemesi gibi Anar da mekânı sadece fiziksel bir yer olarak değil, aynı zamanda duygu, anı ve düşüncelerin biriktirildiği bir alan olarak ele alır. Anar’ın bu felsefi zaman ve mekân yorumu, okuyucuyu kendi geçmişiyle, geleceğiyle ve içinde bulunduğu anla olan ilişkisini yeniden düşünmeye davet eder.

Bir düşünce laboratuvarı olarak Anar romanları

İhsan Oktay Anar, edebiyatı bir araç olarak kullanarak okuyucuyu derin felsefi sorgulamaların içine çeken nadir yazarlardan biridir. Romanları, sadece birer hikâye anlatımı olmaktan öte, Descartes’tan Nietzsche’ye, İslam felsefesinden postmodernizme uzanan geniş bir düşünce yelpazesini barındıran felsefi birer laboratuvar işlevi görür. Anar’ın masalsı dili, fantastik kurgusu ve mizahi üslubu, en derin felsefi soruları bile okunur ve anlaşılır kılar. Onun eserleri, insanlığın varoluşsal kaygılarını, ahlaki ikilemlerini, gerçeklik algısını ve zamanla olan ilişkisini yeniden düşünmeye davet eder.

Anar’ın romanları, her okuyuşta yeni bir katman, yeni bir felsefi gönderme sunan, çok boyutlu yapısıyla edebiyat ve felsefe arasındaki sınırları bulanıklaştıran eşsiz eserlerdir. Onun metinleri, okuyucuya yalnızca bir hikâye sunmakla kalmaz, aynı zamanda kendi düşünsel yolculuğuna çıkması için bir kılavuz görevi görür. Tıpkı bir bilgelik pınarı gibi Anar’ın eserleri, okuyucusuna bilgi değil, bilgelik ve kendi üzerine düşünme fırsatı sunar. Bu, onun edebiyatını okunmaya değil; üzerine düşünülmeye ve defalarca ziyaret edilmeye değer kılan temel özelliktir.

Siz de Anar’ın dünyasına adım atmaya ve kendi gerçekliğinizi sorgulamaya hazır mısınız? Bu puslu kıtalar atlasında kaybolup belki de kendinizi bulacaksınız.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...