23 Ekim 2025

Bienal mekânları: Galata Rum Okulu

Bir zamanlar çocuk sesleriyle yankılanan Galata Rum Okulu, bugün 18. İstanbul Bienali’nde sanatla yeniden nefes alıyor. Hafıza, direniş ve umut; tuzdan cama, dijitalden mite uzanan eserlerle birleşiyor. Artık bir okul değil belki ama hâlâ öğretiyor, bu kez dersleri sanat veriyor.

Galata’nın dar sokaklarından yukarı doğru yürürken, yüzyılların hikâyesini duvarlarında saklayan bir yapı karşılar bizi: Galata Rum Okulu. Bir zamanlar çocuk sesleriyle yankılanan bu bina, bugün 18. İstanbul Bienali’nin “Üç Ayaklı Kedi” teması kapsamında geçmişle bugünü, hafıza ile sanatı bir araya getiren büyülü duraklardan biri.

1885’te hayırsever Eleni Zarifi’nin desteğiyle Galata Rum cemaatine bağışlanmak üzere mimar Patroklos Kambanakis ve Stavros Hristidis tarafından inşa edilen bina, 2 Haziran 1910’da okul olarak açılarak 1988’e kadar Rum cemaatinden binlerce çocuğa eğitim hizmeti vermişti. Neoklasik üslubun zarif detaylarını taşıyan bu dört katlı yapı, dönemin İstanbul’unda eğitimin ve kültürün önemli simgelerinden biri olmuştu. 1989’da Hazine tarafından el konulsa da okul, 2000-2007 yılları arasında anaokulu olarak eğitim faaliyetlerine devam etti. Ancak kentin değişen sosyolojik dokusu ve göçler sonucu okul zamanla sessizliğe büründü; duvarlarındaki çocuk cıvıltıları yerini yankılanan bir sessizliğe bıraktı. Azınlık vakıflarının taşınmazlarının iade edilmesiyle ilgili 28 Ağustos 2011’de çıkan Kanun Hükmünde Kararname’nin ardından ise bina, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2012’de Galata İlköğretim Okulu Vakfı’na iade edildi fakat 2015 itibaren içerisindeki tüm eğitim faaliyetleri sona erdi.

Bina eğitim hizmetini bitirse dahi zarafetiyle şehrin, Karaköy’ün en eşsiz mimari yapılarından biri olarak varlığını sürdürüyor ve 2012’den beri de sanatsal ve kültürel etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Önce 2012, 2014, 2016 yıllarında İstanbul Tasarım Bienali’nin, ardından da 2013, 2015 ve 2017’de 13., 14. ve 15. İstanbul Bienali’nin sergi mekânları arasında yer alarak sanatsal faaliyetlere kapılarını aralan Galata Rum Okulu, bu yıl da 18. İstanbul Bienali için ziyaretçilerini kabul ediyor. Bienalin Küratörü Christine Tohmé, bu mekânı bir sergi alanı olmanın ötesinde, “dayanıklılık ve direniş”in simgesi olarak konumlandırdığı için tıpkı diğer duraklarda olduğu gibi burada da sanat, mekânın belleğiyle diyalog kuruyor. Peki hangi sanatçıların eserleri ile birlikte vakit geçireceğiz burada? Ayman Zedani, Lungiswa Gqunta, Ali Eyal, Merve Mepa, Kongkee, Simone Fattal, Nolan Oswald Dennis, Ana Vaz, Naomi Rincón-Gallardo, İpek Duben, Akram Zaatari, Lou Fauroux ve Seta Manoukian Galata Rum Okulu’nun sınıflarında, koridorlarında sanatseverleri yapıtlarıyla buluşturuyor. Gelin, biz de adım adım bu yapıtları birlikte inceleyelim, okulda birlikte dolaşalım.

