
18. İstanbul Bienali’nin hafıza mekânı: Elhamra Han
İstiklal’in kalbinde, yıllarca sessiz kalan Elhamra Han, 18. İstanbul Bienali ile yeniden can buluyor. Tarih, sanat ve hafıza iç içe geçiyor; her detay geçmişin fısıltısıyla bugünün sanatına alan açıyor. Bienalin ikinci durağını gelin birlikte gezelim.
İstanbul'un kalbinde, her gün binlerce insanın önünden geçtiği ama belki de o koşturmacada başını kaldırıp fark etmediği mimari cevherler vardır. Onlar, şehrin sessiz tanıkları, zamanın fısıltılarını duvarlarında saklayan bellek saraylarıdır. İşte İstiklal Caddesi'nde bulunan Elhamra Han, tam da böyle bir yer. 18. İstanbul Bienali'nin küratörü Christine Tohmé'nin bilge bir dokunuşla sergi mekânları arasına dâhil ettiği bu tarihî yapı; bizi sadece güncel sanatı görmeye değil, aynı zamanda Beyoğlu'nun ruhuna ve kendi geçmişimize doğru katmanlı bir yolculuğa davet ediyor. Haydi önce Elhamra’nın sanatla örülü geçmişine, ardından da bienalin çağrısıyla yeniden canlanan belleğine birlikte dalalım.
Bir sinema rüyasından ticaretin kalbine: Elhamra'nın öyküsü
Elhamra Han'ın hikâyesi, Osmanlı’nın uzun son yüzyılında başlar. 1827’de şehrin ilk tiyatro salonlarından biri olarak inşa edilen Elhamra Han, o günün Grande Rue de Pera’sında Fransız Tiyatrosu olarak anılır. Yüzlerce oyunun, operetin, vodvilin sahnelendiği bu efsanevi bina, maalesef 1831’deki büyük bir yangında yanarak yok olur. Fakat bu mekânın yangınlarla sınavının henüz başlangıcıdır. Bina, mimar Barbaroni tarafından yeniden inşa edilir ve düzenlemeler esnasında tiyatronun girişine bir de balo salonu eklenir. Olağanüstü cam antresinin büyüleyiciliğinden dolayı “Palais de Cristal” (Kristal Saray) olarak anılan Fransız Tiyatrosu, bir müddet daha o şaşaalı gösteri dünyasına kapılarını açtıktan sonra satışa çıkarılır.
Devredilen Kristal Saray, Osmanlı-Avusturya Mobilya ve Halı Firması’na da ev sahipliği yapar ve 1920’ye kadar ticaret faaliyetleri ile varlığını sürdürür. Kubbeleriyle, tavandaki sulu boya resimleriyle ve kolonlarındaki Kütahya çinileriyle oryantal bir atmosfere de sahip olan Pera’nın bu gösterişli tiyatrosu, “Elhamra Sarayı”na nazireyle nihayet 1923’te yeniden sanatla bir araya gelir. Bu sefer sinemayı da içine katarak… Ve Cumhuriyet’in ilk ışıkları, Elhamra Sineması’nın perdesinden yansır. Elhamra Sineması'nın kadife koltuklarında oturan İstanbullular, Greta Garbo'nun melankolisinden Charlie Chaplin'in kahkahalarına, Batı'nın rüyalarını kendi hayatlarına misafir ederler. Burası, bir neslin hayallerini süsleyen büyülü bir perdenin ardındaki dünyadır.
Erken Cumhuriyet yıllarında Elhamra Han, elbette sadece bir sinemadan ibaret değildir. Üst katları, Beyoğlu'nun o meşhur zanaatkâr ruhunun ve ticaretin nabzının attığı bir arı kovanı gibidir. Koridorlarında dönemin en mahir terzilerinin, şapkacıların, tül ve dantel ustalarının, tuhafiyecilerin dükkânları sıralanmıştır. İstanbul'un en şık hanımefendileri ve beyefendileri özel dikim elbiselerini buradan sipariş ettirir, en son moda şapkalar ve en nadide kumaşlar buradan temin edilir. Makas seslerinin, dikiş makinelerinin tıkırtılarının, esnaf sohbetlerinin ve film dünyasının diyaloglarının birbirine karıştığı, hayat dolu bir alan olan Elhamra hem sanatın hem de zanaatın hem hayallerin hem de emeğin bir arada soluk aldığı, Pera'nın zarif bir özetidir.
Yıllar geçer, sinema birçok defa isim değiştirir. Bazen filmlerle bazense tiyatro oyunlarıyla sanata insanları davet etmeye devam eder. Kâh sanata kâh ticarete ince zarafetiyle gönlünü açan bu güzel yapıyı ne yazık ki yine bir yangın yerle bir eder. 1999’daki bu feci afet, Elhamra’yı kullanılamaz hâle getirir. Gösterişli sanat serüvenine veda eden Elhamra artık Beyoğlu’nun birçok tarihî yapısı gibi sessizliğe bürünür. Konuşan tek şey; toplumsal belleği, sanata harcanan dünyasıdır. Bu sesi duymak ise 18. İstanbul Bienali ile mümkün olur bugünlerde.
