21 Mayıs 2025

Eurovision 2025: Sanatın politizmi

Bir Eurovision daha geçti müziğin, sanatın ve insanlığın içinden. Sahne şovlarından müzikal kaliteye, oylama sisteminden politik duruşuna kadar bu yılki Eurovision’un kaybolan ruhunu bizimle aramaya ne dersiniz? Merak etmeyin, burada yuhalama seslerinin üzeri sahte alkışlarla bastırılmayacak.

Bir Eurovision daha geçti müziğin ve sanatın içinden. Politik ilişkilerin, yeniden oluşturulan kültürel dinamiklerin ve popülizmin seçimleriyle bir dizi müzik daha dinletildi; seçkinin arkasındaki bu unsurlarla sıralandı hepsi. Ne başarı bunlarla sınırlıydı ne de dünya müziği bu seçkiden ibaretti. Çocukluğumuzun, gençliğimizin nostaljik bir hatırlatması olarak masumluğu sadece anılardan ibaretti. Eskinin kısıtlı iletişim araçlarından duyabildiğimiz nadir eserleri ve belki haritada adını bulmak için o yıllarda zorlandığımız ülkelerin melodilerini ancak Erouvision’da işitebiliyorduk. Katılımcı olarak varlığımız ise millî bir mesele hâline geliyor; olimpiyatlara sporcu hazırlar gibi müzisyenleri Eurovision için idmana sokuyorduk. Evet, bunlar eskidendi. O yıllarda adaletsiz puan sisteminin politik düzleminden yine haberdardık ama çaresizce -her tür müzikle ve koreografiyle- kendimizi ispata girişmiştik 1975 ile 2013 arasında ve nihayet protesto mahiyetinde çekildik sahneden. Ama bizim için yolu bitiren bu sorunlar, Eurovision’da asla çözüme ulaşamadı. Önce müzik ve sanat pazarının hâkimiyeti çöktü yarışmanın üzerine, ardından da uluslararası ilişkilerin o günkü konjonktürü. 12 puan ilişkilerin en iyi olduğu veya olması istenen ülkeye, 1 puan ise diplomasinin sallantıda olduğu ülkeye gitmeye sanki hep mahkûmdu.

Biz 12 senedir içinde olmasak dahi yine de müzik endüstrisine bayağı bir müzik kattı Eurovision. Müziği ve müziğin getirdiği parayı da beraberinde paydaşlarına kazandırırken; öte yandan müzik aracılığıyla hegemonyanın bekçiliğini de yaptı tabii. Yerel olan her unsur, burada da yeni popüler-küresel kimlikler içinde eridi; politik güç kendi meşruiyetini -şiddetle ve nefretle beslenen varlığına yapay mutluluk ve sempati örtüsü çekerek- sağladı. Bizse belki aralarından gerçek bir melodi duyarız umuduyla ve biraz da geçmişe dayanan merakla kulak kabartmaya devam ettik. Umudumuza da hep gölge düştü. Peki, bu sene Eurovision bize ne gösterdi, ne arattı, ne buldurttu? Haydi, siz de YouTube’dan açın kaydı izlemediyseniz. Beraber bakalım ekrana.

Beyazlar içinde birinciyi aramak

Geçen seneki Eurovision İsveç’in Malmö kentinde gerçekleşmişti hatırlarsanız ve İsviçre adına yarışan Nemo “The Code” adlı şarkısıyla (591 puanla) birinci olmuştu. Şarkı non-binary, yani ikilik dışı kimliğini keşfeden bir şarkıcının hikâyesini anlatıyordu. Eurovision 2025, bu sefer İsviçre’nin Basel kentinde aynı şarkıyla açılış yaptı. Popülizmin alkışları arasında bir figür hâline geldiğine oldukça emin, geçen senenin birinciliğini sağlayan mekanizmalara oynayarak seslendirdi şarkısını Nemo. Beyaz elbisesi ve beyaz peruğuyla şarkının üst notalarına çıkarken şaşkınlık yaratmaya devam etti. Bu, bu aralar hep tutuyordu; geçen seneki Eurovision’da, olimpiyatlarda, vs….  Benzerlerini ve taklitlerini tuttuğu yerden üreten çarkın içinde yer alması, kimliğin temsiliyetindeki samimiyeti de sorgulatıyor doğal olarak. Eurovision’da ne samimi ki zaten?