Kum, tuz, cam…

Galata Rum Okulu’nun tarihî dokusunu derinden hissettiğimiz ilk yer, girişte bulunan asma kat olsa gerek. Eski taş kemerlerin altında gözlerimiz bembeyaz parıldayan tuz kumullarıyla kamaşıyor burada. Ayman Zedani’nin “Çöl Denizleri Arasında” (“Between Desert Seas”/2021) adlı yerleştirmesi; Tuz Gölü’nden ve Nevşehir’in tuz ocaklarından üretilip buraya getirtilen tuz tanecikleri hem bu tarihî dokunun bir köşesinde hem de ayaklarımızın hemen altında sere serpe yatıyor. 1984 doğumlu Riyadlı sanatçı Ayman Zedani’yi tuz kumullarıyla çalışmaya iten “Sonsuz denize baktı ve ‘Keşke tüm balıkların övgülerini anlayabilseydim’ diye düşündü” cümlesi oluyor ve Yunus Peygamber’in mücadelesine referansta bulunuyor. Yunus Peygamber’in yolculuğu ve kambur balinaların rotaları arasında bir paralellik kurarak hem bu tarihî anlatıyı hatırlatıyor hem de bugüne ait ekolojik krizlere de dikkat çekiyor. Zira yerleştirmede kullanılan dokuz kanallı ses yerleştirmesi; 70 bin yılı aşkın bir süredir göç etmeyen, Arap Denizi’nde görece izole olarak hayatlarını sürdüren ve nesli tükenmekte olan kambur balinaların iletişim dilleri, şarkıları, geliştirmiş oldukları yaşam biçimlerine vurguda bulunuyor.

Tuzun ve denizin anımsatıcıları arasından kıvrılarak birinci kata ilerliyoruz. Buradaki genişçe alanda ise bizi cam vitrayları ahşap ve tellerle ayakta tutan bir labirent karşılıyor. Lungiswa Gqunta, “Kaybolanı Bir Araya Getir” (“Assemple the Disappearing”/2024-2025) adlı bu büyük yerleştirmesiyle istismar ve şiddet döngülerinden yara almış manzaraları görünür kılıyor, geçmişten bugüne uzanan travmaları yansıtmayı amaçlıyor. Bu yansıtmayı en belirgin olarak yapabileceği materyal olan cam ile yapıyor; kırılganlığı, yeniden var olmak için onarılmayı böylelikle daha iyi anlatıyor. Cape Town’da yaşamını sürdüren 1990 doğumlu Gqeberhalı sanatçı; bir bakıma aktarmaya çalıştığı travmaların izini geçmişte Afrika’da yaşanan sömürgecilik faaliyetlerine dayandırıyor ve ilhamını özgürleşme mücadelesini toprakla yeniden bağ kurmak üzerinden savunan Capral’dan alıyor. Böylelikle hikâye ayakta kalmaya çalışan kırık cam vitray parçaları ile birleşiyor ve mücadelenin sembolik varlığı olarak izleyicisine bu tarihî yaralanmaları hatırlatıyor.

İşgal, dijital ekosistem ve popüler kültür

İkinci kata çıktığımızda da benzer bir travmanın iziyle karşılaşıyoruz. Ali Eyal; “13’e Geri Dönmelisiniz ve” (“You need to go back to page number 13 to not understand anything, and”/2023) adlı eseriyle yırtılmış, dezenformasyona uğramış bir tablo sunarak bu izi yansıtıyor bize. Eser, Bağdatlı sanatçının amcasının Irak’ın işgali sırasında Bağdat’ta yıkılan çiftliğinin yeniden tasarısını tasvir ediyor. Travmayı deformasyonla yansıtan sanatçı aynı zamanda “O Günden Beri Güvercinlerden Korkarım” (From then on, doves scare me”/2024) tablosuyla kişisel bir acısını da yapıtlaştırıyor; çocukluğunda yanlışlıkla öldürdüğü bir anısını otoportre olarak işliyor. Bu iki tablo da kişisel ve toplumsal hafızada yer alan acıya ve onu iyileştirmeye, yeniden hayat inşa etmeye dair umudu taşıyor.

Buradan çıkıp yan sınıftaki yerleştirmeyi izlemeye gittiğimizde insanın yapısal özelliklerinin farklı bir boyutta, farklı bir bakış açısıyla sergilendiğini görüyoruz. İstanbullu sanatçı Merve Mepa “Rastgele Bir Yürüyüş, Beslenme ve Hava” (2025) adını verdiği bu yerleştirmesiyle insanın bedensel doğasını dijital platform üzerinden anlatıyor; bilgisayar kasası, borular, karıncalı ekran ve koltuk ile insanın sinir sistemini, veri akışı ve altyapı ağları gibi sunucu tabanlı bir ekosistem olarak aktarıyor.