Zamanın tozu ve "kendini koruma" sanatı
İşte bienalin bu mekânı seçmesi, Elhamra’nın unutulan sesini duyurması açısından derin bir anlam taşıyor. Christine Tohmé'nin 2025 ayağı için belirlediği "kendini koruma ve gelecek tahayyülleri" teması, Elhamra Han'ın duvarlarında âdeta ete kemiğe bürünüyor. Bu han, tüm değişimlere, tüm unutulmuşluklara rağmen ayakta kalmayı, mimari zarafetini ve ruhunu inatla korumayı başarmış bir yapı. Tıpkı bienalin metaforu ve aynı zamanda başlığı olan "Üç Ayaklı Kedi" gibi, yaralanmış ama hayatta kalmış, eksiklikleriyle yeni bir denge kurmuş.
Elhamra Han'a girdiğimizde bizi karşılayan; steril bir beyaz küp galeri değil, zamanın izlerini taşıyan, yaşanmışlığın kokusu sinmiş bir atmosfer oluyor. Paslanmış demir parmaklıklar, aşınmış mermer merdivenler, dökülmüş sıvaların altından görünen tuğla dokusu... Tüm bu detaylar, sergilenen eserler için sadece bir fon oluşturmuyor; onlarla birlikte nefes alıyor, onlara yeni anlamlar katıyor. Bir video enstalasyonunun ışığı, hanın o meşhur avlusunu bir anlığına eski sinemanın büyülü perdesine dönüştürebiliyor. Bir heykel, eski bir dükkânın boşluğunda, oranın kayıp zanaatkârlarının ruhuna bir saygı duruşu gibi yükselebiliyor. Bienalin kapsamında Sevil Tunaboylu, Riar Rizaldi, Lara Saab, Jagdeep Raina, Natasha Tontey, Şafak Şule Kemancı'nın eserleri, Elhamra’nın hafızası eşliğinde ikinci katta sanatseverleri yeniden buraya çağırıyor.
Tablolardan odalara dolan arşiv, mitoloji, ekoloji ve kriz
Elhamra’nın ikinci katındaki küçük bir odaya giriyoruz önce. Odada Riar Rizaldi’nin “Tech-terra” üçlemesinin son filmi 19 dakikalık “Bekerel” (2021) ile karşılaşıyoruz. 1990, Bandung doğumlu Riar Rizaldi, ekolojik bir distopya örneği olan bu filmde Güneş’in nükleer teknoloji aracılığıyla yapay olarak ele geçirildiği, insanların dinlenmesinin yasak olduğu, doğaya aykırı alternatif bir Endonezya hayali sunuyor. Enerjinin, uykunun dünyası; dehşet verici tarihî anların eşliğinde ortaya konuluyor; ilk atom bombası patlama görüntüleri, filozof bir çocuk olan Sajat Ali’nin (Muchlis Mustafa canlandırıyor) anlatımına karışıyor. Sajat’ın uyku için çıktığı yolculuk, doğanın esrarengiz hâllerine tanık olarak bizi de dâhil ediyor. Bu üst-kurmaca anlatının yanında ayrıca ahşap panellerde sergilenen afişler ve çizimler de biz izleyicilerin zihnine yerleşiyor.
Rial Rizaldi’nin filmiyle paralel olarak Lara Saab’ın bitki çizimleriyle karşılaşıyoruz bienalde. İnsan merkezli yaşama eleştirel bir noktadan yaklaşıp, doğanın kendisine odaklanmayı hedefleyen 1991 doğumlu Beyrutlu sanatçı, bienale katıldığı “Vahşi Magueyler – İnsansız Yakınlıklar” (2025) adlı bu çalışmasıyla agave ya da “yüzyıl bitkisi” olarak bilinen ve sadece bir defa çiçek açan, Meksika’ya özgü maguey bitkisinin yaşam evrelerini inceliyor. 16-18. yüzyıllardaki botanik illüstrasyonlarından ilham alan Lara Saab, çizimlerinde o izleri taşısa da özgün bir görme biçimi katarak eserlerine bambaşka bir boyut katıyor. Bienalde sadece bir bitkinin olgunlaşma süreçlerini değil, çizimlerin de tamamlanma evrelerini izleyebiliyoruz; eskizler, çeşitli baskılar bu zamansal aralığa izleyenini konuk ediyor.
