
Güzellik mitosunun dışında kalan: Çirkin Üvey Kardeş (Den Stygge Stesøsteren)
Masallar bu yıl yeniden yazılıyor. Norveç sinemasından çıkan Den Stygge Stesøsteren (Çirkin Üvey Kardeş), Külkedisi'nin anlatılmayan, kanlı hikâyesini perdeye taşıyor. Güzelliğin bedelinin kırık kemikler olduğu bu gotik filmde, spot ışıkları "kötü" olandan yana.
Nesiller boyu pek çok ülkede çocuklara anlatılan bir masal “Külkedisi”… Charles Perrault’un (1634) kaleminden dünya edebiyatına aktarılan, Grimm Kardeşler ile yeni versiyonuyla yayılan (1812) bu masal; Sindirella, Cenicienta, Ye Xian, Rhodopis, Cenerentola, Cendrillon, Conkiajgharuna, Aschenputtel, Yeh-Shen, Adelita isimleriyle farklı kültürlerde hayat buldu günümüze değin. İsimler değişiyor, anlatım biçimi farklılaşıyor, zaman ilerledikçe sözlü edebiyattan yazılıya anlatım şekilleniyor, ardından da sahne temsillerinde boyut kazanıyor. Ama anlatılan öz aynı. Modern zamanda da…
Üvey annesi ve üvey kardeşleri tarafından zulme uğrayan genç bir kızın, prense eş aramak için sarayda verilen bir baloyla hayatının kurtarılmasını anlatıyor masal. “Kurtarılması” evet, hayata karşı edilgen, pasivize kalmış geleneksel bir kadın imgesi üzerinden arzulanan bir eylem. “Prens” tarafından, yani bir erkek tarafından “arzulanması” onu zulümlerle dolu hayatından çekip alıyor, hayatta kalmanın tek dayanağı bir erkeğin varlığı olmalıymış gibi.. “Arzu” ise bilindiği gibi, destansı bir güzelliğin büyüsü tanım gereği malum. Safiyane anlamda “iyi”, özü tabiatıyla “çirkin” olan her şeyden beri, “temiz”, doğal, asil… Tanımlara bakalım: “Göze ve kulağa hoş gelen, hayranlık uyandıran, çirkin karşıtı”, “iyi, hoş, mis”, “beklenene uygun düşen ve başarı düşüncesi uyandıran”, “soyluluk ve ahlaki üstünlük düşüncesi uyandıran”, “görgü kurallarına uygun olan”, “sakin, hoş”, “okşayıcı, aldatıcı, kandırıcı”…
Pamuk Prenses’te, Uyuyan Güzel’de olduğu gibi bu masalın sonunu biliyoruz; güzelliği sebebiyle (düşmanları tarafından da) arzu nesnesi olan güzelliğin zulümden, fakirlikten, kötülükten -yani kaderine uygun düşmeyecek olan şeylerden- azade bir hayata kavuşmasını okuyoruz, dinliyoruz, seyrediyoruz. Makul ve makbul olan buymuş, olması gerekenler yaşanıyormuş gibi bir tatminle. Peki, bu tatmini yaratan “ataerkil” inşanın ve makuliyetin dışında kalan “diğer” kadınların; yani çirkin üvey kardeşlerin hikâyesini hiç dinlemeye değer bulduk mu? Bu hedefi yakalamaya çalışan diğer karakterlerle, belki de anakronik bir “biz”le yüzleşmeye çalıştık mı? Masalların karanlık yüzünü, gri alanlarını, örttüğü gerçekliği bugüne işaret ettikleriyle şimdi izlemeye ne dersiniz?