Nemo’nun sahneden inmesinin ardından Top Secret adlı davul topluluğu tarafından “Drum Corps Basel” eşliğinde bayrak geçiti yapıldı. Katılımcıların kendi ülkelerinin bayraklarıyla sahnede yürüdükleri resmî bir kabul gibiydi, bir bakıma Eurovision’un kendinde olimpiyat sanrısı yaratma biçimlerinden biriydi bu. Fakat ne adil bir yarış kalmıştı ortada ne de o misyonu taşıyabilecek barış ruhu… Olimpiyatlar da aynı ölçütlerde artık güvenirliğini yitirmemiş miydi?

Cevapları asla tutarlı bir şekilde verilemeyecek bu sorularla birlikte yarışma; Hazel Brugger, Michelle Hunziker ve Sandra Studer’in (izleyiciler arasında ise Sven Epiney vle Melanie Freymand’in) sunumlarıyla izleyenlere aktarıldı, konuklar karşılandı. Basel’de iki salonda takip edildi bu gösteri; yarışmanın yapıldığı salonda 8.000, stadyumda ise 43.000 kişi ağırlandı. Çekimler onlarca kamerayla takip edilirken, iç mekânda kullanılması oldukça zor olan dronlarla kayıtlar gerçekleştirildi. Belli ki iyi bir yatırım yapılmıştı.

Bilindiği üzere yarışmanın finalinde yer alan eserlerin izleyiciye sunulma sıralaması, Avrupa Yayın Birliği (EBU), ev sahibi ülkenin yayıncı kuruluşu (bu yıl İsviçre’nin SRG SSR kuruluşu) prodüktörleri ve Yarışma Yürütme Sorumlusu (Executive Supervisior) ile birlikte oluşturulan bir komiteyle belirleniyor. Bu komite genellikle şovun akışını ve dinamizmini en iyi şekilde sağlamaya odaklı olarak eserleri sıralıyor; aynı türe ait şarkıların üst üste gelmesini engelliyor, tempo değişimlerini takip ederek bütünlüklü bir program yaratmaya çalışıyor. Bu sene, Yarışma Yürütme Sorumlusu (Executive Supervisior) 2024’ün de tartışmalı ismi Martin Österdahl’dı. Ayrıca komitenin içerisinde Ebba Adielsson ve Christel Tholse Willers gibi önemli prodüktörler de bulunuyordu ve hepsi eserlerin stratejik olarak sunumundan, görsel ve işitsel bütünlüğünden ve ritminden sorumluydu. Komitenin belirlediği bu şovun ritmi ne kadar etkileyiciydi peki? Gelin, aynı sırada beraber bakalım. Şarkıları beraber deneyimleyelim.

Özlenenler: Özgünlük ve insanlık

İlk performans Norveç’indi. Sözlerini ve bestesini Adam Woods ile beraber yaptığı “Ligher” adlı şarkıyla Kyle Alessandro sahnedeydi. Genç bir isim olan Kyle, şarkısının eğlenceli ritmi ile bugünün tarzını yansıtıyor; yöresel melodiler alametifarika olarak ara nağmelerde kendini gösteriyordu. İkinci sıra Lüksemburg’undu. Soğuk bir coğrafyadan güneş gibi doğan bir gülümsemeyle Laura Thorn izleyenleri karşıladı. Bestesi ve sözleri Julien Salvia, Ludovic-Alexandre Vidal ve Christophe Houssin’e ait “La Poupée Monte Le Son” adlı şarkıyı seslendirirken; dijital simülasyonun kullanılabilirliği ile izlenmesi keyifli bir performans sundu. Aynı zamanda konservatuarda eğitmen olan Laura, sadece harika bir ses dinletmekle de kalmadı; eğlenceli, samimi bir şarkı da kondurdu Eurovision’a.