Varoluş, geçmiş, şimdi ve gelecek… Hepsinin birleştiği kültürel düzlem ise Kongkee’nin çalışmasıyla bienalde karşımıza çıkıyor. Kongkee, yani Kong Khong-chang; “Ejderhanın Sanrısı” (“Dragon’s Delusion”/2017) eseriyle tarihsel figürleri gelecekle birleştiriyor ve bunu teknolojik olarak gelişmiş bir distopyada tasvir ediyor. Hong Kong’da yaşamını sürdüren sanatçı bu eseriyle Çin’in ilk imparatoru olan Çin Şi Huang’ın ölümsüzlük iksirini bulmaya yönelik arayışlarını yeniden kurguluyor ve ebedî olarak despotikleşecek bir yönetimin hikâyesini anlatıyor. Neon ışıkların ve renklerin hâkim olduğu bu eleştirel ve parlak düzenek, bugünün kültürüne hâkim olan yerel popüler kültüre de “Zaman Durunca Dağ Oldu” (“Time Pause Became Mountain”/2023)ve “Varış Noktası” (“Destination”/2024-2025) yerleştirmeleriyle açılıyor. Bu eserlerde hem bir devinim (“Zaman Durunca Dağ Oldu”da el metaforu) hem de kültürün evrimi (“Varış Noktası”nda anime dünyasına ait imgeler) aktarılıyor, nostaljik ve kayıp duygusu ön plana çıkarılıyor.

Antik putlardan meteor şiirlerine atlanan boyut

Bu tarihî binanın üçüncü katına çıktığımızda merdivenin hemen karşısında bir heykel serisi gözümüze çarpıyor. Bu heykeller çalışmalarını Paris’te sürdüren 1942 Şam doğumlu sanatçı Simone Fattal’a ait. Suriye’de doğup Lübnan’da büyüyen fakat Lübnan İç Savaşı’nda Fransa’ya göç etmek zorunda kalan sanatçı, “Savaşçılar” (“Warriors”/2011-2018) adını verdiği heykel serisiyle Arap destanı “Sīra shaʿbiyya” ve Sümer destanı Gılgamış’a gönderme yapıyor; hatta sadece geçmişin antik referanslarıyla da kalmıyor Lübnan İç Savaşı’ndaki deneyimlere de ayrıca cevap sunuyor. Mitoloji ve geçmiş savaş anlatıları Simone Fattal’ın kilden yapmış olduğu heykel serisinde birleşiyor, bugünün ve yarının mücadelelerini de anıtlaşıyor.

Ve ardından birçok dünyaya ait eskizler bizi karşılıyor, bilmediğimiz gezegenler, dünyalar… Nolan Oswald Dennis’e ait “seçenekler” (“options”/2019-) adlı bu eskizler, bir dizi kâğıt üzerine kurşun kalemle resmedilmiş dünya tasavvurlarıyla dolu. “seçenek” ve “Atölye Notları” ile sunduğu çizimlerin yanı sıra bu farklı dünyaların süreçlerinin de bulunduğu bir duvar çizimi de bulunuyor Nolan Oswald Dennis’in yerleştirmesinde. Duvardaki çizimde şu cümle yazıyor: “Dilediğimiz dünya, birçok dünyayı içinde barındıran bir dünya.” Bu temel düşünce, N. Oswald Dennis’in bir diğer eseri “kesilen nefes modeli (örtülü)”nde (“model for a gasp (veiled)”/2022) de hâkim. Kinetik bir heykel çalışması olan bu eser, siyah bir küre formunda ve deniz kabuklarından oluşan perdeyle üzeri örtülü. İzleyicinin hareketlerine göre şişiyor veya sönüyor, bu da onu bizle dönüşen dünya formuna sokuyor. Dünyanın alışık olduğumuz hâli ise gölgesiyle birlikte bir ikiz gösterim gibi “gölge modeli (açıklamalı)” (“model for a gasp (veiled)”/2022) ile sergileniyor.