Bir başka zamansal yolculuğa ise Sevil Tunaboylu’nun eserleriyle çıkıyoruz. Bu sefer yolculuk insana ait. 1982 doğumlu İstanbullu sanatçı; aile geçmişindeki Üsküp-İstanbul arası göç hikâyesini odağına alarak göç, kamusal tarih, toplumsal bellek, çatışma ve toplu yerleşme gibi meseleleri eserlerine taşıyor. Arşivden çıkarılan bir fotoğraf, eski bir marangozluk aleti, bükülmüş inşaat demiri, eski tip bir teyp… “Issız Buluşma” (2024), “Kalan” (2024) isimli tabloları ve yerleştirmeleriyle bir anının, belleğin çok daha fazlasını ifade ediyor bu eşyalar; zamanı ve mekânı büküyor, unutulmaya hapsedilmiş hâllerini sorguya açarak ölümsüz hâle geliyorlar.
Başka bir coğrafyadan başka bir atalar kültü daha canlanıyor yan odada. 1989 Minahase doğumlu Natasha Tontey’in “Alevlerin Arasındaki Bahçe” (2022) isimli 27 dakikalık filmi; bir yandan günümüz dünyasını eleştirirken öte yandan da geçmişe ait ritüellerine odaklanarak yerli kültürlere dikkat çekiyor ve bunu da Endonezya’daki Minahasa kozmolojisi üzerinden yapıyor. Sanat tarafından filmin canlı renk paleti, karai töreninin; koreografik düzeni kabasaran dövüş sanatının doğasına uygun olarak tasarlanırken; erkek egemen dünyaya da bir baş kaldırı niteliğinde kurgulanıyor. Böylelikle modern-geleneksel, eril tahakküm-hegemonya gerilimli hattı üzerinden birçok sorguyu da beraberinde getiriyor.
Ekolojik sorunlardan siyasi meselelere, diasporadan kültürel problemlere kadar geniş çerçevede hayatı ele alan diğer bir seçkiye eğiliyoruz şimdi. 1991 Ontario doğumlu Jagdeep Raina, dikiş ve dokuma gibi geleneksel sanat dallarıyla yeniden inşa ettiği eserlerine buyur ediyor bizi. New York’ta yaşamını sürdüren sanatçı, ata topraklarını Pencap ve Keşmir’e özgü nakış teknikleriyle betimliyor; kişisel arşivindeki fotoğrafları bu nakış ve dikiş tekniklerini kullanarak yeni bir formda yapılandırıyor. “Pencap Haşere İlacı İntiharları” (2022), “Ay Bahçesi Pencap Kuşları” (2020), “Güzelim Canavarlar” (2024), “Kimyasal Pamuk Eller” (2020), “Barışı Düşleyeceğim” (2022) gibi goblen, müslin üzerine phulkari kenar işlemelerine sahip birçok eseri; bir betimlemenin çok daha ötesini işaret ediyor: Bir toplumun varoluş mücadelesini, hayatta kalma savaşını.
Bu savaş hepimize ait. İnsanlara, hayvanlara, bitkilere… Tüm bu varlık evreninin birbiriyle olan ilişkisini inceleyen ilginç bir eser, daha doğrusu bir anıt kaplıyor bir sonraki odayı. Şafak Şule Kemancı, “İsimsiz” olarak yerleştirdiği bu eserini kolaj, heykel, dikiş ve resim gibi pek çok sanat ve zanaatın birlikteliğiyle ortaya koyuyor, tüm ikilikleri aşan evreni hem teknik hem anlam itibarıyla içine alıyor. Odanın tamamını kapsayan bu devasa anıt, Elhamra’ya konuk gelen tüm sanatseverleri de kollarının arasına alıyor. Kısa süren turun ardından bu kucaklayış; hem sanatın bize olan merhabasının hem de bir sonraki durağa geçirmek üzere uğurlamasının sembolü oluyor âdeta.
Sanatla hafızaya dokunmak
Velhasıl, 18. İstanbul Bienali'nin Elhamra Han durağı, biz izleyicilere sanatın dönüştürücü gücünü en saf hâliyle deneyimleme imkânı sunuyor. Bu, sanatın geçmişin yaralarını nasıl onarabileceğini, unutulmuş hikâyeleri nasıl yeniden gün yüzüne çıkarabileceğini ve en önemlisi, âtıl kalmış bir mekâna nasıl yeni bir gelecek tahayyülü hediye edebileceğini gösteren canlı bir örnek oluyor.
Bu sonbaharda bienal rotasında yürürken Elhamra Han'a sadece bir sergi mekânı olarak değil, Beyoğlu'nun hafızasını ziyaret ettiğiniz bir zaman kapsülü olarak girin. Koridorlarında gezerken bir zamanlar burada ve dünyada yankılanan sesleri, hayalleri ve hayatları düşünün. Çünkü burada karşılaşacağınız sanat, sadece bugüne değil, aynı zamanda o zengin geçmişe de bir pencere açacak ve pek çok kültürün ruhuyla aranızda unutulmaz bir bağ kurmanızı sağlayacak.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.