Ardından Estonya… Tommy Cash; bestesi ve sözleri Thomas Tammements ve Johannes Naukkarinen’e ait “Espresso Macchiato” adlı şarkıyı seslendirdi. Seslendirdi desek de ne ses ne performans yarışmanın formatına uygundu. Komedi üçlüsü izler gibi, tek kişinin birkaç dansçıyla oyalandığı karaoke denemesini izledik sanki. Stand-up’ın müzikal bir versiyonu olan bu şarkı, sadece izleyiciyi biraz tebessüm ettirmeye yarayabildi. Daha büyük prodüksiyonları özlediğimiz bir yarışmada bu sadeliği ancak sesin ve şarkı performansının iyiliği kurtarabilirdi.

Fakat özlediğimiz ve hiçbir performansın kurtaramayacağı bir diğer husus da adalet ve insanlıktı. Eurovision, vicdanını nereye sakladığını bilemediğimiz bir dünyanın şarkılarla süslenmiş yalan yuvasıydı artık. Büyük kıyımların, soykırımların, savaşların, ölü bebeklerin, çalınan, yıkılan, bombalanan evlerin faili İsrail, Eurovision’da sahte alkışlarla karşılandı; çocukların, annelerin çığlıkları yapay tezahüratlar arasında duyulmadı. Ülkenin teaserındaki mutluluk manzaralarından kan kokusu yükselirken; Filistinlilerden başka kimsenin ciğerine kan dolmadı, nefesini kesmedi. Yuval Raphael her ne kadar sahnede “New Day Will Rise” dese de biz biliyoruz ki bir gün Filistin’de yeni bir gün doğacak. Ve diliyoruz ki savaşa, adaletsizliğe, soykırıma başvuranların her alanda cezalandırılacağı bir platform görürüz uluslararası arenada. Rusya’ya uygulanan hiçbir ambargonun İsrail’e söz konusu olmadığına yeniden şahit olmak; Eurovision’un sahte “hümanizmasını” izlemeyi maalesef zorlaştırıyor artık; bu dileğin mümkünlüğünü sorgulatıyor. Hâlbuki sanat, sadece barışı temsil etmeliydi, siyasi çıkar mekanizmasının çarklarını döndürmeyi değil. Arada duyduğumuz yuhalama seslerini ve protesto ıslıklarını bastırmayıp, alkışlamayı kestiğinde belki sanatın misyonunu üstlenmeyi başarabilir. Ama yine de biliyoruz ki Eurovision’un şu anki misyonu hiçbir şekilde sanatla alakalı değil.

Gizlenen protestoların arkasından gösteri devam ediyor

Gel gelelim bir sonraki ülkeye: Litvanya’ya… Sahnede bu sefer bir grup performansıyla Katarsis yer aldı. Söz ve müziği Lukas Radzevicius’un rock balad tarzındaki “Tavo Akys” adlı şarkısını seslendiren grup, âdeta bulutlar arasındaydı. Bulutların içinden çıkan prodüksiyon keyifli bir izlenim sunsa da şarkı aynı keyfi maalesef vermiyordu. Kendini tekrarlayan, tek düze bir hissiyat uyandıran şarkı, belki yarışma haricinde değerlendirilseydi kendi dinleyenleri tarafından sevilebilir, hit olmasa da belli bir düzeyde tutabilirdi. Eurovision tarihinde onca efsaneleşen rock eserlerini dinledikten sonra, tarza ait daha iyi bir örnek görmeyi bekliyorduk.

Litvanya’nın ardından İspanya’daydı sıra. Söz ve bestesinde Alberto Lorite ile birlikte çalıştıkları “Esa Diva” adlı şarkıyı seslendiren Melody (Melodia Ruiz Gutierrez), şarkıyla bütünleşik olarak diva misali performans gösterdi. Ses efsaneydi, yavaş başlayan eserin aniden hareketlenmesi, kreşendolarla başarıyla şarkıyı yukarı çıkarması, danslar, Melody’i devleştirdi âdeta.