Dünya ile sakinleri arasında kurulan bu tasavvurlar da yerini ardımızda bırakabildiğimiz yegâne şeylere, yani sözlere devrediyor. Dennis’in eserlerinden çıkıp bu sefer Ana Vaz’ın “Meteor: Paris, St Lazare” (2023) adlı film-şiir üçlemesinin ilk bölümünün sarsıcılığına bırakıyoruz kendimizi. Paris’te çalışmalarını sürdüren 1986 Brasilia doğumlu Ana Vaz’ın bu filmi 16 milimetreyle siyah beyaz olarak çekilmiş. Filmde birçok tartışmalı konu, bir dizi uçucu ses-imge aracılığıyla ortaya konuluyor: Bugün Avrupa’nın durağan hâlinin arkasındaki karanlık sömürge geçmişi, bu sömürgeciliğin sonuçları, aşırı tüketim ve sonunda yaşanan entropik çöküş… Tüm bunlar akademisyen ve araştırmacı Maia Tellit Haward’ın, Fransız Silahlı Kuvvetleri tarafından Cezayir’de yapılan nükleer testlerin sonucunda ortaya çıkan “kızıl rüzgâr”ı ele aldığı tartışma üzerinden dile getiriliyor. Aynı zamanda sanatçıyla iş birliği yapan yazar ve küratör Olivier Marboueuf’un sömürgeciliğin bugüne uzanan kalıntılarını işlediği “Tanrıça” adlı fabl da filmde aktarılıyor. Bu kesite ayrıca filmin şiirsel anlatımı basılı bir yayın olarak “Meteor, Kuyruklu Yıldızlar” (“Meteoro, Cometas”/2024) başlığıyla eşlik ediyor.

Masallar, bebekler, geleceğin güreşçi yüzleri

Bienalin bir diğer yerleştirme ve film şeridinde Naomi Rincón-Gallardo’nun “Bir Mağara Üçlemesi” serisinden “Opossumun Direnci” (“Opssum Resilience”/2019) adlı eseri bulunuyor. Meksika’nın Oaxaca eyaletinde çekimleri yapılan bu eserde toprak gaspının yıkıcı etkileri ortaya koyuluyor ve bu sadece film ile değil, karakter kostümlerinin ve kullanılan nesnelerin alanda sergilenmesiyle yapılıyor. Politik temelleri olsa da film, bu sorgulamayı halk şarkılarından rap’e değin bir müzik kültürü üzerinden muziplikle izleyicisine sunuyor. Geçmiş ile bugün, toplumsal belleğin içinden yansıtılıyor.

Toplumsal bellek, insanlıktan dahi eskiye dayanıyor, malum. Dünyanın tüm acıları, kederleri, savaşları bu belleğin içinde. Peki bu hafızanın haricinde dünya neler saklıyor? İpek Duben, dünyaya atık olarak bıraktığımız tüketim materyallerimizi “Cennetin Çocukları II, III, IV” (2000-2025) adlı heykelsi eserleriyle gündeme yeniden getiriyor. Tablo gibi bir kompozisyonla inşa edilen eserlerde aktör, minik melekler gibi süzülen bebekler. Kompozisyonun diğer öğeleri ise gündelik hayatta kullandığımız ve ardımızda atık olarak bıraktığımız bir sürü nesne… Geleceğe bıraktığımız şeylerin pek masum olmadığını gösterir nitelikte plastikle örülü.

Geçmişin izleri; geleneksel ritüellerde, şarkılarda, müsabakalarda gizli. Bienalde karşılıklı iki oda boyunca bir tablo serisi sıralanıyor. Beyrutlu sanatçı Akram Zaatari’ye ait bu tablolar iki ayrı seride buluşuyor. Türkiye, İran ve Balkanlar’da geçmişten bugüne hâlen devam eden yağlı güreş karşılaşmalarının temsillerini sunan “Zeytin Yeşili” (“Olive Green”/2020) adlı sekiz eserden oluşan tablo serisi, adına özgü renkle duvarlarda yerini alıyor. Karşı odada bulunan “Kıpkırmızı” (“Crimson Red”/2021) tablo serisi ise sıkletlerini belirlemek için tartıya çıkmış Rus sporcuları tasvir ediyor, “homososyal kültürün ritüellerine” odaklanıyor. 8 tablodan oluşan bu yerleştirme de yine “Zeytin Yeşili”nde olduğu gibi, ismine ithafen kıpkırmızı duvarlarda konumlandırılıyor.