Çirkinliğin sonu her daim kötü: Den Stygge Stesøsteren
Norveçli yönetmen Emilie Blichfeldt’in kaleminden ve objektifinden çıkan 2025 yapımı Den Stygge Stesøsteren (Türkçe çevirisiyle Çirkin Üvey Kız Kardeş); klasikleşmiş “Külkedisi” masalını kara mizah unsurlarla yeniden anlatıyor, masalı rahatsız edici bir formla eleştiriyor. Eleştirilen: “güzellik arzusu”, ona erişme güdüsü ve hırsı, daha doğrusu güzelliğin sağladığı “kurtarıcı” pasif güç. Beğenilmenin getirisinin hayat kurtardığı karanlık bir dönemden bahsediyoruz (bugün pek aydınlanmış olduğunu söyleyemesek de geçmişteki acımasızlığıyla daha karanlık). Dolayısıyla bu kurtarıcı gücün büyüsünün getirdiği hırs, en az dönemin “kadın” algısı kadar karanlık oluyor.
Filmin baş karakteri: Elvira. Güzelliğin kadın için her şey olduğu böyle bir toplumda var olmaya çalışan bir genç kız; diş telleriyle, hafif kemerli burnuyla, birkaç fazla kilonun getirdiği ergenlik tombulluğuyla “idealize” kadın figüründen uzak bir tanımın içine hapsedilmiş. Babasının ölümüyle fakirliğe sürüklenmiş bir ailenin iki kızından en büyüğü. Annesi, kendisine ve kızlarına biçilen çaresizlikten “kurtulmak” için yine bir adamın eşi olmaya mahkûm olarak yeni bir evliliğin içerisine girmiş. Bir kurtuluş reçetesi olacak bu evlilik ne annesi Rebekka ne de evlendiği adam Otto için beklenen sonucu vermiyor ne yazık ki… Otto ölüme Rebekka var olman mirasın ardındaki fakirliğe sürükleniyor; ölümün de fakirliğin de nedeni “çıkar” düğümüyle birbirine giriyor. Ve çare görülen devanın, evin diğer kızlarınca bulunması umuluyor. Alma çok küçük, Elvira’nın ise büyük bir çabaya ihtiyacı var…
Ve elbette bizim duymaya alışkın olduğumuz masalın asıl sahibi, Agnes. Elvira’nın çabasına muhtaç olmayan, meleksi güzelliğe sahip genç kız. Altın gibi parıldayan saçlara, ideal vücut kıvrımlarına, ok gibi kirpiklere ve “güzel” olmanın getirdiği tüm ulvi yönlere sahip. Otto’nun kızı, Elvira’nın üvey kız kardeşi. Ya da Elvira, masal sahibi olan Agnes’in üvey kız kardeşi. Tanım değillik üzerine, güzelin güzel olmayana, iyinin iyi olmayana, karşı değilliği gibi… Fakat hepsinin ortak kaderi, kurtarılmayı beklemeleri, bir erkek tarafından, beyaz atlı prensleri tarafından.
Masalda olduğu gibi yönetimin temsiliyetini elde tutan monarkın, veliahtlarını makul ölçüde dize getirmek için evlilik çatısı altında meşruiyet kurması gerekir ve bunun için bir balo düzenlenir. Prenslik makamına eş olacak bir prenses için… Güzel, zarif, yetenekli, çekici olmanın ötesinde güç gösterisine yakışacak “mükemmel” bir eşlikçi nesne arayışı. Yoksulluğun pençesinden kurtulmak isteyen her genç kızın kollarına atıldığı bir pazar yeri yani… Bu biçare ailenin kadınlar için de umulmayacak bir mucize. Davetiye önce Agnes’in kapısında yazılıyor; Elvira’nın meraklı ve umutlu bakışlarıyla ona da bir ad biçiliyor davetiye kâğıdının en sonuna: “Elvira Üvey Kız Kardeş”… Ve rekabet bu ötekilik ve değillik üzerine başlıyor; öz ve üvey kadar sert ayrımlarla.
Elvira’nın hikâyesi; annesi Rebekka’nın da baskısıyla akıl almaz ve ilkel estetik operasyonlara, acı verici diyetlere ve aşağılayıcı güzellik ritüellerine kapılıp gitmeyle şekilleniyor böylelikle. Kırılan kemikler, dökülen dişler ve mideye indirilen tenyalarla Elvira’nın bedeni; Prens’in arzusunun bir nesnesi hâline gelebilmek için bir savaş alanına dönüyor bir nevi. Bu süreç tabii ki fiziksel olduğu kadar ruhsal olarak da bir savaşım hâli oluveriyor; “masumiyetini” ve özsaygısını yitirirken Elvira’nın içindeki kıskançlık ve hırs git gide büyüyor, ölümü zihnen ve bedenen göze alacak kadar.