Bu performanstan sonra ise Ukrayna’yı temsilen Ziferbiat adlı grup çıktı sahneye. Valentyn Leshcynskyi, Daniel Leshchynskyi ve Fedir Khodakov’un yaratımından doğan “Bird of Pray”, sanki tutan her şeyin kolajı gibi sunuldu dinleyiciye. Islık tonunda nüanslar, cinsiyet normlarına göz kırpılması, rock saundları vs. hep bir aşinalık ama olmamışlık sezinletti. Dolayısıyla hem özgün bir eser dinleyememiş hem de Melody’nin ardından daha sönük bir şov izlemiş olduk. Nemo’vari bir performans ne birinciliği ne de ilk sıraları bu sefer garantilemeyecekti tabii…

Bunca şarkı ve performansın sonunda ise geçmişi bir nevi yâd etmek gerekti. Yarışmanın sunucularından Sandra Studer, 1991’de Roma’da düzenlenen 36. Eurovision’a İsviçre adına “Canzone per te” adlı şarkıyla katılmıştı. Şimdi sunucusu olduğu Eurovision sahnesinde, yeniden o günleri yaşatırcasına, üstelik kendi ülkesinin ev sahipliğinde aynı şarkıyla dinleyicilere seslendi, kendini hatırlattı. Yine İsviçre’nin bilinen isimlerinden Michelle Hunziker de sunuculuğunun yanı sıra bu uluslararası platformda şarkı söyleme fırsatını kaçırmak istemeyerek, Domenico Modugno’nun İtalya’yı temsilen 1958’deki Eurovision’da söylediği ünlü “Nel Blu Dipinto Di Blu” şarkısını söyledi. Biraz tansiyonu ve eğlenceyi artırmak istiyorlardı belli ki, detoneler içinde bu güzelim şarkıyı duymak tansiyonu yerinden oynatmaları zor olmadı.

Bu garip molayla birlikte nihayet yarışma finalistlerine geri dönebildik. “Büyük Beşli” içerisinde her daim bulunacak olan ülkelerden birindeydi sıra: Birleşik Krallık. Üç genç kadının tatlı enerjisinden oluşan “Remember Monday” adlı grup; Julie Aagard, Lauren Byrne, Holly Hull, Charlotte Steele, Thomas Stengaard ve Billen Ted tarafından yapılan “What The Hell Just Happened?” adlı şarkıyı seslendirdi. Evet, tatlı genç kadınların sempatik müzikal temsilini izledik ama Disney’den alınmış düşük prodüksiyonlu minik bir klip izlemekten farksız bir deneyimle. Verilmek istenen masalsı anlatım, ne punkvari popta ne de şarkının genel sunumunda hissediliyordu. Bu tatlılık, ergenlik dönemlerimizde popülerliğini yitirivermişti çoktan.

Şu sorular da akla gelmiyor değildi: Eurovision, müzik trendlerinin çok mu gerisinden geliyordu? Yoksa popüler müziğin içinde çok mu kaybolmuştu?

Umutla umutsuzluk arasında performanslar…

Bu karamsarlığı yıkan, Avusturya adına yarışmaya katılan JJ, yani Johannes Pietsch oldu. Beste ve sözlerinin yaratımında Teodors Splric, Thomas Thurner ile birlikte kendisinin de emeği geçen JJ, “Wasted Love” adlı şarkıyla dinleyen herkesin tüylerini ürpertti. Şarkının hüzünlü yapısı, sahnenin siyah beyaz tasarımı, fırtınada savrulan bir geminin sembolik varlığı sarsıcı olmakla birlikte; JJ’nin güçlü sesi hepsini taşıyan ana unsurdu. Duygunun ağırlığını JJ kendine has icrasıyla yansıtıyordu. Yükselişler, teknotik vurgular sahnenin ahengiyle bütünleştiğinde, hüzünlü bir şarkı olmasına rağmen melodiyi duygusal yoğunluğuyla cezbedici bir hâle büründürüyordu.

JJ’nin özgün performansının ardından sahneyi, İzlanda’yı temsil eden Veb adındaki grup devraldı. M. David Matthiasson, H. Helgi Matthiasson, G. Björn Gunnarsson ve Ingi P. Gardarsson’un bestesini ve sözlerini taşıyan “Roa” adlı şarkıyla sahne aldı grup. Yöresel melodiler, minecraft şovu, eğlenceli şarkı yapısı hoş bir etki bıraktı. Yine gemi temalı bir şovdu fakat bir öncekinin tam aksi yönde daha ritmik özelliklere sahipti.