İzleri takip etmeye devam ediyoruz, Zaatari’nin eserlerinin arasından çıkıp ilerlediğimizde Beyrutlu sanatçı Seta Manoukian’ın eserleriyle bir araya geliyoruz. “Sonra Giderler” (“Then They Go”/1979), “Sakin Olacağım” (“I’ll be Calm”/1989), “Los Arcodes” (1986) gibi Lübnan İç Savaşı sırasında kent yaşamını ve insanların hayat mücadelelerini konu alan tablolarıyla Manoukian, toplumsal belleğin acı anlarıyla izleyiciyi yüzleştiriyor. Los Angeles’a yerleştikten sonra ise “T-Biçimli” (“T-Shaped”/1993) serisini meydana getiriyor ve bienalde bu seriye ait “Kültürlü Adam” (“A Man od Culture”) ve “Yaşamın Hayali” (“The Dream of His Life”) adlı iki eseri sergileniyor, bu eserler de Lübnan İç Savaşı’nın ardında bıraktığı ruhsal bilançoya bir nevi sanatçının dünyasından ayna tutuyor.

Çatışmalar, sadece savaşlarda yer almaz. İnsan hayatının kendisi bazen bir çatışma alanına dönüşür. Bu dönüşüm aşamalarını geçmişten geleceğe doğru sanatsal düzleme çeken 1998 Mulhouse doğumlu Lou Fauroux, bienal kapsamında “İlgili Makama: Hennessy Kadehimde Gözyaşı Olacak (Blm.III)” (“To Whom it May Concern, There Will Be Tears in My Hennessy (Ch.III)” adlı video yerleştirmesi bu düzlemi anıtlaştırıyor. Videoda oluşturulan üç boyutlu görsel dünyalar, distopik olarak yaratılmış bir tasavvuru inşa ediyor; bu tasavvuru daha görünür hâle getirmek için yerleştirmede tavandan asılan nesneler sergileniyor. Yas, değişim ve çocukluk olgularını bu eserde farklı bir boyutta ele alınıp 1990’ların ve 2000’lerin gündelik pratiklerinin kullanıldığını görüyoruz; video oyunları, havalimanı turnikeleri, yürüyen merdivenler, mezarlar, otomatlar zamanın merhalelerine takılmış nesneler olarak karşımıza çıkıyor ve geçmiş ile gelecek arasında bir bağ ile distopik bir etki bırakıyor. Bu etkinin zihinde bıraktığı sorgulamalarla da gezimizi tamamlıyoruz.

Sanatla canlanan sınıflar

Galata Rum Okulu’nun sınıfları, adım adım dolaştığımız 18. İstanbul Bienali’nde sanatçıların eserleriyle yeniden yorumlandığına; her bir katın, farklı bir duygusal katman gibi konuğunu kabul ettiğine şahit oluyoruz bu gezimizde. Bienal kapsamında yer alan yapıtların kimisi bedenin kırılganlığını, kimisi tarihin ağırlığını, kimisi ise umutla direnişi konu ediniyor. Eski sıraların, kara tahtaların ve pencerelerin yerinde artık sanatsal dokunuşlarla bezenmiş eserler yer alıyor. Dolayısıyla bu binada sanat, yalnızca duvarlara asılı değil; taşların arasından sızıyor, merdivenlerde yankılanıyor, kentin ruhuna karışıyor.

Bir zamanlar bilgiyle, şimdi ise sanatla aydınlanan Eski Galata Rum Okulu, bienalin en derin duraklarından biri olarak “ayakta kalma”nın hem maddi hem manevi anlamını yeniden düşündürüyor.

Belki artık bir okul değil ama hâlâ öğretiyor, bu kez dersleri sanat veriyor, sessizlik ise bir dil hâline geliyor.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...