Her ne olursa olsun masal, “diğerinin” hikâyesiyle anlatılsa bile bilindik hâliyle bitiyor. Fakat tek bir farkla. İyi ve kötünün, güzel ile çirkinin, doğru ile yanlışın birbirine karıştığı gri alanlar; masallardaki büyüyü ters yüz ediyor. Elvira’yı bu yıpratıcı sürece sürükleyen zorba güç -yani hem eril tahakküm hem de onun dişlileri- daha görünür kılınıyor. Rebekka’nın ayakta durmak için oyunu kurallarına göre oynama isteği, Agnes’in ekonomik güç uğruna aşkını feda etmesi, prensin ve çevresinin kadınlara karşı cinsiyetçi ve aşağılayıcı tutumu; Elvira’nın hırsından çok daha fazla şey anlatıyor masala dair. Güzel olana çizilen mutlak iyiliğin yerle bir edilişi, gücün örttüğü eşitsizliğin aşikâr olması gibi…
Sinema içinde gotik bir kâbus
Emilie Blichfeldt, ilk uzun metrajlı filmi olan Den Stygge Stesøsteren’da aslında cüretkâr bir vizyon ortaya koyuyor. Filmin atmosferi, gotik masalların karanlığını ve klostrofobik gerilimini modern bir beden korkusu estetiğiyle birleştiriyor. Yönetmen, Elvira'nın acı dolu dönüşümünü, yakın plan çekimler ve rahatsız edici ses tasarımlarıyla izleyiciye neredeyse tüm iç gıdıklayıcı hâliyle hissettiriyor. Estetik operasyon sahneleri, gerçekçi ve kanlı tasvirleriyle izlemesi zor anlar yaşatırken, bu vahşet filmin temel eleştirisini güçlendiriyor: güzellik idealinin ne denli acımasız ve insanlık dışı olabileceği. Tabii keşke bu acımasızlık, o ideali yeniden yaratanlara ve üretenlere yöneltilseydi, daha kıymetli ve ayakları yere basan bir eleştiri olabilecekti.
Blichfeldt'in yönetimi, ayrıca filmin satirik tonunu da başarıyla yansıtıyor. Güzellik endüstrisinin ve ataerkil toplumun dayattığı standartlarla dalga geçen film, bu eleştirisini kara mizahla harmanlayarak sunuyor. Elvira'nın Prens'e olan safça hayranlığı ve bu uğurda katlandığı işkenceler, trajik olduğu kadar absürt bir komedi unsuru da taşıyor. Naçizane eleştirim, bu gülünçlük hâli algının kendisine yöneltilirse ancak belli kalıpların yıkıldığına şahitlik edebileceğiz. Elvira’nın düştüğü trajikomik hâllere gülerken ya da acırken bu üretim mekanizmasına bizzat katıldığımız hissiyatına da kapılmıyor değiliz çünkü. “Mutlu sona” reva görülmeyen bir “çirkinin” biçare çabalayışlarını izlemektense; bu zorbalığı yaşatanların algılarıyla oynanabilirdi. Ya da mutlu sonun kendisi tartışmaya açılabilirdi.
Fakat bunlara ve sonunun nasıl biteceğini tahmin etmemize rağmen Den Stygge Stesøsteren, izleyicisini soluksuz bırakarak kendini tamamlattırıyor. Filmin buradaji en büyük güçlerinden biri şüphesiz oyuncu performansları. Elvira karakterine hayat veren Lea Myren, kariyerinin en dikkat çekici performanslarından birini sergiliyor. Myren, Elvira'nın masumiyetten vahşete uzanan psikolojik çöküşünü, incelikli ve katmanlı bir oyunculukla perdeye taşıyor. Karakterin hem acısını hem de giderek artan canavarsılığını izleyiciye geçirmeyi başaran Myren, filmin duygusal yükünü başarıyla omuzluyor.