Litvanya için de beste ve sözlerinin yaratımında Astane Rancane, Aurelija Rancane, Laura Licite, Kate Silsane, A. Moiseja, Elvis Lintins, G. Zvaigzbite’nin bulunduğu “Bur Man Laimi” adlı şarkıyla Tautumaltas platformdaydı. Grup, altı genç kadından oluşuyordu. Şarkının perküsyonu melodinin içinde dinleyiciyi tutarken; kostüm ile koreografi Orta Dünya elflerini ve ritüellerini andırıyordu. Grup üyeleri gerek vokalleriyle gerekse sahnedeki başarımlarıyla anlatımlarındaki doğa ve doğaüstü figürleri hem şarkının yapısında hem de şovunda birleştirmişti. Özgünlüğüyle popülizmin aynılığından sıyrılıyor, diğer şarkılardan ayrışıyordu.

Sıra Hollanda’ya geldiğinde bu sefer sahnede Claude vardı. Şarkının yaratımında da bulunan Claude, bu melodiler için Arno Krabman, Joren van der Voort, Leon Paul Partmen ile birlikte çalışmıştı. Şarkı; yumuşak, romantik, sıcak bir yapıya sahipti. Claude’un performansı da şarkının ahengine uyuyor; sahne tasarımı da şarkının sıcak ambiyansını yansıtıyordu.

Finlandiya, kendisine denk gelindiği için üzen bir ülke oldu maalesef bu sene. Sözü ve bestesi Christel ve Jorl Roosberg’e ait olan “Ich Komme” adlı şarkıyla Erika Vikman’ı izledik ülkeyi temsilen. Genel eleştiriler yarı finallerde olumlu olsa dahi beklenti bence daha yüksekti kamuoyunda. Seyirciyi etkileyen bir performansa Erika Vikman sahipti elbette. Ama şarkı ne yazık ki hüsrana uğrattı.

Yine “Büyük Beşli” ülkelerden biri olan İtalya ise Finlandiya’dan sonra sahnedeydi. Lucio Corsi, bestesi ve sözleri yine kendisine ve Tomması Ottomano’ya ait olan “Molevo Essere un Duro” adlı şarkıyı seslendirdi. Şarkı eski bir radyodan sızan sakinlikte; piyano ve elektro gitarın uyumuyla ilerliyordu. Sahne tasarımı da eski bir radyonun dekoruyla doldurulmuştu. İtalyanca rock-caz benzeri bir melodi karşımızdaydı. Ama maalesef Eurovision’a göre hem prodüksiyon hem de şarkının yapısı açısından biraz sade ve basit kalmıştı.

İtalya’nın bu sade eserinden sonra sıra Polonya’nın melodilerindeydi. 1995’te de daha önce Eurovision’a katılmış olan Justyna Steczkowka, bu sefer yapımında Emillian Waluchowski, Payk Kumör ve Dominic Buczkowski-Wojtazsek ile birlikte rol oynadığı “Gaja” adlı şarkıyla karşımızdaydı. Sahnenin dijital kurulumu, danslar ve Justyna’nın canlı performansı oldukça etkileyiciydi. Hareketliliğin içerisinde detone olmadan, eline arada aldığı kemanla gerçekleştirdiği harika bir sunumla ve aranjmanla şarkıyı dinletti bize. Ejderhalar, buz ve ateşin birleşimi ile sahne şovunu arşa çıkardı diyebiliriz hatta.

İtalya’nın peşinden ise Almanya’dan Abor ve Tynna; sözü ve müziği Tunde Bornemisza, Attila Bornemisza ve Alexander Hauser’e ait “Baller” isimli şarkıyı seslendirmek üzere platforma çıktılar. Abor’un elindeki elektronik çellodan süzülen Macar ezgileri güzel bir giriş yaparken maalesef Tynna’nın vokalistliğindeki şarkı ilerlemeye başladığında zayıf bir yapı bizi karşıladı. Güzel bir disko müziği olabilirken gerek şovu gerekse şarkının kendisi heyecan uyandırmadı.

Spekülasyon sevdalılığı

Şimdi de sıra Doğu Avrupa’da, Yunanistan’daydı. Sahnede Klavdia vardı ve finale kadar adını Türk kamuoyunda da tartışmalı olarak duyurmuştu. Zira sözü ve müziği kendisi ile Arcade’ye ait “Asteromata” adlı şarkısında Pontus İsyanı’na açıkça bir gönderme yapması ve ciddi tepkilerle karşılanmasına rağmen “Bu tarihî bir sorun ve bu şekilde Türklerin inandığı bu tür propagandayla çözülebileceğini sanmıyorum” demesi tartışmaların temelini oluşturmuştu. Bu tür tarihî spekülasyonların dile getirilmesinde ve taraflılık addeden şarkıların katılımında bir beis görmeyen Eurovision’un iki yüzlü tavrı her zamanki gibi şaşırtmadı. Bu spekülatif duyarlılığın yerine aktivizm derdine düşecekse bunu İsrail için yapabilirdi. Jamala’ya esinlenilmiş bir şarkı ve sahne performansı, -Jamala’nın aksine- gerçek bir hafızadan aktarılmadığı için tabii çok da etkileyici olmadı.

Ardından performans göstermesi için seçilen ülke de manidardı: Ermenistan. Şarkının yapımında kendiyle birlikte kalabalık bir ekibin de bulunduğu Parg, “Survivor” adlı şarkıyla çıktı sahneye. Şarkı yaratımındaki kalabalık sahnede yoktu, Parg tek başınaydı. Kaslı bir gövdenin oradan oraya koşuşturmasından başka bir şey izlettirmedi maalesef. Rap ile rock arasında kalmış olan şarkı da futbol marşı tonlarını andırdı dinlerken. Tezahürat şarkısıymış gibi dursa da dinleyiciler arasında aynı coşkuyla tezahürat ve alkış alamadı.

İki ülkenin ortalama altı şarkılarının ardından ise İsviçre’nin melodileri bizi kendimize getirdi. Bestesi Zoe Anina Kressler’e, sözleri Emily Middlema ve Tom Oehler’e ait “Voyage” isimli şarkıyla Zoe Me, kadife gibi sesiyle bizi mest etti. Zihnimizde ve kulaklarımızda müzikal bir tat bıraktı, büyük prodüksiyon olmaksızın keyifli bir dinleme ve izleme edimi sundu. Şaşırtan geçişleriyle, dingin yapısıyla ruhu besledi, akşamı güzelleştirdi. Dinleyiciyi melodilerin saf ve temiz uyumunda birleştirdi âdeta. Beklenilen ve amaçlanan biraz da bu olmalıydı: Ayrıştırmaktan ziyade birlikteliği sağlamak. Bunu başarabilen sayılı sanatçılardan biriydi Zoe.

Bu amaçtan ziyade hitleşmeyi hedefleyen bir şarkı karşıladı bizi Zoe’dan sonra. Malta için sahneye çıkan Miriana Conte’u; beste ve sözlerini Sarah Evelyn Fullerton, Benjamin BNJI Schmind, Muxu ile birlikte inşa ettiği “Serving” adlı şarkıyla Amerikanvari bir şölenle dinledik. Bugünün eğlence dünyasına hitap eden, kendi şovunu bu dünyanın piyasasına tanıtan bir performanstan öte değildi tabii. Hedeflediği kitle için güzel, daha kaliteli ezgilerin peşine düşebilecekler için sıkıcı ve bilindikti.

Portekiz ismi ekranda belirdiğinde ise NAPA isimli grup, sözleri ve bestesi kendilerine ait “Deslocado” şarkısıyla platformdaydılar. Şarkının girişi hoş ama nakaratı tek düze ve basit bir yapıya sahipti. Prodüksiyon zayıf, görsel ve işitsel zevkten dinleyenleri yoksun bırakmıştı. Yavaş biten şarkının hemen sonrasında da zaten sahneyi Danimarka’yı temsilen Sissal devretti. Bestesinde ve sözlerinde kendisiyle birlikte Malthe Johansen, Line Spangsberg ile Marcus Winter John’un emek verdiği “Hallucination” adlı şarkıyı seslendiren Sissal, canlı performansıyla dinleyenlerini etkilemeyi başardı. Şov çok özgün hissettirmese de eğlenceli ve başarılı denilebilirdi. Diğer performanslardan sonra belki de böyle hissettirmişti, bilemiyorum.