Thea Sofie Loch Næss, klasik "iyi kalpli" Külkedisi arketipini ters yüz ederek, güzelliğin getirdiği ayrıcalıkların farkında olan ve bunu kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyen, daha karmaşık bir Agnes portresi çiziyor. Ane Dahl Torp ise kızını bir meta olarak gören ve onu kendi hırsları uğruna acımasızca şekillendiren anne Rebekka rolünde unutulmaz bir oyunculuk sergiliyor. Torp'un canlandırdığı karakter, ataerkil sistemin kadınlar üzerindeki baskısını içselleştirmiş ve bu sistemi kendi lehine çevirmeye çalışan trajik bir figür olarak öne çıkıyor.
Güzellik algısının radikal bir dekonstrüksiyonu
Den Stygge Stesøsteren, sadece bir korku filmi ya da bir masal uyarlaması olmanın ötesinde, günümüz toplumunun güzellik takıntısına yönelik -bir noktada taraflı da olsa- bir eleştiri sunuyor. Film, bedenin bir meta olarak görüldüğü, kadınların sürekli olarak belirli kalıplara sokulmaya çalışıldığı bir kültürü hedef alıyor. Elvira'nın geçirdiği fiziksel dönüşüm, aslında toplumun kadın bedenini nasıl parçaladığının, şekillendirdiğinin ve kontrol ettiğinin kanlı bir metaforu. Den Stygge Stesøsteren, tıpkı Coralie Fargeat’ın The Substance filminde olduğu gibi; bu metaforla kıymetli bir noktaya -yani acı veren hâle- temas ederken; eleştirinin okunu yine kadının kendisine çevirmeyi ihmal etmiyor.
Blichfeldt, güzelliğin doğuştan gelen bir lütuf değil, aksine acı, fedakârlık ve çoğu zaman şiddet içeren bir inşa süreci olduğunu gözler önüne seriyor bu filmiyle. Belki de böylelikle izlediklerimizle “iç güzellik” klişesini de acımasızca yıkıyor. Çünkü Elvira fiziksel olarak "güzelleştikçe", ruhsal olarak çirkinleşiyor ve insanlığını kaybediyor. Bu durum, dış görünüşe odaklı bir dünyanın ahlaki ve ruhsal çürümüşlüğünü vurguluyor. Bu hem eleştiri sunarken hem de çürümüşlüğü yine kadına atfetmesi sebebiyle bir noktada rahatsız etmeye ve tutarsız bir çerçeveden anlaşılmaya devam ediyor elbette. Zira eleştirel olarak sadece kadınlar arasındaki rekabetin de ataerkil sistemin bir ürünü olduğunu ima edebiliyor. Elvira ve Agnes'in mücadelesi, Prens'in (ve dolayısıyla erkek egemen sistemin) takdirini kazanmak için birbirleriyle yarışmaya zorlanan kadınların trajedisi olarak sunuluyor. Fakat erkek egemen sistemin eleştirisini ne yazık ki erkekler üzerinden yapmaya çekiniyor. Arada bir fallusu göstermek ise düzeni yıkmak için değil, onun da takdirini kadın bedeni üzerindeki şiddetle almanın metaforik bir düsturu gibi anlaşılıyor.
Bu yüzden Külkedisi masalının parlak yüzeyinin altındaki karanlığı ve çürümüşlüğü merak eden ve sinemada cesur, kışkırtıcı işler görmekten hoşlanan izleyiciler için Den Stygge Stesøsteren, farklı bir deneyim sunabilir. Fakat ana akım sinema endüstrisinde var olabilmenin gerektirdiği kadar feminist eleştiri getirebilen yönetmenlerin bu perdeyi de yıkabileceği günleri görmek isteyen izleyiciler için bir parça hayal kırıklığını içinde saklıyor.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.