Sonlara doğru…

Ve geçen yılın ev sahibi İsveç…  KAJ müzik grubu, İsveç için platforma çıktığında “Bara Bada Bastu” adlı şarkıyı seslendirdi. Bu eğlenceli, ritmik şarkının yapımında Anderz Wrethov, Axel Ahman, Jakob Narrgard, Kevin Holmstrom, Kristofer Strandberg ve Robert Skowranski rol oynamıştı. Grup sahneye çıktığında nihayet biraz da olsa yerel melodileri kulaklarımız işitebildi. Şovda İsveç’in ormanlarını görebildik, ormancı konseptiyle de eğlenceli bir şov izledik. Yarışmanın sonlarına doğru akışı biraz daha renklendirdi diyebiliriz bu parça.

Büyük Beşli ülkelerinin bir diğerinin ismi belirdi sonra ekranda: Fransa… Louane, sözü ve bestesini kendisiyle birlikte Tristan Salvati ile inşa ettiği “Maman” adlı şarkıyı seslendirdi. Kum saati, zamanın akışı, sözlerin ve sesin aynı izlekteki ahengiyle hoş bir etki bıraktı bu balad. Louane’ın hem hayranlık uyandıran sesi ve sahnedeki oyunculuğu; şarkının duygusunu izleyenlerin kalbinde yaşatıyordu.

Bu güzel eserden sonra dinlemeye yüreğimizin el veremeyeceği bir şarkıyla San Marino’daydı sıra. Gabriele Parte, Andrea Bonomo ve Edwn Roberts’in söz ve bestesini yaptığı bu şarkıyı Gabry Ponte DJ performansıyla sundu sadece. Seslendirenlerin ise kimlikleri belirsizdi, yüzleri kapalı, isimleri verilmemişti ekrana. Yarı finalden finale nasıl yükseldiğini anlayamasak da bu şarkı ancak yarışma başlamadan izleyenleri ısıtacak bir şenlendirici olabilirdi sanıyorum.

Nihayet şarkı biter bitmez Arnavutluk’u temsil eden Shkodra Elektronike çıktı son olarak sahneye. Beatrice Gjergi ve Kole Laca’dan oluşan grup, söz ve bestesini birlikte yarattıkları “Zjerm” adlı şarkıyı düet olarak seslendirdi. Beatrice sesi ve kırmızı elbisesi dikkat çekerken; Kole’nin durgun iştiraki şarkının ahengini değiştirmişti. Yine de şarkı final için doğru bir seçimdi ve bu uzun yolculuk şimdilik sona ermişti. Artık şimdi sıra oylamadaydı… Jürinin ve halk oylamasının yanında “dünyanın geri kalanı”ndan gelen online oyların da tamamlanması beklenecek, o esnada da şarkılar hatırlatılmaya devam edilecekti.

Ters işleyen düzen

Eurovision’un finalde uyguladığı puanlama sistemi, iki ana unsur etrafında gerçekleşir genellikle. Temel prensibe göre ulusal jüriler %50, halk oyları %50 etkiye sahiptir. Bu doğrultuda da her katılımcı ülkenin müzik endüstrisi profesyonellerinden oluşan bir ulusal jürisi bulunur ve bu jüriler kendi ülkeleri hariç katılımcı diğer ülkelerin temsilcilerini değerlendirirler. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 10 ve 12 puan arasında her katılımcıyı puanladıktan sonra gecenin ilk yarısında ekran ve sunucu aracılığıyla bu puanlamalar duyurulur. Genellikle yüksek puanlar sunucularla canlı yayında belirtilirken, düşük puanlarla birlikte tüm değerlendirmeler puan tablosunda görüntülenir. Gecenin ikinci yarısında ise önce katılımcı ülkelerden SMS, telefon veya resmî Eurovision uygulaması üzerinden gelen halk oyları, yine aynı puan değerleri üzerinden alınır. Bu oyların sunumu da genellikle değerlendirmede bulunan ülkeden canlı yayın aracılığıyla yapılır ve bütün puanlamalar açıklandığı andan itibaren tabloya eklenir. En sonda da “dünyanın geri kalanı” olarak adlandırılan ve katılımcı olmayan diğer ülkelerden gelen halk oylamaları duyurulur. Totalde en yüksek puanı alan ülkenin temsilcisi ise Eurovision birincisi olarak seçilir.

Hakikaten puanlama bu ana kuralını koruyarak mı gerçekleşiyordu? Eğer öyleyse bir şeyler ters gitmiyor muydu? Dünya ayakta birilerini yuhalarken, aynı anda kazanması için destek vermezdi değil mi? Ters giden neydi?

Önce jüri puanlarına bakalım. Jürinin değerlendirmesine göre toplamda sırasıyla; Avusturya 258, İsviçre 214, Fransa 180, İtalya 159, Hollanda 133, İsveç 126, Letonya 116, Yunanistan 105, Estonya 98, Birleşik Krallık 88, Finlandiya 88, Malta 83, Almanya 77, Ukrayna 60, İsrail 60, Arnavutluk 45, Danimarka 45, Ermenistan 42, Portekiz 37, Litvanya 34, İspanya 27, Lüksemburg 23, Norveç 22, Polonya 17, San Marino 9, İzlanda 0 puan almıştı. İş profesyonellerdeyken sonuç böyleydi. Ama halk oylamaları oldukça şaşırtıcıydı.

Halk oylamasıyla gelen puanlar ise ilginç biçimde jüriden ayrışık ve fazlasıyla spekülasyon kokan hâliyle şöyleydi: İsrail 297, Estonya 258, İsveç 195, Avusturya 178, Arnavutluk 173, Ukrayna 158, Polonya 139, Yunanistan 126, Finlandiya 108, İtalya 97, Almanya 74, Norveç 67, Litvanya 62, Fransa 50, Hollanda 42, Letonya 42, İzlanda 33, Ermenistan 30, Lüksemburg 24, San Marino 18, Portekiz 13, İspanya 10, Malta 8, Danimarka 2, Birleşik Krallık 0, İsviçre 0.

Özellikle bir ülke dikkatinizi çekti mi? Jüri puanlamasında 15. sırada olan İsrail, halk oylamasında 1. sıradaydı. Gazze’de yaşanan katliam dünyada yankılanırken; pek çok ülkede binlerce insan Gazze için sesini çıkartırken; İsrail’in zulmünü yuhalarken elleri nasıl 12 puana gidebilir? Gitmez sanki. Gitmemeli. Böyle bir kararı jüri verseydi belki de tepki çekecek; karar sorgulanacaktı. Sahte kamuoyu yaratmak, sahte sempati alanı kurmak zaten yalnız kendisine ait olmayan toprakları işgal etmeyi hak görenin yapabileceği bir yoldu. Ekranlarda kısılan, üzerine alkış basılan protesto seslerini yok etmek belli ki yetmemişti. “Böyle bir platformda” İsrail’in yer alması dahi güven addetmiyorken hele de bu denli bir iki yüzlülüğün alanını açmak, ancak kötü niyetin göstergesi olabilirdi… Belli ki sanat Eurovision için kara ile akın yer değiştirdiği; savaşın yüceltildiği, alkışlandığı, para akışının tek dert olduğu “meşru” bir alandı artık. Artık? Belki de hep böyleydi…

Yarışmanın birincisi tüm bu oyların toplamı alındığında Avusturya oldu. JJ, “Wasted Love” şarkısıyla 436 puanı topladı. İsrail 352 puanla ikinci, Estonya 356 puanla üçüncü, İsveç 321 puanla dördüncü, İtalya ise 256 puanla beşinci olarak sıralandı ardınca. Bu sıralama katılımcı ülkeler için ne ifade ediyor bilmiyorum. Fakat “Wated Love” ile birlikte birkaç güzel şarkı daha bulmak; dünya insanının müzikle beraberliğine, ortak değerler etrafında buluşabilirliğine inanmak amacıyla var olmak gerekirdi orada. Birincilik veyahut diğer dereceler bu minvalde değerliydi. Yoksa zevkler, insan sayısınca çeşitli… Yukarıda müzikal ve performans açısından pek çok sübjektif değerlendirmede bulunduk, hepsi öznel, hepsi kişisel beğenilerin aktarımıydı. Fakat böyle bir platformda herkesçe ortak olması gereken tek bir husus olmalıydı: Onurlu bir duruş.

 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...